Wednesday, December 17, 2008

the screamers

Bu blogda şimdiye kadar böyle bir konuda ve üslupta yazma gereği duymamıştım ama bu olayın şakasını yapmak içimden gelmedi.

"The screamers" benim de dinlemeyi sevdigim "System of a Down" grubunun hazirladigi veya yer aldigi bir belgesel. Amaci soykirim mesajini müzik yardimiyla iletmek. Içerisinde bütün soykirimlardan bahsediliyor fakat söz eninde sonunda Ermeni Soykirimi'na geliyor. Youtube'deki yorumlara ve Amerikan TV kanallarındaki söyleşilere bakilirsa propaganda amacina ulasiyor gibi görünüyor. Bu konuda düzgün ve bilimsel adimlar atamazsak sonumuz pek parlak görünmüyor. Etrafa "akilli ol" mesajlari yollarken, kendimiz biraz akilciliktan uzak kalarak olaydaki kontrolümüzü yitirmeye baslamisiz sanirim.

Grubun solisti Serj Tankian soykirim temali bir sarkiyi söylemeleri sarti ile Ermenistan'i Eurovizyon sarki yarismasinda da temsil edebileceklerini açiklamis. Asagiya youtube'den aldigim belgesel dökümanlarini ve TVdeki röportajları da ekliyorum. Ilgilenenler bir göz atabilir.
Bu belgeselin fragmanı...



p.l.u.c.k





Davet edildiği bir sabah show'undan.




Belgeselin tanıtım filmi



Bu da sanırım belgeselden. Ancak belirteyim ki bundan emin olamadım. Benzer videolar için youtube'e bakılabilir.

Şimdi de İlber Ortaylı hocanın yorumlarını koyayım ki, ne durumda olduğumuzu görelim:


İlber Hoca-1


İlber Hoca-2



İlber Hoca-3

Tuesday, December 16, 2008

ROMA


















Her şehre gitmeden önce haliyle insan biraz bilgi toplar, interneti, turist rehberlerini karıştırır. Çoğu zaman karıştırılan kaynakta o şehir, turistlere hoş bir şekilde sunulmuş olur. İnsan da gideceği şehrin güzel olmasını isteyeceğinden, inanmaya zaten meyillidir. Turist kitapları abartır, turistler beklentilerini arttırır. Bunda da garip bir taraf yoktur.

Roma için de benzer şeyler duymuş, okumuştum. Yine çok abartılan bir şehre gitmenin sıkıntısı vardı içimde. Gezmek başlı başına güzel bir hadise olduğu için gezilen yerlerin mutlaka süper olması gerekmez tabiki. Ancak süper bir yere gidiyorum duygusuna da kapılmak istemem, yine de aradıklarımı bulamayınca şehirler de hayal kırıklığı yaratabiliyor.

Ancak Roma’da 4 gün kalınca gördüm ki Roma da aynen İstanbul sınıfında bir şehirmiş. Kitaplarda yazanlar sadece kitaplarda kalıyormuş. Bu şehir de yaşanmadan,içerisinde dolaşmadan anlaşılacak yer değilmiş. İstanbul’a benzetmeme şaşırmamak lazım, birisi Roma İmparatorluğu’nun diğeri de Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti.

Tarihi yapıları korumak konusunda İtalyanlar’dan ders almamız gerektiği aşikar. Bu nedenledir ki Roma şehrinin her yanı tam anlamıyla tarih.(Romanesk dönemde güzelim Kolezyum'un mermerlerini taşıyıp başka bina yapmalarını saymazsak) İsa’dan günümüze her çeşit mimarı akıma ve medeniyete ait yapıları şehirde görmek mümkün. Yani kıstas sadece tarih olsa sanırım dünyanın 1 numaralı şehri olduğu rahatça söylenebilir. Ancak bir şehri şehir yapan başka olmazsa olmaz yönler de mevcut idi Roma’da. Gece hayatı,kültür, sanat,spor, yemek...Tüm bu özellikleriyle Roma’yı özellikle İstanbul’u sevenler için muhakkak gidilmesi,görülmesi gereken başka bir şehir olarak işaret ediyorum (İstanbul’u ve Roma’yı sevmeyen bir turist zaten gezmesin ya da Bodrum-İbiza açılımını denesin) ve bu şehri övmeyi artık bırakıyorum. O kadar ki, kelimeler yetersiz.

Ancak benim gezimi özelde çok güzel yapan, Roma’ya özgü çok güzel yemekleri de tatmış olmamdır. Burada klasik turist menüsü olan pizza ve makarna gibi gıdaların dışına çıkmış ve “Trattoria” denilen İtalyan işi yemek noktalarını çok ince çalışmalarla tesbit etmiş ve halka inmeyi başarmış olmamızdır. Trattoria restorana göre daha samimi hatta bazen aile işletmesi şeklindeki yerlerdir. Menüleri kalemle yazılmış bu yerlerde şarap şişede değil sürahide servis edilir. Bazen bir aile işletmesi de olabilir ama asıl can alıcı noktası eğer turistlerin pek bilmediği noktalardakilere ulaşılabilinirse uygun fiyata,doyurucu,yerel yemekleri yiyebilmenizdir. Son 20 yılda sayıları giderek azalsa da İtalya’da mutlaka yaşanması gereken zevklerden birisidir. Bizdeki eski meyhaneleri andırıyor ortam. Tahta masaları, içki muhabbetleri, iştah açıcısından kahvesine,tatlısına kadar dört dörtlük, saatlerce süren bir yemek yeme kültürü.

Bu trattoriaları bulmak aklımızda hiç yoktu yolculuğa çıkmadan önce. Biraz da top sevecek. Sabahın 3’ünde Milano’da taksiyle hava alanı otobüsünün olduğu yere giderken taksicimiz Napoli’li konuşkan bir amca çıkmasa ben de çoğu kişi gibi pizza ve makarna yiyerek dönmüş olabilirdim. Bu amca bize ısrarla nereye gittiğimizi, ne kadar kalacağımızı ...vb sordu. Biz de çok paramız olmadığını, ton balığı,peynir,ekmek yiyeceğimizi söyledik. Amca başladı anlatmaya,kendisi de Napoli’den Milano’ya iş bulma umuduyla 14 yaşındayken göçmüş. İlk geldiğinde hep ekmek yemiş fakirlikten. Daha sonra çakal Napoli’li aymış. Etrafta ne kadar amele,boyacı,kamyoncu varsa takip etmeye, onların gittiği yerlere gitmeye başlamış. Bize de Roma’da tadına bakmamız gereken bir kaç yemek adı verdikten sonra ekledi “Amelelere sorun nerede yediklerini,oralara gidin”. Teşekkür edip ayrıldık bu şen şakrak güney insanından.

