Sunday, November 30, 2008

420 Gün

1 Aralık itibariyle İtalya’ya gelmiş olalı tam 14 ay olmuş olacak. Artık İtalya’nın 4 mevsimini de gördüm. Geçen aylar içerisinde gün be gün turistlikten yerleşikliğe terfi etmemle geçti. İncelemek gerekirse;

1-30 Gün: (Turist-bknz video The tourist)

Genelde turistik bir gezideymişçesine hareket ediyordum. Her şey acayip enteresan geliyordu. Hatta ilk gün sigara yasağınn kapsamını bilmediğim için duraktakilere”Burada sigara içilir mi?” diye sorup, onları baya güldürmüştüm. Kahve, pizza, aperetivo gibi kültürel olaylar fazlasıyla ilgilimi çekiyordu. Her şeyi eskiden bildiğim, yaşadığım durumlarla karşılaştırıyordum. Mesela insanlar gerçekten Türkler’e benziyor mu? Bizim çay içtiğimiz kadar kahve içiyorlar mı? Pizza mı pide mi daha güzel?...Referans noktamın Türkiye olduğu bu günlerde yaşamımın her dakikası yeni şeylere gebe ve çok eğlenceliydi.

Kulağıma sokaklarda devamlı yepyeni bir tonlama ve daha önce hiç duymadığım bir dil geliyordu ve bu kulağımı devamlı açık tutuyordu. Kulağım önceki durumlara göre çok hassaslaşmıştı. Burada gözlemledim ki, dile alıştıkça kulak beyni korumak için pasifleşiyor. Daha seçici bir hal almaya başlıyordu. İlk 30 günümde, şaşkın bir turistken kulağım da şaşkın, her şeyi duyuyor fakat beynime giden bu titreşimler hiç bir şey ifade etmiyordu.

Burun için de aynı şeyi söyleyebilirim. Sabah okul binasına girildiğinde insan burnuna bir kahve kokusu çarpıyor. Bu alışılmadık durum, hemen beyni uyarıyor. Sen de ister istemez makinaya gidip, daha tam çözemediğin kahve isimlerinden rastgele bir tanesine basıp turistliğe devam ediyorsun.

Sabahları uyanıp da gözünü açınca, “Şaka mı ya, İtalya’dayım” diyerek heyecanlanılan bu periyod, genelde insanda kendisini sokağa atma hissi uyandırıyor. Sokakta da şaşırmaya devam!

30-90 Gün: (Gurbet-bknz video Gurbet)

Bana kalırsa işlerin en zor olduğu dönem bu dönemdi. Bu dönemin de başlaması tam anlamıyla: “Ya! Ben turist değilim ki! Daha 2 senem burada geçecek” cümlesinin kurulmasıyla başlıyor. Ağızdan bu söz çıkmasının ardından bunu beyin idrak ediyor. Olaylara bakış ve algı hızla değişmeye başlıyor. 1-30 gün periyodunda bir İtalyan’ın bağıra çağıra konuşması çok tatlı kültürel bir olay gibi gelirken, bu aşamada aynı adam ve aynı ses seviyesi :”Ne bağırdı ya, kafa bırakmadı!” tepkisine neden olabiliyor. Bu tepkinin en büyük nedeni İtalya’nın turistik bir ülkeden gurbet formuna geçişi oluyor.

Bu periyodda arkadaşlar, eski çevreler, okul, aile gibi unsurların özlenmesi zaman çok da geçmemiş olmasına rağmen ortaya çıkıyor. Turist saflığı ve mutluluğunun arkasında saklanmış olan yalnızlık kendini göstermeye başlıyor. 1-30 periyodunda zevkle içilen kahve ara sıra :”çay olsa olmaz mıydı ya?” sorusunu sordurmaya başlıyor örneğin.

Dil konusunda da sırıtarak yapılan :”Çok melodik bir dil arkadaş” yorumu, yerini :”hacı bir b.k anlamıyorum!”a bırakıyor.

Bu aşamada ilk bir ayda fazla girilmeyen internet çok büyük önem kazanıyor ve her gurbetçinin bünyesine sirayet eden online gazete alışkanlığı, memleket haberlerini takip etme arzusuyla bu dönemde kazanılıyor.

