Friday, May 16, 2008

Alaturka Hela

İtalya'ya adım attığım 1 Ekimden itibaren ilk kez bir alaturka tuvalet gördüm. Temsili olarak üzerinde pozisyon aldım. Daha da ilginci tuvaleti gördüğüm yerdi. Dün bir eğlence için "Centro di libero pensiore"ye (Serbest düşünce merkezine) gitmiştim, orada gördüm.

"Türk'ün aklı helada çalışır"ın ötesinde sanırım Alaturka tuvaletler insanı serbest düşünmeye yönelten, entellektüeller için vazgeçilmez bir araç. Çünkü bu merkezler İtalya'da eskiden işçilerin,emekçilerin,sanatçıların toplandığı merkezlermiş.

Şaşkınım...

Thursday, May 15, 2008

RİMİNİ



Soluğum kesiliyor adeta koşmaktan. Ben hızlandıkça o uzaklaşıyor. Dümdüz uzanan asfalt bir yol, etraf dümdüz ve bozkır. Bir şişe düşüyor, turşu suyu, içtikçe susuyorum. Umudumu yitiriyorum...

Bu rüyayla uyandım mart ayı sonunda...Seyyar kokoreç satıcısını rüyamda kovalarken. O mutlu rüyaları bilirsiniz, hemen uyumaya kaldığım yerden devam etmeye çalıştım. Ama yok, kalkıp su içtim. Saat sabahın 4’ü...Bu rüyalar hiç iyi değildi. Tatile çıkmalıydım...

İşçi Bayramını da içine alan 4 günlük bir tatilimiz vardı mayıs başında. Buradaki arkadaşım Alper’le (Her ne kadar o artık kendisini Alberto sansa da) İtalya’nın Bodrum’u diye tabir edebileceğimiz Rimini’ye gitmeye karar verdik. Rimini’ye Erasmus öğrencilerinin gezisi vardı. Her ne kadar Erasmus öğrencisi olmasak da Erasmus etkinliklerine yabancı öğrenci olduğumuz için katılmamızda bir engel yoktu. Gidip kayıt yaptırdık ve 2 Mayıs Cuma sabahı otobüsümüzde buluştuk. Yerleşip yola koyulduk bu 2 gece 3 günlük yolculuk için. 4 saat sonra Rimini’de idik.

Otobüste etraftakilerle muhabbet etmeye başladık. Geziye Milano’daki 5 farklı üniversiteden erasmus öğrencileri ağırlıklı bir kadroyla gitmekteydik ve 60 kişi kadardık. Şu coğrafyalardan insanlarla tanıştım bu gezimizde: İspanyol, İtalyan, ABD, Doğu Avrupa, Latin Amerika, Kanada, Fransa,Almanya,Hindistan...Hostele vardık. Geziyi İtalyanlar tertiplediği için yine gezi bir organizasyon şaheserine dönüştü. Organizasyonu yapan çocuğa sordum:

Ben: Ne zaman çıkıyoruz plaja?”

Francesco: Planlarımıza göre yarım saat önce çıktık bile. Nerelisin?

Ben:Türkiye.

Francesco: He, iyi o zaman, sen fazla sinirlenmezsin...Çinli’ler sessiz olyo ama geç kalınca çok sinirleniyolar.

Kaldım böyle put gibi. Heralde beni Çin’li sanmadın Francesco...