Ertesi gün şehir içindeki amelelere “Hacı siz nerede yersiniz?” sorusunu gerçekten de sorduk. İşte bu gezide 4 Euro’ya kocaman bir sürahi ev şarabını, enginarlı omleti, roma usulü tavuğu hep bu taksici amca sayesinde yedik. Bu mekanlarda italyanlarla yan yana oturup kısa sohbetler ettik. Beşiktaş, Galatasaray muhabbeti yaptık. Yan masadaki aileler bizim gibi Türkler’i tanımaktan memnun olduklarını söylediler ve referandum olursa Türkiye için evet basacaklarının sözünü verdiler. Yanlarındaki küçük çocuklara da: “Bak bu Türk abiler-ablalar okumuş, mühendis olmuş” dediler,örnek gösterdiler. Çocuklar yemeklerini bırakıp ilk kez gördükleri Türk’leri inceledler.

Tabi ki biyolojik olarak turistin çok olduğu yerlerde çakal esnaf sayısında da artış oluyor. Sonra turistler çok zalimce avlanıp sayıları azalırsa da bu çakal esnaf sayısı da azalıyor ve sistem kendisini dengeliyor. Şu an Roma’da çok fazla turist olduğu için çakal esnaf açısından bir sıkıntı yok.Turistik noktalarda çakalların işlettiği Trattoria’lar da vardı. Hazır tavuk ve patatesi Roma yemeği diye kakalayan bu yerlerde genelde İtalyanca’dan çok İngilizce duymanız kaçmanız için iyi bir işaret olacaktır.

Hepinize Allah Roma’yı gezmek nasip etsin!


(Videodaki papa mı yoksa kardinal mi anlayamadım) çok ak,nurlu bir sima idi. Biz kameraya çekerken yanımızda ağlayanlar oldu. Adam taa Güney Amerika'dan kalkmış gelmiş. Ne desem nasıl teselli etsem bilemedim. Bizim Trattoria'nın adresini verdim.

Sunday, November 30, 2008

420 Gün

1 Aralık itibariyle İtalya’ya gelmiş olalı tam 14 ay olmuş olacak. Artık İtalya’nın 4 mevsimini de gördüm. Geçen aylar içerisinde gün be gün turistlikten yerleşikliğe terfi etmemle geçti. İncelemek gerekirse;

1-30 Gün: (Turist-bknz video The tourist)

Genelde turistik bir gezideymişçesine hareket ediyordum. Her şey acayip enteresan geliyordu. Hatta ilk gün sigara yasağınn kapsamını bilmediğim için duraktakilere”Burada sigara içilir mi?” diye sorup, onları baya güldürmüştüm. Kahve, pizza, aperetivo gibi kültürel olaylar fazlasıyla ilgilimi çekiyordu. Her şeyi eskiden bildiğim, yaşadığım durumlarla karşılaştırıyordum. Mesela insanlar gerçekten Türkler’e benziyor mu? Bizim çay içtiğimiz kadar kahve içiyorlar mı? Pizza mı pide mi daha güzel?...Referans noktamın Türkiye olduğu bu günlerde yaşamımın her dakikası yeni şeylere gebe ve çok eğlenceliydi.

Kulağıma sokaklarda devamlı yepyeni bir tonlama ve daha önce hiç duymadığım bir dil geliyordu ve bu kulağımı devamlı açık tutuyordu. Kulağım önceki durumlara göre çok hassaslaşmıştı. Burada gözlemledim ki, dile alıştıkça kulak beyni korumak için pasifleşiyor. Daha seçici bir hal almaya başlıyordu. İlk 30 günümde, şaşkın bir turistken kulağım da şaşkın, her şeyi duyuyor fakat beynime giden bu titreşimler hiç bir şey ifade etmiyordu.

Burun için de aynı şeyi söyleyebilirim. Sabah okul binasına girildiğinde insan burnuna bir kahve kokusu çarpıyor. Bu alışılmadık durum, hemen beyni uyarıyor. Sen de ister istemez makinaya gidip, daha tam çözemediğin kahve isimlerinden rastgele bir tanesine basıp turistliğe devam ediyorsun.

Sabahları uyanıp da gözünü açınca, “Şaka mı ya, İtalya’dayım” diyerek heyecanlanılan bu periyod, genelde insanda kendisini sokağa atma hissi uyandırıyor. Sokakta da şaşırmaya devam!

30-90 Gün: (Gurbet-bknz video Gurbet)

Bana kalırsa işlerin en zor olduğu dönem bu dönemdi. Bu dönemin de başlaması tam anlamıyla: “Ya! Ben turist değilim ki! Daha 2 senem burada geçecek” cümlesinin kurulmasıyla başlıyor. Ağızdan bu söz çıkmasının ardından bunu beyin idrak ediyor. Olaylara bakış ve algı hızla değişmeye başlıyor. 1-30 gün periyodunda bir İtalyan’ın bağıra çağıra konuşması çok tatlı kültürel bir olay gibi gelirken, bu aşamada aynı adam ve aynı ses seviyesi :”Ne bağırdı ya, kafa bırakmadı!” tepkisine neden olabiliyor. Bu tepkinin en büyük nedeni İtalya’nın turistik bir ülkeden gurbet formuna geçişi oluyor.

Bu periyodda arkadaşlar, eski çevreler, okul, aile gibi unsurların özlenmesi zaman çok da geçmemiş olmasına rağmen ortaya çıkıyor. Turist saflığı ve mutluluğunun arkasında saklanmış olan yalnızlık kendini göstermeye başlıyor. 1-30 periyodunda zevkle içilen kahve ara sıra :”çay olsa olmaz mıydı ya?” sorusunu sordurmaya başlıyor örneğin.

Dil konusunda da sırıtarak yapılan :”Çok melodik bir dil arkadaş” yorumu, yerini :”hacı bir b.k anlamıyorum!”a bırakıyor.

Bu aşamada ilk bir ayda fazla girilmeyen internet çok büyük önem kazanıyor ve her gurbetçinin bünyesine sirayet eden online gazete alışkanlığı, memleket haberlerini takip etme arzusuyla bu dönemde kazanılıyor.

Mevsim olarak da kasım-aralık gibi kısa soğuk ve yağışlı günlere tekabül etmesi nedeniyle Özdemir Erdoğan’ın gurbet şarkısının altındaki ilk youtube yorumundaki “Gurbetin a.ına koyayım” cümlesi ağızlardan akıp gidiveriyor.