Mevsim olarak da kasım-aralık gibi kısa soğuk ve yağışlı günlere tekabül etmesi nedeniyle Özdemir Erdoğan’ın gurbet şarkısının altındaki ilk youtube yorumundaki “Gurbetin a.ına koyayım” cümlesi ağızlardan akıp gidiveriyor.

90-180(Adaptasyon arzusu-bknz video Alışmam Lazım)

Bu dönem de Krismıs tatilinden dönülmesiyle başlıyor denilebilir. Memleket gidilip görüldüğünde kafada idealize ettiğin memleket şekliyle örtüşmeyen şeylerle karşılaşıyorsun. Her ne kadar sen ülkeni iyi tanısan da bazı şeyler daha iyiymiş gibi gelebiliyor gurbet döneminde insana. Maalesef yaşadığın yerin koşullarının memleketten daha iyi olduğunu üzülerek görüp, en iyisi gurbet modunu bırakayım da toplumun bir parçası olayım diyorsun. Dil öğrenme hevesi geliyor.

Yeni arkadaşlarle gülüp eğlenilmeye başlanıyor. Ucuz içki fiyatlarının avantajlarından yararlanılıyor. Olaylara sıkıntı gözüyle bakmak yerine yeni bir paradigmada olduğunu kabullenip eski olaylarla buradaki olayları karşılaştırmayı bırakıyorsun. Olayları değerlendirmede referans noktası Türkiye’den İtalya’ya kaymaya başlıyor. Artık arabasını park ederken arkadaki arabanın tamponuna dokunan ve hiç bir şey olmamış gibi inip giden adama: ”Pişkin herif” demek yerine, gülümseyerek bakmaya başlıyorsun. Hatta adaptasyon arzusunun şiddeditine göre kendimi İtalya’da araba park ederken hayal ettiğim bile olabiliyor.

Milliyet.com.tr alışkanlığı git gide kuvvetleniyor ancak diğer taraftan da artık bir favori kahve ve şeker seviyesi benimseniyor. Her sabah sınıf arkadaşlarıyla az şekerli macchiato içiliyor. Çayın tadı solarak, zihinlerden siliniyor.

İtalyanlar’dan da iyi arkadaşlar edinilebileceği anlaşılıyor. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” mottosu yerini “ her insana bir şans vermek gerekir”e bırakıyor.

180-270 (Türk Milano’da-bknz video Legal Alien)

Bu aşamada artık her sabah okula gittiğin yolda “panino” aldığın, tütün aldığın bakkal seni tanır oluyor. Bozuk İtalyancanla yaptığın konuşmalar sempatik karşılanmaya başlanıyor. Arada da “artık daha iyi konuşuyorsun” gibi iltifatlar duyup gaza geliyorsun. Aynı yollardan geçip okula varıyorum. Sınav, okul...vb sıkıntılar. Hayat iyice rutinleşiyor. Artık yurt dışında olduğunu farketmeden geçirdiğin günler bile oluyor.

Bu alışma-rutinleşme insan için yararlı mı zararlı mı hala çözemedim. Bir taraftan düşünüyorum normal bir hayat için olması gereken bu, diğer taraftan da zevk almayı oldukça köreltiyor.

Bu dönemde İtalya ikinci vatan olarak benimsenmeye başlanıyor. Gazeteleri takip edilmeye, seçimleri izlenmeye, ekonomisi, sporu yavaş yavaş ilgimi çekmeye başlıyor. Bu durum arada düşünüldüğünde de insanda garip bir duygu bırakıyor. Roberto Baggio o çok konuşlan penalıyı kaçırdığında hiç umrumda olmamıştı ama bu son Avrupa şampiyonasında İtalya kötü bir oyun ortaya koyarken nedense biraz daha iyi oynamalarını dilemiştim. Yine Türkiye’de, tatilde İtalyan turistlere karşı diğerlerine nazaran bir yakınlık hissetmem de bu ayların bir sonucu olsa gerek.