Vardığımızda odalarımız henüz belli değildi. Bir oda gösterdiler ve orada giyinmemizi istediler. Geçen halı saha tecrübemden yola çıkarak içerideki manzaraya kendimi hazırladım,kapattım gözümü daldım odaya. Gözümü bir türlü açamadım, arkadaşım uyardı: “Tuvalet var abi, orda giyiniyor herkes”. Bu sözler üzerine açtım gözlerimi. Herkes giyinikti. Çok şaşırtıcı. Giyindik ve plaja gittik. Plajda bi baktım ki içime kapanmışım. Konuşamıyorum kimseyle. Küçüklükten beri Türkiye’de plajlarda turistler olur, onlar bağırır, çağırır, eğlenir, biralarını içerler, biz de arkadaşlarla yüzer eve dönerdik. Kendimi yine o ruh hali içinde buldum bir anda plajda yabancılarla kalınca. Yabancı bir ülkede değilmişim de Türkiye’de bol turistli bir sahilde gibi. Çıkardım çantamdaki ton balıklı sandviçimi yemeye başladım. Sınavda bildiğin sorudan başlamak en iyisir, en iyi bildiğim yerden başladım. Bu hareketim bir anda beni plajın göz bebeği yaptı. Millet terafıma toplanıp sandviçi nerden aldığımı sormaya başladı. Gözünü sevdiğimin ÖSS’si...Sonunda bir işe yaradı taktikleri. Başladık muhabbete.

Sonradan ortamda ben ve arkadaşımdan başka 2 Türk daha olduğunu o noktada anladım. Birisi Doğan görünümlü Şahin modunda geziye gelen (Gayet Avrupai) bir eleman, diğeri ise Almanya doğumlu 3. Jenerasyon bir arkadaş. Oturduk konuştuk biraz.

İlerleyen zamanlarda ve günlerde İspanyol,İtalyan ve Latin Amerika tayfası geziye damgasını vurdu. Erasmus ruhuyla bu adamlar ateşle barut gibiydi. Hiç durmayan ve sizi eğlenmeye zorlayan bu ruh hali inanılmazdı. Ellerde biralarla futbol,voleybol ve frizbi etkinlikleri başladı. Bunlar bize yakın branşlar olduğu için hemen aralarına sızdık. Başladık topa vurmayı bilmeyen Kanadalılarla, çok iyi sörfçü olduğunu iddea eden ama frizbi oynayamayan Amerikalılarla gırgıra. Yalnız biraz arkadaşlığı ilerletince anladım ki bu İspanyolların çoğu basit seviyede bile İngilizce konuşamıyor. Latin tayfa fena halde İtalyanca konuşmakta ve hatta İngilizce’nin esamesi okunmamakta. Amerika,Kanada tayfasına da gülmüş bulundum bi kere, mecbur başladım İtalyanca zorlamalara. Koşarak denize girmeden tutun da denize gireni ıslatmaya, güzel kızlara doğru top atmaktan tutun da maçta sigara içmeye kadar şu yaşıma kadar alışageldiğim aktivitelerle plaj faslını kapattık. Plaj anlamında Türkiye’nin kesinlikle bir Latin ülkesi olduğunu düşünmeye başladım bu günden sonra.

Hostelde Alman,Polonyalı,Hindistanlı ve Türkler’den oluşan bir sentezin içinde buldum kendimi. Alman arkadaş hızla duşunu aldı, dolabını yerleştirdi,yatağını hazırladı,örtüleri katladı ve koydu tam bir Alman disiplini içerisinde. Dışarıya çıktık. Almanlarla bara gidince bize süper biralar önerdiler, hayatımda adını duymadığım güzel biralar içtim. Sabaha doğru hostele döndük. Balkonun önündeki ranzanın üst katını Polonyalı’ya alt kadını Hindistanlı’ya vermişler. Balkon kapısı açık kalsın dediler. Biz çekimser kaldık ama Hindistanlı arkadaşa biraz üzüldüm. Alman ve Polonya üstleri çıkarıp yattılar da bu arkadaş Hindistan’da 20 derecenin altını görmemiş. Çocuk donacak diye korktum.

Ama ne mümkün, uyuyamadık ki donalım. İspanyollar odaya girip durdular. Yatmanın sırası mı? Parti yapalım diye geldiler sabah 5te. Alman elemana “Allahım sarışın var burda, ne güzel” gibi düzeysiz ama eğlenceli şakalar yaptılar. Sabah 3-4 saat uyuyup kahvaltıya uyandık.