90-180(Adaptasyon arzusu-bknz video Alışmam Lazım)

Bu dönem de Krismıs tatilinden dönülmesiyle başlıyor denilebilir. Memleket gidilip görüldüğünde kafada idealize ettiğin memleket şekliyle örtüşmeyen şeylerle karşılaşıyorsun. Her ne kadar sen ülkeni iyi tanısan da bazı şeyler daha iyiymiş gibi gelebiliyor gurbet döneminde insana. Maalesef yaşadığın yerin koşullarının memleketten daha iyi olduğunu üzülerek görüp, en iyisi gurbet modunu bırakayım da toplumun bir parçası olayım diyorsun. Dil öğrenme hevesi geliyor.

Yeni arkadaşlarle gülüp eğlenilmeye başlanıyor. Ucuz içki fiyatlarının avantajlarından yararlanılıyor. Olaylara sıkıntı gözüyle bakmak yerine yeni bir paradigmada olduğunu kabullenip eski olaylarla buradaki olayları karşılaştırmayı bırakıyorsun. Olayları değerlendirmede referans noktası Türkiye’den İtalya’ya kaymaya başlıyor. Artık arabasını park ederken arkadaki arabanın tamponuna dokunan ve hiç bir şey olmamış gibi inip giden adama: ”Pişkin herif” demek yerine, gülümseyerek bakmaya başlıyorsun. Hatta adaptasyon arzusunun şiddeditine göre kendimi İtalya’da araba park ederken hayal ettiğim bile olabiliyor.

Milliyet.com.tr alışkanlığı git gide kuvvetleniyor ancak diğer taraftan da artık bir favori kahve ve şeker seviyesi benimseniyor. Her sabah sınıf arkadaşlarıyla az şekerli macchiato içiliyor. Çayın tadı solarak, zihinlerden siliniyor.

İtalyanlar’dan da iyi arkadaşlar edinilebileceği anlaşılıyor. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” mottosu yerini “ her insana bir şans vermek gerekir”e bırakıyor.

180-270 (Türk Milano’da-bknz video Legal Alien)

Bu aşamada artık her sabah okula gittiğin yolda “panino” aldığın, tütün aldığın bakkal seni tanır oluyor. Bozuk İtalyancanla yaptığın konuşmalar sempatik karşılanmaya başlanıyor. Arada da “artık daha iyi konuşuyorsun” gibi iltifatlar duyup gaza geliyorsun. Aynı yollardan geçip okula varıyorum. Sınav, okul...vb sıkıntılar. Hayat iyice rutinleşiyor. Artık yurt dışında olduğunu farketmeden geçirdiğin günler bile oluyor.

Bu alışma-rutinleşme insan için yararlı mı zararlı mı hala çözemedim. Bir taraftan düşünüyorum normal bir hayat için olması gereken bu, diğer taraftan da zevk almayı oldukça köreltiyor.

Bu dönemde İtalya ikinci vatan olarak benimsenmeye başlanıyor. Gazeteleri takip edilmeye, seçimleri izlenmeye, ekonomisi, sporu yavaş yavaş ilgimi çekmeye başlıyor. Bu durum arada düşünüldüğünde de insanda garip bir duygu bırakıyor. Roberto Baggio o çok konuşlan penalıyı kaçırdığında hiç umrumda olmamıştı ama bu son Avrupa şampiyonasında İtalya kötü bir oyun ortaya koyarken nedense biraz daha iyi oynamalarını dilemiştim. Yine Türkiye’de, tatilde İtalyan turistlere karşı diğerlerine nazaran bir yakınlık hissetmem de bu ayların bir sonucu olsa gerek.

270-420( 2. Vatan İtalya-bknz video una notte a napoli)

Artık hayatımın bu olduğunu tamamen kabul etmiş durumdayım. Bu aşamada yeni bir hayat oluşturma ile ilgili her şey tamamlanmış oluyor. Biliyorum ki oturma izni almaya gittiğimde tembel polislerle uğraşmam gerekecek, bana el-kol hareketi yapacaklar. Favori restoran,favori kafe gibi bir şehirde yaşandıkça edinilen alışkanlıklarım bile var. Çevremden fazlasıyla etkilenmiş ve geldiğim zamana göre değişmiş olduğumu hissediyorum. Burada kıyafet çok önemli olduğu için giyimime daha fazla önem veriyor, Türkiye’de pek sevmediğim sakal tıraşımı burada aksatmamaya çalışıyorum. Okul arkadaşlarımın çoğunun yaptığı gibi sarma sigara içmeye başladım. İtalya’yı artık çok benimsedim.

Hatta evde film izlerken Amerika veya İngiltere sahnesi görünce : “Artık yurt dışına çıkmak lazım” demeye bile başladım. İsveç’e gezmeye gidip döndüğümde Milano’da hava alanında kendimi evimde hissettim. Çok mutlu oldum. Hemen bir kafede soluğu alıp, bağırarak pizza ve kahvemi sipariş ettim.

Gelecek -bknz video Memleket

Bu aşamadan sonra daha ne kadar İtalya’da kalırım bilemem ama Berlin’de yıllarca kalmış Türkler’de gözlemlediğim kadarıyla bir 5-10 sene geçirince 30-90 günler arasında geçirdiğim “gurbet” evresi kalıcı olarak geri gelecek sanırım. Bu evre sadece bize özgü olabilir. Çünkü batılı dillerde (İngilizce veya İtalyanca’da en azından) bildiğim kadarıyla “memleket” sözcüğünü tam karşılayan bir sözcük yok. Belki anavatan falan ama çok yetersiz.

Bu aşamalar tamamen benim kişiselime ait gruplandırmalar. İsveç’li düşünür Oytun Peksel’in dediği gibi: “Her tecrübe kişiseldir”. O nedenle bir başkası bu aşamalardan hiç geçmeyebilir.

Gurbetin en büyük faydası insanın yalnızken kendisini tanımasına çok fazla olanak vermesidir bence.

Şu cümle ile bitiririm: “Gurbeti çeken bilir”

Friday, November 21, 2008

PROIEZIONE DI “ DUNYAYI KURTARAN ADAM” DI ÇETİN İNANÇ


Bu da mı gelecekti gavur ellerde başıma? Her şey bir şehir aktiviteleri dergisinin kültür sayfasında film ilanlarına bakmamızla başladı. Bu kültür dergileri kafelere bırakılan, ama hiç bize ait hissetmediğimiz bir şeydi. Ne zaman bir arkadaşımız cesaretini toplayıp bunlardan birisinin kapağını açmaya kalksa, masadakiler hep bir ağızdan: “Kapat kapat, Gucci gelecek, Armani gelecek, “fasion week”e defileye gelen mankenler gelecek. Bizim ne işimiz var orada?” der ve dergi zorla kapattırılır, sıradaki İnter veya Milan maçının tarihine bakılırdı.