270-420( 2. Vatan İtalya-bknz video una notte a napoli)

Artık hayatımın bu olduğunu tamamen kabul etmiş durumdayım. Bu aşamada yeni bir hayat oluşturma ile ilgili her şey tamamlanmış oluyor. Biliyorum ki oturma izni almaya gittiğimde tembel polislerle uğraşmam gerekecek, bana el-kol hareketi yapacaklar. Favori restoran,favori kafe gibi bir şehirde yaşandıkça edinilen alışkanlıklarım bile var. Çevremden fazlasıyla etkilenmiş ve geldiğim zamana göre değişmiş olduğumu hissediyorum. Burada kıyafet çok önemli olduğu için giyimime daha fazla önem veriyor, Türkiye’de pek sevmediğim sakal tıraşımı burada aksatmamaya çalışıyorum. Okul arkadaşlarımın çoğunun yaptığı gibi sarma sigara içmeye başladım. İtalya’yı artık çok benimsedim.

Hatta evde film izlerken Amerika veya İngiltere sahnesi görünce : “Artık yurt dışına çıkmak lazım” demeye bile başladım. İsveç’e gezmeye gidip döndüğümde Milano’da hava alanında kendimi evimde hissettim. Çok mutlu oldum. Hemen bir kafede soluğu alıp, bağırarak pizza ve kahvemi sipariş ettim.

Gelecek -bknz video Memleket

Bu aşamadan sonra daha ne kadar İtalya’da kalırım bilemem ama Berlin’de yıllarca kalmış Türkler’de gözlemlediğim kadarıyla bir 5-10 sene geçirince 30-90 günler arasında geçirdiğim “gurbet” evresi kalıcı olarak geri gelecek sanırım. Bu evre sadece bize özgü olabilir. Çünkü batılı dillerde (İngilizce veya İtalyanca’da en azından) bildiğim kadarıyla “memleket” sözcüğünü tam karşılayan bir sözcük yok. Belki anavatan falan ama çok yetersiz.

Bu aşamalar tamamen benim kişiselime ait gruplandırmalar. İsveç’li düşünür Oytun Peksel’in dediği gibi: “Her tecrübe kişiseldir”. O nedenle bir başkası bu aşamalardan hiç geçmeyebilir.

Gurbetin en büyük faydası insanın yalnızken kendisini tanımasına çok fazla olanak vermesidir bence.

Şu cümle ile bitiririm: “Gurbeti çeken bilir”

Friday, November 21, 2008

PROIEZIONE DI “ DUNYAYI KURTARAN ADAM” DI ÇETİN İNANÇ


Bu da mı gelecekti gavur ellerde başıma? Her şey bir şehir aktiviteleri dergisinin kültür sayfasında film ilanlarına bakmamızla başladı. Bu kültür dergileri kafelere bırakılan, ama hiç bize ait hissetmediğimiz bir şeydi. Ne zaman bir arkadaşımız cesaretini toplayıp bunlardan birisinin kapağını açmaya kalksa, masadakiler hep bir ağızdan: “Kapat kapat, Gucci gelecek, Armani gelecek, “fasion week”e defileye gelen mankenler gelecek. Bizim ne işimiz var orada?” der ve dergi zorla kapattırılır, sıradaki İnter veya Milan maçının tarihine bakılırdı.

Bu ayın sayısında bizi o gösterişli kemik çerçeveli entellektüellerin arasına sokacak bir gelişme yaşandı. İlk gördüğümüzde oldukça şaşırdık. Ferzan Ozpetek yıllarca uğraştı. Türkiye’de de nice filmler çekildi ama bizi şaşırtan film bunlardan hiç birisi değildi. Kült filmeleri gösteren bir film derneği “Dünyayı Kurtaran Adam”ı gösterecekti. Bu sefer, o dergi kapatılmadı. Bu sefer zenginler ve entellektüeller bizi yıldıramadı. Gitmeye karar verildi.

Ben bu güzide filmi ilk seferinde ODTÜ Astronomi topluluğunun bir gösteriminde daha sonra da çılgın bir ev aleminde izlemiştim ama Milano’da bu filmin yayınlanabileceği 40 yıl düşünsem aklımın ucundan geçmezdi. 3. Kere izlenir mi bu film? Asla düşünmedim. Tabi ki izleyecektim. Hemen tükenmez kalemle bu kültürel aktivitenin günü yuvarlak içine alındı, altı özenle çizildi. Artık biz de Milano kültür hayatında boy gösterecek olan entellektüellerdendik. Hem de zaten ne “Potemkin zırhlısı” ne de “Casablanca” bu film kadar kült olamazdı. Hemen “İngiltere’de bu film akademilerde gösteriliyor” geyiği yapılıp,aradan çıkarıldı.