En sevmediğim kısım da bu Avrupa kahvaltıları. Mısır gevreği ve kahveden başka bişey yok. Bi de ekmek ve reçel koymuşlar. Mısır gevreğini hiç sevmediğim için, 6 dilim ekmek ve reçel aldım. Bu da erasmus camiasında bir milat olarak tarihe geçti. 6 dilim ekmeği görenler “Bravo Turco” dediler. Aldırmadan yedim. Canım biz o süte bisküvi banma işini anaokulunda bıraktık!

Kahvaltıdan sonra masa tenisinde meydan okumalar geldi. Masa tenisinde İspanyolların canına okudum. 6 dilim reçelli ekmek yiyince oyun esnasında kendimi bile tanıyamadım. Bu kadar enerjik olmamıştım uzun süredir. Şampiyon oldum masa tenisi turnuvasında. Sonra bilardoda Arjantin,Brezilya karmasına karşı Türkler olarak mücadele verdik. Çekişmeli giden maçı da kazanmasını bildik. Sanırım bu milli tarihimizde güreş ve halter dışındaki ilk kıtalararası başarımız olarak tarihe geçti. Sonra bilardoda İspanyol-Fransız ittifakından maç teklifi geldi. Sabah birbirine selam vermeyen adamlar biz başarı kazanmaya başlayınca nasıl da ittifak yaptılar. Sıkıldığım için ıstakayı devrettim.

Bu noktada bir Kolombiyalı (Sezar), bir Türk (Övgü), bir İtalyan ( Andrea) ve bir Fransız (William) arasında geçen kısa ama komik, bir o kadar da anlamlı sohbeti aktarmak istiyorum. Bir ara şakadan sinirlenen Sezar bana şöyle dedi:

-Hey, bir Kolombiyalıyla kavga etmek istemezsin,değil mi?
Övgü: Neden istemeyeyim, sen beni İtalyan mı sandın?
Andrea: Durun gençler, İtalyanlar'ı yumuşak Fransızlar gibi sanmayın.
Willy: Evet, ben Fransızım!

Herkesin rolüni dört dörtlük oynadığu bu fıkramsı diyaloğun sonunda baya güldük.


Sonraki günlerde parti, plaj derken su gibi aktı geçti. Avrupa’da erasmus yapmanın güzellğini birkaç gün de olsa tatmış oldum. Resmen partiye adanmış hayatlar gördüm orda. Bu adamların bütün dönemi böyle geçirdiğini düşünmek çok kıskandırıcı. Neyse ki bazılarıyla görüşmeye devam ediyorum. Gıcık olduğum bir kaç elemana da benzer bir organizasyon olan BEST’in “ The heart of mediterranean: Adana” kampını önerdim. Serseriler. Gitsinlerde biraz yön yöntem öğrensinler!

Friday, May 2, 2008

MİLANO'DA TOP KOŞTURMAK

16 Nisan günü okulda kahve makinasında sıra beklerken bir İtalyan arkadaşım :”Akşam maç var,oynamak ister misin?” diye sordu. Tereddütsüz kabul ettim. Bu arkadaşların özellikle 2-3 tanesiyle aram oldukça iyi, hergün okulda muhabbet ettiğim insanlar. Maçı kabul ettikten sonra Milli Futbol takımımızın İsviçre ile oynadığı maçtaki hal ve hareketlerimize ithafen : “Kaybedersek rakibe saldırmak yok” diye şaka yaptılar. Ben de Zidane’a dünya kupasında küfür eden Materazzi’yi hatırlatarak : “Küfür de yok o halde” hatırlatmasını yaptım. Sözleşip ayrıldık.