Bu ayın sayısında bizi o gösterişli kemik çerçeveli entellektüellerin arasına sokacak bir gelişme yaşandı. İlk gördüğümüzde oldukça şaşırdık. Ferzan Ozpetek yıllarca uğraştı. Türkiye’de de nice filmler çekildi ama bizi şaşırtan film bunlardan hiç birisi değildi. Kült filmeleri gösteren bir film derneği “Dünyayı Kurtaran Adam”ı gösterecekti. Bu sefer, o dergi kapatılmadı. Bu sefer zenginler ve entellektüeller bizi yıldıramadı. Gitmeye karar verildi.

Ben bu güzide filmi ilk seferinde ODTÜ Astronomi topluluğunun bir gösteriminde daha sonra da çılgın bir ev aleminde izlemiştim ama Milano’da bu filmin yayınlanabileceği 40 yıl düşünsem aklımın ucundan geçmezdi. 3. Kere izlenir mi bu film? Asla düşünmedim. Tabi ki izleyecektim. Hemen tükenmez kalemle bu kültürel aktivitenin günü yuvarlak içine alındı, altı özenle çizildi. Artık biz de Milano kültür hayatında boy gösterecek olan entellektüellerdendik. Hem de zaten ne “Potemkin zırhlısı” ne de “Casablanca” bu film kadar kült olamazdı. Hemen “İngiltere’de bu film akademilerde gösteriliyor” geyiği yapılıp,aradan çıkarıldı.

Birkaç gün sonra kendimizi gösterimin yapılacağı entel meclisinde buluverdik. Girişte yaptığımız öğrenciyiz, bilet ucuza olmaz mı pazarlığı her hafta evde eşşek gibi download yaptığımızın kanıtı mıydı yoksa tüm paramızı sinemaya yatırdığımız izlenimini mi verdi, bilemem. Mekanda hoş karşılandık. Kimse nereli olduğumuzu sormadı. Bilemezlerdi ki biz bu filmin vatanından geliyorduk. Filmi tanıtan adam, filme “bruttissimo” yani “en kötü” dedi. Ben bu görüşte değildim. El kaldırıp söz istedim ama karanlıkta söz istediğimi görmediler. Söz möz de vermediler. Olsun varsın. Ben çok güleceğimize emindim.

Derken film başladı. Entellektüeller sağ olsun filmi orjinal izliyorlardı. İtalyanca alt yazı vardı. Ohh! Ne güzel anlıyordum. Diğer insanlar alt yazıyı okuyabilmek için, bir sağa bir sola kıvrılıyor, kah dikleşiyor,kah kamburlaşıyor altta ne yazdığını takip etmeye çalışıyordu. Bu çırpınış hoşuma gitti. Ben de iyice yayıldım. Arkamdakiler göremesin diye gıcıklıklar yaptım. Arkamdaki kızdı:”Kardeşim düzgün izle” dedi. Entel kardeşim, kült film izliyorsun. Elbette biraz fedakarlık yapacaksın. O kemik çerçeveli gözlüğü gözünü zorla bozup,boşuna takmadın ya! “Bana bak” dedim ve ekledim “Ben esaslı entelim, bu filmi 3. izleyişim, efendi dur!” Bu filmi 3 kere izleyen adama elbet saygı duydular. Beni film eleştirmeni falan sandılar. Gayretle takip ettiler filmi. İlerleyen dakikalarda bir gülmedir aldı gitti salonda. Ben bu kadar gülen İtalyan’ı daha önce bir arada görmemiştim. “Bravo Cüneyt abi!” Yaklaşık bir saat yirmi dakika eğlendi çocuklar. Bu dakikada aniden filmde bir müslüman propagandası başladı. Biraz yüklenme oldu hristiyan kardeşlerimize. Demin delicesine gülen arkadaşlar ciddiye almaya başladılar filmi. Neyse ki Cüneyt abi yine gönül almayı bildi ve kemik gözlüklü ciddi kişilikler yeniden gülmeye başladı. Film yine kültlüğünü yapmış ve entellektüel arkadaşlar memnun ayrılmıştı.

Biz de ışıklar yanınca eser sahibi tadında sırıta sırıta dışarıya çıktık. Tereyağından kıl çekercesine entellektüeller bizi aralarına almıştı. Üyelik kartlarımızı cebimize koyup gittik.

Şimdi her hafta yayınlanacak filmin tanıtımı e-mail olarak adreslerimize postalanıyor. Yalnız arkadaşım her hafta mı en kötü film izlenir? Bu hafta yine Kore yapımı en kötü film izlenecekmiş. Sonra da dünyanın başka bir yerinden en kötü film...Siz nasıl adamlarsınız? Entellektüellik bu mu? Kemik çerçeve sektörü en kötü film izlensin diye mi çıktı? Beyniniz sulanacak her hafta her hafta. Ben daha fazla devam edemeyeceğim sanki bu cemiyete. Ne zaman en iyi filmi izliyoruz dediler, belki giderim. Milano entellektüelinden iyice soğudum. Şimdi yine nasipse 3 aralıkta Milano-Lazio maçına giderim arkadaş. Oraya gelemez bu kemikler. Kavga gürültü,tırsarlar.

Forza A.C Milano! Forza “l'uomo che salva il mondo”



Şu videoya da bence herkes göz atmalı...Kriz nasıl başladı Amerika'da ve neler olabilir?
http://www.rethinkingmarxism.org/cms/node/1198

Thursday, October 30, 2008

29 Ekim


Bir şehir efsanesi vardı anlatılan ben Ankarada iken. Şöyle ki her 10 Kasım’da Cumhuriyet meyhanesinde Mustafa Kemal’in oturmayı tercih ettiği masada bir mum yakılır, yanına beyaz leblebi ve sevdiği şekilde rakısı konulurmuş. Gece boyunca masada mum yanar, insanlar adeta Ata’larıyla rakı içmenin keyfini çıkarırmış. Hikaye doğrudur, yalandır bilemem. İnsan inanmak istediği şeye inanırmış. Ben bu hikayeye ilk duyduğumdan beri yürekten inandım. Bugün 10 Kasım değildi ama elbette 29 Ekim’de de Atamız bir dubleyle anılabilirdi.Ah o bir dublede kalmaz ya!