Birkaç gün sonra kendimizi gösterimin yapılacağı entel meclisinde buluverdik. Girişte yaptığımız öğrenciyiz, bilet ucuza olmaz mı pazarlığı her hafta evde eşşek gibi download yaptığımızın kanıtı mıydı yoksa tüm paramızı sinemaya yatırdığımız izlenimini mi verdi, bilemem. Mekanda hoş karşılandık. Kimse nereli olduğumuzu sormadı. Bilemezlerdi ki biz bu filmin vatanından geliyorduk. Filmi tanıtan adam, filme “bruttissimo” yani “en kötü” dedi. Ben bu görüşte değildim. El kaldırıp söz istedim ama karanlıkta söz istediğimi görmediler. Söz möz de vermediler. Olsun varsın. Ben çok güleceğimize emindim.

Derken film başladı. Entellektüeller sağ olsun filmi orjinal izliyorlardı. İtalyanca alt yazı vardı. Ohh! Ne güzel anlıyordum. Diğer insanlar alt yazıyı okuyabilmek için, bir sağa bir sola kıvrılıyor, kah dikleşiyor,kah kamburlaşıyor altta ne yazdığını takip etmeye çalışıyordu. Bu çırpınış hoşuma gitti. Ben de iyice yayıldım. Arkamdakiler göremesin diye gıcıklıklar yaptım. Arkamdaki kızdı:”Kardeşim düzgün izle” dedi. Entel kardeşim, kült film izliyorsun. Elbette biraz fedakarlık yapacaksın. O kemik çerçeveli gözlüğü gözünü zorla bozup,boşuna takmadın ya! “Bana bak” dedim ve ekledim “Ben esaslı entelim, bu filmi 3. izleyişim, efendi dur!” Bu filmi 3 kere izleyen adama elbet saygı duydular. Beni film eleştirmeni falan sandılar. Gayretle takip ettiler filmi. İlerleyen dakikalarda bir gülmedir aldı gitti salonda. Ben bu kadar gülen İtalyan’ı daha önce bir arada görmemiştim. “Bravo Cüneyt abi!” Yaklaşık bir saat yirmi dakika eğlendi çocuklar. Bu dakikada aniden filmde bir müslüman propagandası başladı. Biraz yüklenme oldu hristiyan kardeşlerimize. Demin delicesine gülen arkadaşlar ciddiye almaya başladılar filmi. Neyse ki Cüneyt abi yine gönül almayı bildi ve kemik gözlüklü ciddi kişilikler yeniden gülmeye başladı. Film yine kültlüğünü yapmış ve entellektüel arkadaşlar memnun ayrılmıştı.

Biz de ışıklar yanınca eser sahibi tadında sırıta sırıta dışarıya çıktık. Tereyağından kıl çekercesine entellektüeller bizi aralarına almıştı. Üyelik kartlarımızı cebimize koyup gittik.

Şimdi her hafta yayınlanacak filmin tanıtımı e-mail olarak adreslerimize postalanıyor. Yalnız arkadaşım her hafta mı en kötü film izlenir? Bu hafta yine Kore yapımı en kötü film izlenecekmiş. Sonra da dünyanın başka bir yerinden en kötü film...Siz nasıl adamlarsınız? Entellektüellik bu mu? Kemik çerçeve sektörü en kötü film izlensin diye mi çıktı? Beyniniz sulanacak her hafta her hafta. Ben daha fazla devam edemeyeceğim sanki bu cemiyete. Ne zaman en iyi filmi izliyoruz dediler, belki giderim. Milano entellektüelinden iyice soğudum. Şimdi yine nasipse 3 aralıkta Milano-Lazio maçına giderim arkadaş. Oraya gelemez bu kemikler. Kavga gürültü,tırsarlar.

Forza A.C Milano! Forza “l'uomo che salva il mondo”



Şu videoya da bence herkes göz atmalı...Kriz nasıl başladı Amerika'da ve neler olabilir?
http://www.rethinkingmarxism.org/cms/node/1198