Dikkat! Maç İtalyan gelinin ölü bulunmasından ve İtalya’daki seçimlerin sonuçlanmasından 2 gün sonra oynandı. Maç öncesinde ve sonrasında benim yaşlarımda 10 kadar İtalyan ile uzun uzun sohbet etme fırsatım oldu. Arabada maç alanına giderken bir elemanın Türkiye’ye yerleşmek istediğini öğrendim. Sebebini sorunca 4 kadınla evlenmek istemesi olduğunu söyledi. Hemen başkası da konuşmaya katıldı ve alfabemizin Arapça gibi olup olmadığını sordu. Bu soruları yanıtlayıp, bazı yanlışları düzelttim ama aklıma hızla Berlusconi seçimleri kazanınca “İşte Türkiye aşığı seçimleri kazandı, Başbakanın yakın dostu yeniden iktidarda, İtalya Türkiye’yle ilişkileri güçlendirmeye hazır” gibi manşetler gelmeye başladı. Burada, bazıları Berlusconi’ye oy atmış insanlarla konuşuyordum ve aslında Türkiye hakkında hiç bir fikirleri yoktu. Nasıl oluyordu da biz bu seçim sonuçlarını İtalyan’ların Türkiye’ye bakış açısı olarak yorumlayabiliyorduk, hayret.Bu çocukların bence bu konuda fazla suçu da yoktu. Avrupa şehirlerindeki otobüs duraklarına “Türkiye sizi bekler” tarzı reklamlar asmaktan daha öteye gidemeyen tanıtım anlayışımızın çok etkisi var. Ben hayatım boyunca Türkiye’de “İtalya seni bekliyor” gibi bir davet görmemiştim ama en basitinden katolik olduklarını, pizza ve makarnanın bu mutfağın ürünü olduğunu, kahve sevdiklerini, pizza kulesini ve futbola düşkünlüklerini biliyordum. Oysa burada, Türkiye denince akla gelen olaylar İsviçre maçında çıkan kavga, papaz cinayetleri, tecavüz,4 eş,döner... Hatta Türkiye’de çok intihar bombacısı olduğunu duyduğunu söyleyenle bile karşılaştım. Bu nedenle gelmek istediğini ama korktuğunu söyledi. Bir de ters örnek vereyim. Bankada Roberto adında İsviçre’li bir memur var. 4 dil konuşan bu adam öğrencilere yardımcı olan, şeker bir insan. Bir arkadaşım bir gün Roberto’ya oturma izniyle ilgili bir şey sormaya gittiğinde:

Roberto: Neden izin almaya çalışıyosun?

Arkadaş: Çünkü Türk’üm,izin gerekiyor.

Roberto: Türkiye A.B’de değil mi?

Diyaloğunun içinde bulmuş kendisini .Bu da var. Özetle Avrupa bizi neredeyse hiç tanımazken bizim devamlı şu ülke bizi istedi, bu ülke bizi sevmiyor gibi mantık yürütmek yerine bir an önce kendimizi olduğumuz gibi tanıtmaya ihtiyacımız var.

Allahtan ne benim ne de arkadaşlarımın bu son tecavüz ve cinayet talihsizliğini konuşacak yüreğimiz yok. Aslında Kuzey İtalya’nın özerkliğini isteyen Lega Nord’un ve Neofaşist Ulusal İttifakın seçimlerde koalisonda yer bulacak kadar oy almasından sonra belki de birisinin bana bu soruları sorabileceğini düşünmüştüm ama hiç bahsetmemek daha kolay sanırım. Bu iki parti de İtalya’da ekonomik sıkıntının yabancılardan kaynaklandığını düşünmekte. Hatta Lega Nord (Kuzey Ligi) sadece yabancıları değil, güneylileri de suçlamakta. Sokaklarda gördüğümüz çarpıcı bir seçim afişi : “Milano çalışıyor, Roma yiyor”. Yorum sizin.