Biz de Türk heyeti olarak Sicilya asıllı Belçika vatandaşı arkadaşımız Salvatore’nin tenefüste bize yaptığı: “Rakı, gel len, çok güzel” şeklindeki daveti reddetmedik. Rakılarımızı aldık, onun evine gittik. Evde 2 tane Sicilya asıllı, 1 tane vietnam asıllı ve bir tane de Fas asıllı Belçikalı arkadaşla oturduk içmeye. Göçmen mahallesinde doğup büyüyen arkadaşlarımızın Türkçe’ye olan hakimiyeti bizi şaşırtmıştı ancak tahmin edilebileceği gibi bütün kelimeler gurbetçilerden öğrenildiği için bu çocuklar da Türkçe’yi gurbetçi gibi konuşmaktaydı. Muhabbetin o çekingen, kibar kısmı klasik sorularla çok kısa sürede atlatıldı. Sonra laf lafı açtı.

Arkadaşlar 6 yıl kadar önce Didim’e tatile gelmişler. Didim’de “Kurt Lunapark” olarak adlandırılan (İngilizler arasında “Kört” olarak da bilinir) tesise gidip üç penaltıya 1 sigara oyununu oynamışlar. Salvatore İtalyan, 3 tane golü de atmış,sigarayı almış. Daha sonra olayı kendisi şöyle aktarıyor: “ Turkish men were walking towards us, we were just two! They said: “Hey man, you touched my wife!, leave the cigarette and go”” Hayatında en çok korktuğu anın bu olduğunu söyledi. Bir de yine Didim’de bir otelde kokteyllerin otel müşterisi oldukları için bedava olduğunu söylemişler. Adamlar da “rakı yeşil bir içki değil miydi, hayret!” diyecek kadar içmişler o gece. Ertesi gün hesabı istemeye gittiklerinde arkadaşlara inanılmaz bir telefon hesabı geçirip, içkilerin bedava omadığını öğretmişler. “Ama yine de güzel yerdi” dedi arkadaş. Sağolasın da Salvatore, senin her şeye rağmen hala Türkiye güzel deme nedenin senin Sicilyalı olman olmasın? (Türkçe bildiği için bu yazıyı okuyup yarın hesap sormaya gelebilir ama deli deliyi görünce sopasını saklarmış)

Bütün bunlara gülmekten başka yapacak bir şey yok. Yine de efendi gibi rakımızı içip ülkemizi en güzel şekilde temsil ettik. Zaten Belçika’nın da 9 aydır hükümeti yok. Gülmeyip de ne yapalım arkadaşlar? Ben de coştum geçen blog yazımda yazdığım Nicole Kidman hikayesini onlara da döşedim. “Sharon’li hikaye de var mı abi?” dediler ama abartmamak lazım, sustum. Onlar daha beni tanımadıklarından inandılar sanki. Şimdi sıra Türklüğe yakışır şekilde “çakma” bir Nicole Kidman bulup arkadaşları kandırmakta...İşimiz dümen.

Nereden ,nereye...Az zamanda çok ve büyük işler başarmış bir ulusken biz niye her uluslararası ortamda bu muhabbetlere gülüyoruz, neden tipimiz hala insanları şaşırtıyor? Sanırım az zamanda çok ve büyük işler başarma sevdamızı hiç bir zaman sistemli ve adım adım iş becermeye çeviremedik.

Şerefine Atam...Sen en güzel duyguların insanısın!

(Fotolar yakında)

Wednesday, October 15, 2008

VENEDİK










Son zamanlarda bloguma yazdıklarımın gerçeği yansıtmadığı üzerine eleştiriler almaya başladım. Bu eleştirilere kısmen katılsam da genelde kıskançlık olarak algılıyorum. Çoğu olayda yanımda şahitlerim de oluyor. Bahsettiğim çoğu olayı tek başıma yaşamamış oluyorum genelde. Bu da gerçeği yansıttığının garantisidir. Bu gezimde de yanımda ablam ve Gözde vardı. Asıl soru şudur ki ne derece yansıtıyor? Şimdi sizlerle Venedik’te başıma gelenleri paylaşacağım. Karar sizin.

Eylül sonunda ünlü Venedik şehrine gittim. Ne kadar garip bir şehir.Suların altında olduğu falan doğru da asıl saçma tarafı her tarafın beton olması. Venedik’te hiç toprak görmedim desem yeridir. Sadece saksılarda bir miktar toprağa rastlasım. Bana asıl acayip gelen bu oldu. Toprak olmayınca insan bir garip oluyor...Tabi kedi değiliz, yani beton bizde çok da stres yaratmaz ama yine de insan arıyor etrafında. Ben kafayı buna takmış toprak aramak için bakınırken önce bir dönerci buldum, ardından da “Eyes wide shut” filminin kostümlerini hazırlayan ünlü Venedik maskecisini. Bir çok maskeci vardı ama filmin maskelerini hazırlayan yerin hayatımda ayrı bir yeri olacak. Neden mİ?

Şansa bakınız ki bizim Venedik’i ziyaret ettiğimiz hafta sonu “Eyes wide shut” ekibi de Venedik’e gelmiş. Biz kendi halimizde dükkandaki maskelere bakıp, birini çıkarıp birini denerken dükkanda gözüme 1.80 cm boylarında sarı-kızıl saçlı bir kadın takıldı. Kadının yüzünü göremediğim için sadece vücuduna bakarak yorum yapıyordum içimden...”Güzel kadın!” Bir kaç saniye içerisinde yanındaki güdüğü de farketmem uzun sürmedi. İçimden yine o klasik ilişki yarumu geçti: “Tipsize bak ya! Taş gibi hatunla” Sonra bu arkadaşlar şaraplarından yudumlayıp fotoğraflar çektiriyorlardı. Ben de dedim içimden “İnceden yanaşayım, bedava şarap olabilir”. Yanlarına gidince biraz sallamaz tavırlarla bana baktılar. Yalnız ufaktan da tedirgindiler. Tedirginliklerinin sebebini sonradan anladım. Bu adam neden bizim gibi ünlüleri görüp şaşırmıyor tedirginliğiymiş o...Biraz daha yaklaşınca tanıdım ben bunları...Tanımamla elim ayağım birbirine dolaştı. O taş gibi hatun Nicole Kidman çıkmasın mı? Yanındaki bücür de Tom Cruise değil miymiş? Bi de Stanley Kubrick ve adını hatırlayamadığım kostümcü vs... Hemen Stanley ve Tom’u pas geçip Nicole’le konuşmaya giriştim. Ama nerede arkadaş! Dilim dolandı kaldı. “I am a student of master of science in civil engineering” falan gibi bişeyler dedim. Onu da Nicole fazla sallamadı ama Tom oradan Science’ı duyunca hemen ilgilenmeye başladı benimle. “I am also interested in science” falan dedi. Ya bücür geri dursa iyi olacaktı çünkü beni çekti aldı gruptan kenara. Başladı anlatmaya. Tarikat falan işleri. “Ben cumhuriyet çocuğuyum” falan dediysem de dinlemedi. Nicole de o işlerde mi çok merak ediyordum içten içe ama lafı oraya getiremedim bir türlü. Bu arada ufaktan şaraba devam ettik. İçtikçe açıldı. Nicole’dan bu işler yüzünden ayrılmışlar. Filmin 2.sini çekmeyi düşünüyorlarmış aynı ekiple. Hem de İtalya’yı çok seviyorlarmış. Brad Pitt ve George Clooney’in Como’daki evinde takılıyorlarmış arada falan. Güdük müdük ama ünlü adam! “Muhabbet baydı hacı, ben kaçıyorum da” denmiyor ki ünlü adama. Orada 1 saat kadar sayın Tom Cruise ile muhabbet etmişiz. Onların otele dönmeleri gerekti. Benim de gezecek bir kaç yerim daha vardı, “Eyvallah” deyip ayrıldık. Yalnız bir şey dikkatimi çekti tam çıkarken Nicole bana bakıp hafif güldü gibi geldi. Ben utanıp başımı yere eğdim,Anadolu çocuğuyuz biz.

Tom iyi adamdı. Sonradan çok pişman oldum bi numarasını falan alsaydım diye. Lazım olur, bir filmde falan bir kare görünsem bile bana yeterdi. Gerçi ben ilkokulda spor koluna girerdim hep. Bok vardı girmedim o tiyatro koluna. O zaman kendime daha bi fazla güvenirdim. Neyse, zaten başrolü verecek halleri yok ya! Alt tarafı figüranlık. O da olmaz bu satten sonra, bi numara bile isteyemedim. Yapamadığım şeylere pişman olmak ne kötü.Oysa iste işte numarayı. Vermezse onun ayıbı. İçim içimi yemezdi böyle. Gerçi ben bu filmi kulaktan dolma biliyorum. İzlemişliğim yok. Sonradan arkadaşlar: “Hayırlı olmuş abi,filmde çıplak,erotik sahne çok” dediler ama beni teselli için sanırım. Suratta maske olduktan sonra...

İşte hayat, bazı fırsatlar kırk yılda bir geliyor, değerlendiremeyince göz göre göre kaçıp gidiyor. Gidip görmüş olduk Venedik’i. Şehirden bahsetmek istemiyorum. Moralim bozuldu. Su,turist, gondol. Döndükten sonra 3 gün kimseyle konuşmadım. Alışınca şöhretliye sıradan insanlarla takılmak zor oldu tabi. Kötü bişey oldu sanmış arkadaşlar. Sonradan alıştım normal insanlara tekrar.

2. filmle ilgili spoiler vermeyeceğim ama 2010 sonlarında hazır olacağını söylediler. Tom bünye zayıf olduğundan az içince her şeyi anlattı. Söz verdim kendisine. Ona verdiğim sözü tutmazdım belki de Nicole’un emekler de yanacak şimdi açıklarsam.

Okul da açıldı bir taraftan. Güzel başladı, güzel bir eğitim-öğretim yılı olsun.

Kalın sağlıcakla...

Monday, September 15, 2008

YAZ BİTTİ











Güzelim yaz yine bir solukta geldi ve geçti. Döndük geldik İtalya’ya geri. Ben zaten yağmuru -yağışı, son baharı hiç sevmem ama güneşli güzel bir havayı bırakıp, yağmura yağışa gelince ve bu geçiş 3 saatte olunca içim buruldu. Ama ne yaparsın “doğduğun değil, doyduğun yer” demiş atalarımız. Ben de hiç bir yerde tam doyamadığımdan her yer bana vatan, ya da hiç bir yer.

İstanbul’a inildikten sonra aylarca bilenmiş vücudumu özgür bıraktım. Bir okun yaydan çıkışı gibiydi. Kahvaltıda kokoreç yediğim günler de oldu, ayran üstüne şalgam içtiklerim de. Hatta bazı garsonlar beni durdurmaya bile çalıştı. “Birader, ayran üstüne şalgam içilmez!”. Dedim: “Abi sen ver, bünye aç,6 ay oldu”. Onlar sanmış ki saç uzun olduğuna göre askerden gelmiş olamaz,demek ki mapustan çıktı. Durum ciddi, leş kokulu pastırma ikram eden bile oldu. Bi baktım istanbul günleri böyle geçivermiş şurda turşucu vardı,şurda kokareç diye koşuşturken. Malum zor şehir. Yollarda zaman kaybettim lezzet duraklarına ulaşmak uğruna. Sevdiklerimi de genelde masa başında görüp,İstanbul’a elvada dedim, güneye çevirdim rotamı.

Güneyde Amerikanvari bir yol gezisi (road trip) yaptık. Antalya-Kekova-Kaş-Kalkan-Fethiye-Ölüdeniz-Kelebekler Vadisi rotasında takıldık. Hatta daha da Amerikanvari olsun diye deli gibi güldük, bir an bile susmadık, her an güneş gözlüğü taktık.O kadar rahattık ki arabada ayağını cama dayamadan gidemeyen insan profili bile vardı. Vatan özlemi de eklenince bu geziye her dakikası “Yemişim Avrupa’yı” mottosuyla geçti. Yalnız anladım ki bu yol gezisi olayı gerçekten de kültürel bir olaymış. Şimdi ben yolcu olarak bindiğim taşıtlarda hemen uyumaya çalışmışım yıllarca ıstırap çekmeyeyim diye düşünüp. Bir yazda değişecek şey değil bu. Türk yolcusu, bir yolculukta ya uyuyacak, ya film izleyecek ya da topkek-çay kombinasyonuna gidecek. Yani aracı kullanan sen değilsen aktif olmak çok zor gerçekten. Normal bir arabada da ne topkek-çay imkanı var ne de film. Dolayısıyla ben gezinin başlarında eskiden gelen alışkanlıkla hep uyumayı seçtim. Kilometrelerce yol gidildikten sonra bende jeton düştü, Amerikan filmleri gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti (Zaten film olduklarından kolay oldu). Burada amaç sadece bir yerden bir yere varmak değil, bu yolculuk sırasında da mümkün olduğunca eğlenmek, çılgınlıklar yapmak, aklın yokmuş gibi davranmak ve sonunda da yolculğun nasıl geçtiğini anlamadan sıradaki noktaya varmaktı. Sonuç değildi önemli olan, metoddu. Hemen kalktım ve sonrajki 4-5 gün boyunca durmadan güldüm,hiç uyumadım da yolda. O kadar Amerikanlaştık ki (Sadece ben değil,tüm ekip) Kelebekler vadisinin üzerindeki köyden ayağımızda sandaletlerle, 500 metrelik kayalıktan aşağıya inip tekrar yukarıya çıktık. Hala inanamıyorum, ne kadar da çılgındık!