İşte bu duygular ve düşüncelerle sahaya çıktım. İlk kalecilik bana kaldı çünkü aralarında hızla “Son kaleci benim”, “Sondan bir”...diye uzayan kaleci belirleme sistemini uygulamışlar ve ben ne oluyor anlamadan kendimi kalede bulmuştum. Çok sert şutlar çektiler. Türkiye’de çok kullandığım: “Gavura mı vuruyon?” sorusunu yine sordum ama evet, gavura vuruyorlardı. .. Zamanım dolunca kaleden çıktım. Artık şov yapma vakti gelmişti. Bir Hasan Şaş, bir Tuncay, bir Yıldıray’dım ben artık. (Burada Hakan Şükür ya da Fatih Terim olmaya niyetim yoktu) Bugün bu çocuklara futbolu öğretmeye niyetliydim. Halı sahada da İtalyan futbolunun klasik emarelerini rahatlıkla gözlemledim. Her zaman en az 2 kişi defansta bekliyordu ve bundan zevk alıyordu defans oyuncuları da. Oysa bizim halı saha geleneğimizde defanstaki adam orada zorunluluktan durur ve mutsuzluktan çürür. Dahası gol olması küçücük sahada bile epey uzun sürmüştü. Biraz fiyakalı bir hareket yapınca birisi sizi gözüne kestirip, sertçe tekmelemeye geliyordu. Zaten oyunun İtalyanca ismi “Calcio” da “tekme” demek. Ama hakikaten zor oldu, bir taraftan Türk’ün şanını temsil eden bir oyun oynamaya çalışırken, bir taraftan bizim halı sahalarımızda görülmeyen bir defans ve sertlikle mücadele ettim. Buna bir de bana seslendiklerinde pas mı istiyorlar, arkamdan birisi geldiği için uyarıda mı bulunuyolar gibi hususları anlamak için dil nedenli çabalarımı da ekleyin. İlerleyen dakikalarda biz biraz farkı arttırdık (Farkı arttırdık dediysem burada maç 3-1 falan olunca halı sahada bile fark atılmış olunuyo ). Ben hemen cıvıma emareleri göstermeye başladım ama baktım ki bu cıvıma bana mahsus hemen toparlandım. Bu gavurlar vurdukça vuruyo rakibe! Fark artsın istiyolar devamlı. Oysa bizim Türk halı saha topçusu asildir. Bu nedenle maçlarda öne geçen takım illa ki cıvır, otokontrolle maç dengeye gelir. Baktım İtalyanlar aynı disiplinle devam, ben de yüklendim. Sanki benim arkadaşlarım! Ben de ezmeye başladım, “Ohh be! Yaşasın batılı mantığı” Ezileni desteklemekten bıkmışım. En sonunda ben de ezen taraftaydım. Hatta o an anladım ki Fransa’da,İspanya’da, İngltere’de, Birleşik Devletler’de çok daha güzel olurdu bu rakibi ezme işi, buralarda da oynamak istiyordum artık. Bir saatin sonunda maç bitti, maçtan sonra tebrikleri kabul ettim. Görevimi fazlasıyla yapmıştım. Bu bir saatlik oyun süresince diğer oyuncular her hareketimi gözlemlemiş ve gerçekten de sadece bir birey olarak Övgü ile değil, bir Türk ile futbol oynamışlardı.

Daha sonra hayatım boyunca bir daha yaşamak istemediğim ama burada kaldığım sürece kaçınılmaz olan soyunma odası dakikaları başladı. Çıplak duş almalar, böyle oturmalar, şakalaşmalar... Arkadaşım duşunu aldın, giyin artık, ne gerek var? Yok, illa ki biraz da muhabbet. Çok şükür bu da geçti, evlere dağıldık. Ya okumaya Finlandiya’ya gitseydim? Oradaki saunalar çok daha zor olurdu.

Bir sonraki karşılaşmada daha iyi oynayacağımdan ve bu arkadaşlarla daha samimi oldukça, daha çok soru cevaplamak zorunda kalacağımdan emin bir şekilde bu futbol dolu günü tamamladım. Gördüm ki Simon Kuper’in dediği gibi “Futbol asla sadece futbol” değilmiş.

Arrivederci!