Tabi ki kültürü, çevresel şartlardan bağımsız düşünmemiz saçma. Neden biz Türkler’de yol gezisi yapmaya elverişli kültürel altyapı mevcut değil? Bence şu: Dönüşte Fethiye-Burdur yolunun rezilliğini ve sorumsuz trafik anlayışını görünce o içimdeki kıpır kıpır neşeli Amerikan çocuğu anında kayboldu, yerine tedirgin, başına bir şey gelmesinden korkan Türk çocuğu geri geldi. Yollar mucır, bazen yol tek şeride düşürülmüş ama tek bir işaret konmamış. Kalkan tozlardan görüş mesafesi 4-5 metreye düşmüş. İnsan resmen tırsıyor. Bu tırsma dakikalarında da içimdeki Türk çocuğu Amerikalı veya Avrupalı çocuğa sesleniyor :”Gülsene len ibne! Nasılmış? Senin o sarı çizgili yollarına benzemez buralar. Road trip’i de yedirirler adama”. Tam bunları düşünürken de karşıdan grayder tabir ettiğimiz alet üzerimize doğru gelmeye başladı. Bu kadarı da pes dedim. İşte ben bu yüzden uyuyorum taşıtlara binince,anladım. Bari kaza falan olacaksa görmeyeyim ne olduğunu. Her an gibi bu yol gezimiz de yeniden stress yumağına dönüştü. O an Avrupa’yı ilk kez hafiften özlediğimi farkettim. Stress düzeyi düşük bir hayat.İçimdeki haliyle sinirli Türk çocuk: ” Siktir git o zaman Avrupa’ya!” dedi. Aldırmadım fazla, 25 yıl, her an stress çekti. Eski dost düşman olmaz!

Her şeye rağmen özellikle Kaş ve Kalkan arasındaki Kaputaş plajı ve de Kelebekler vadisi çok çarpıcıydı. İlk başlarda turist görmeye tahammülüm yoktu (İçimdeki sinirli Türk beni ele geçirmişti). Ancak sonradan daha sakin olmaya karar verdim ve bu güzel geziyi sakin bir şekilde bitirdim. Güney’den sonra yüzümü Batı’ya döndüm. Ver elini Didim.

Ailemle sakin bir tatil geçirdim. Arada 1 geceliğine Kuşadası’na gittim. Kuşadası gezimiz yukarıdaki yol gezisinin tam tersine tam bir Türk etkinliğiydi. Bunun ilk şartı da ekibin tamamen erkelerden oluşmasıydı. Bu gerek şarttı ama kesinlikle yeter değildi. Geziye akşam üzeri Didim’den başladık. Kuşadasında’ki arkadaşlarla bir evin balkonunda buluştuk. Vardığımızda “Arttırmalı 51” adıyla da bilinen çok karmaşık ve acımasız oyunu oynuyorlardı. Oyun bitince, mangal yakıldı, rakılar açıldı, kafalar çekildi,muhabbet başladı,cila yapıldı, uyku geldi,sızıldı. İşte bu format tamamen bize ait bir tatil formatıydı ve ben nasıl “Road trip”te tedirginlik yaşıyorsam eminim ki bir Avrupa’lı bir Amerika’lı da bu balkon turizmine gelemezdi. Şehre inmek, barlarda coşmak isterdi. Oysa ben o balkonda, yıldızların altında,inceden tüten sinek ilacı kokusuyla, samimi, içten arkadaşlarla öylesine mutluydum ki! “Yemişim Avrupa’yı, yemişim İtalya’yı!”

Tatilde beni yalnız bırakmayan tüm dostlara kucak dolusu sevgiler.

Thursday, August 14, 2008

BERLINO





























Uzun bir süre yazma fırsatım olmadı ya da hayatımdaki rutinlikten dolayı yazacak bir şeyler bulamadım. Finallerimle meşguldüm. Sonra olanlar oldu ve tatil başladı. 24 Temmuz’da sınavlarım bittikten bir gün sonra yola çıktım ve 10 ağustosa kadar kah orada, kah burada dolaşıp durdum.
Türkiye’ye Berlin aktarmalı geldim. İtalya’dan arkadaşım Alper’le birlikte ayrıldık. Malpenza hava alanında değişik nedenlerle 1 gün geçirdik. İtalya maceramın ilk kısmının son günleri olması nedeniyle hava alanında bolca kahve,şarap ve pizza tüketerek “acı vatan” İtalya’ya veda ettim.
İndiğim yer Berlin idi. Berlin’i gördükten sonra İtalya’ya asla “acı vatan” dememeye yemin ettim. Berlin’de geçirdiğim 4 günde, dönercilerimizle yaptığım sohbetlerden sonra “acı vatan” ne demek yürekten anladım. Hatta bir ara kendimi o acıların içerisinde buldum. Dönercilerin hikayerlerini dinleyince bir turist değil de sanki ben de 25 yıl önce Berlin’e gelmiş ve hala zorla orada çalışan biriymişim gibi hissedip panikledim. Allah’tan yol arkadaşım Alper vardı da böyle anlarda birbirimizi tokatlayıp “Kendine gel,biz turistiz” diyerek gözyaşlarımızı sildik.
Bu noktada size Berlin günlerimi anlatmak için elimden geleni yapacak olsam da bu güzel şehrin biz Türkler için gerçekten çok farklı anlamları da olduğunu hatırlatmalıyım. İtalya’da geçirdiğim 9 ay içerisinde yan masalardaki sohbetleri, etrafta dönen muhabbetleri anlama olanağımı yitirmiştim. Hava alanından bizi şehre götüren metroda, Almanya topraklarında duyduğum ilk cümlelerin: “Mehmet, biraları dolaba koy, ben tuzlu fıstık aldım,10 dakikaya oradayım” olması gerçekten de beni hayata döndürmüştü. Yabancı bir ülkededeydim ama erafımda çok fazla Türkçe duymaktaydım. Bir süre mal mal bakındım. Ayrıca Berlin’de Türkler arasında İtalya’daki karşılaşmalarda olabileceği gibi:“Abi sen de mi Türksün?” diyaloğu da yoktu. Geçen 30-40 sene burada çok farklı, anlatmakta güçlük çektiğim garip, acıklı bir hayata alıştırmıştı herkesi.
İlk 2 gece Berlin gece hayatıyla geçti. Berlin tüm Avrupa’da DJ’leri,tekno ve trans müziğiyle ve bu kültüre uygun disko ve klüplerle ünlü. Bir de bu kulüplerde bolca lezbiyen var.Tabi biz bu kulüplerde de metrolarda olduğu gibi çok fazla Türk göreceğimizi sanmıştık. Ancak sonradan farkettik ki 30-40 seneyi birlikte geçirmelerine rağmen Türkler ve Almanlar maalesef aynı yerlerde eğlenmeye “henüz” alışamamışlar. Disko ve birahanelerde tanıştığımız insanlar Türk olduğumuzu öğrendiklerinde inanılmaz şaşırdılar çünkü Berlin çoğu Türk için bir zaman makinası adeta. Gittikleri yıllarda takılıp kalarak geçirmeye mahküm oldukları bir hayatı sürdürüyorlar sanki. Onları günümüze bağlayan tek obje ise balkonlarına taktıkları 2 adet çanak anten.Bu nedenle Berlin’deki Türkler hala Türkiye’de döviz taşımak ve yabancı marka sigara içmenin yasak olsuğunu düşünüyorlar.
Disco’da tanıştığımız arkadaşlar bizim İtalya’dan geldiğimizi biliyorlardı fakat nereli olduğumuzu bilmiyolardı. Durumun vehametinin anlaşılması açısından:
Alman: What is your name?
Ben: Övgü
Alman: It sounds Turkish. Is one of your parents Turkish? (Kesinlikle 100% Türk olma şansım yok)
Ben: No, 2 of them are Turkish.
Bu dakikadan sonra arkadaşlar bize kendisini geliştirmeyi başarmış,çalışkan dönerciler olarak baktılar. Ne kadar “Kardeş, ben yiyiciyim, yapmayı bilmem” desem de dinletemedim. Bir başka birahanede de 2 Alman gazeteci ile sohbet ettik. O adamlar da : “ Turist Türk! Ne acayip” dedi. Adamlarla 2 saat muhabbet ettik ama hala bana UFO’ya bakar gibi bakmaktaydılar. Sonunda adam: “Türkler geleli yıllar oluyor ama ilk kez bir Türkle bira içme fırsatım oldu” dedi. Sen misin bunu diyen :”Aslında Türkiye tam bir Avrupa ülkesi, buradaki Türkler’e hiç benzemez Türkiye’deki Türkler” gibi argümanlarla adamın üzerine yürüdük. Sanki turistlere de hiç tecavüz etmez bir havaya büründük.
Böylece Berlin’in seyrek Türk olan gece hayatında 2 gün takıldıktan sonra kendimizi müzelere ve tarihe verdik. Şehirde duvar yıkıldıktan sonra çok fazla alan açılmış ve bu alanlara günümüz inşaat mühendisliğinin tüm hünerlerini sergileyen çok güzel binalar inşa edilmiş. Şehrin bu yönü de çok güzeldi. Bu kocaman şehir (Paris’in 9 katı) özellikle 2. Dünya savaşı ve Berlin duvarı kalıntı ve hikayeleriyle çarpıcı. Ama ben duvar olayına yine muhtemelen 90lardan önce Berlin’e gelmiş ve hala dünyayı 2 kutuplu sanan bir Türk abimizle yolda geçen bir konuşmamızı aktararak değinmek istiyorum:
Alper (Yol arkadaşım): Acaba, Berlin duvarı kalıntıları ne tarafta?
Türk Abi: Böyle yürüyün, parkı geçin, dimdirek devam edin, önünüze çıkar. Ama öbür tarafa geçmeyin.
Alper:Sağol.
Türk Abi: Sakın öbür tarafa geçmeyin! (Arkamızdan bağırarak)
Alper’le çok korktuk. Acaba duvar gerçekten yıkılmadı mı diye çekindik. Yoksa bu da A.B.D.’nin aya ayak basma benzeri oyunlarından mıydı?...Korkularımız yersizdi. Çünkü 300 metre ileride duvarın üzerine gece-konduyu dikmiş olan Karadeniz’li amcanın evini görüp rahatlayacaktık. (Bu amca TRT’de belgesele de çıkmıştı). İnanmazsınız ama amca evin bir cephesini Berlin duvarını kullanarak inşa etmiş, yan tarafta da sebze bahçesi var.


KREUZBERG
Şüphesiz ki Berlin’de mangal yakan insanları, atletli amcaları, “Baba,baba abim beni tokatlıyo” diye bağıran çocukları görebileceğiniz “Küçük İstanbul” takma isimli Kreuzberg semtinde de tek kelimeyle büyülendik. Fotoğraflarla olayın ciddiyetini anlatmaya çalışacağım fakat fotoğraflarla anlatmanın mümkün olmayacağı bir olay var ki neden Berlin’in ziyaret edilesi bir yer olduğunu en iyi açıklayan örnek olduğunu düşünüyorum. Alman arkadaşlardan birisiyle bir dönerciye gittiğimizde, bu arkadaş Almanca konuşmaya başlayınca dönerci ustasına bağıradak şöyle dedi:
“İsmail Abi, gelsene 2 dakka! Turist geldi”
Lütfen dikkat, burada bahsi geçen turist ben veya arkadaşım Alper değil, kendi ülkesinin başkentinde, kendi dilini konuşan bir Alman genci idi. Koyuverdik kahkayı.
Berlin bakış açısına bağlı olarak hem çok eğlenceli, hem de çok hüzünlü bir şehirdi. Son olarak eklemek İsterim ki Türkiye’de bile bulunamayan döner sosları icat edilmiş. Dönerimizin bir Avrupa yiyeceği olma macerası bu sokaklarda başlamış. Ne duvar, ne de 2. Dünya savaşı...Avrupa döner tarihinin temelleri atılan bu şehir bir gün Katolik kilisesinin merkezi Vatikan gibi, rönesansın başladığı Floransa gibi hakettiği yere gelecek ve tüm Avrupa ilk dönercileri, ilk ustayı,ilkel döner cihazlarını görmek için bu şehre gelecek. Evet, yüzeysel olabilir ama benim hayalim bu...Imagine!

Görüşmek üzere...

Tüm fotoları çeken yol arkadaşım Alper Kanyılmaz’a teşekkürler.