Wednesday, May 27, 2009

GLOBALLEŞME

Küçükken oyun oynadığımız bölgeye yakın bir askeri birlik vardı. Oradan arada komutanların dışarıya yolladığı askerler çıkardı. Biz de bu kim olduklarını bilmediğimiz abilere selam çakardık. Zaman geçiyor, şu anda üniversite okuyanlar da dahil, arkadaşlarımın çoğu askere gitti. Hem de 25 yaşında falan gittiler. Ben daha bir sene izinliyim. Şimdi dönenlerin bir 15 günlük asker hikayesi anlatma dönemi başlıyor. Tabi ki kısa dönemin kalkması da gündemdeyken, hikayeler çok daha prim yapabilir. Kısaydı, uzundu, 6, 12 15 derken yine bir tartışmada buluverdik kendimizi.

Şimdi bu Avrupalı’ların, özellikle de artık bizim jenerasyondakilerin mecburi askerlikten haberi yok. Staj arkadaşım 29 yaşında olduğu için o yapmak zorunda kalmış. Acemilik Floransa, ustalık Torino. Alpler’den gelebilecek İsviçreli ve Avusturyalı tehditleri 9 ay savunmuş.Fransızlar ve Almanlar genelde gönüllü toplum hizmeti şeklinde yapmışlar.

Geçen yemek yerken bi gavur arkadaş sordu: “Dikkat ettim de sen tabağında yemek bırakmıyorsun hiç, takdir ettim falan” dedi. Çevreci sandı sanırım çocuk, duyarlılığımı alkışlamak istedi. “Senin deden yüzünden” dedim. Anlamadı, alındı, anlattım. “Ben askerlik görevini aralıksız 11 yıl yapmış bir adamın torunuyum. Siz Avrupalılar’ın dümen suyuna gittik. Başlattığınız savaşlar yüzünden hayatının 11 yılı askerde geçmiş bir adam yemeğin kıymetini elbette çok iyi bilir. Onun evladı (Babam), babasının yanında asla yemek bırakamadıklarını söylerdi. Çünkü rahmetli çok kızarmış. Şimdi bu alışkanlık bana da sirayet etti ama kuşaktan kuşağa elbette biraz gevşemeler oluyor” Çocuk biraz üzüldü, biraz da mahçup oldu. “Boşver,olan olmuş” dedim, muhabbete devam ettik. Zaten bu italyan’ların taraf değiştirme huyundan biz yarar da sağlamıştık direnişte. Alıverdim gönlünü.

Şimdi bazen düşünüyorum ne garip bir dünyada yaşadığımızı 60-70 yıl önceye göre, içerisinden çıkamıyorum. Amma da globalleşti alem. Almanlar’ la Fransızlar kedi köpek gibiyken bir bakıyoruz birlik kuruvermişler, Ruslar hamburgerci oluvermiş, Mehteran Kızıl Ordu korosuyla “Ceddin Deden, Neslin Baban” söylemiş. Bendeniz bir kaç kere dedemin öldürdüğü için madalya aldığı Yunanlarla bira içivermişim, çok mu?
İtalya’dan Türkiye’ye ilk döndüğümde Ananem’i ziyarete gitmiştim. Evde biraz dindar birisi daha vardı. “Dinimizi tebliğ ettin mi?” diye sormuştu. Kendimi yüksek lisans öğrencisi gibi değil de Roma'yı fethe giden bir komutan gibi hissetmiştim. Ben “tam fırsat oluşmadı” falan diye gevelerken ananem başımın belaya girmesinden çok korkarak: “Aman boşver, düşman kazanıverirsin oğlum” demişti. O anda anlamıştım dünyanın 2 jenerasyonda nasıl da hızlı değiştiğini.

Şimdi İtalya’da yolda yürürken yabancılardan çok çekinen bir yaşlı teyze grubu gözlemliyorum. Büyük olasılıkla bu grup 2. Dünya savaşını yaşayan veya hemen sonrasındaki sıkıntıları gören bir grup. Bu teyzelerin de ananemden farkı yok, hatta sanırım daha paranoyaklar. Mesela trende üzerinde cami figürleri olan İstanbul tişörtümü giyince yanıma oturmaktan kaçınan teyzeler bunlar. Oysa ben yaşlılarına duyarsızlaşmış Avrupa’da, metrolarda kendilerine yer vermeye devam eden bir “Doğulu’yum”. Bir kötülüğüm olmadığı gibi duyarlıyım da. Ama onlar da beni tebliğci sanıyor ya da en iyi ihtimalle mehteran zillerimizi duyup, tırsarak “Rondo alla Turco”yu yazan Viyanalı Mozart’ın hissettiklerini hissettiriyorum bu tişörtle. Nasıl ki ananemin gözünde batı gavursa, bu teyzelerin gözünde de doğu barbar, hatta Almanya bile hala deli gibi sağa sola saldırma sevdasında. Bir de bu teyzeleri, Türkiye'deki yaşlılara benzetmemden dolayı ben bu kişilerin Latince okuyabildiğini sanıyorum genelde. Ne de olsa bizim eskiler, eski yazıyı bilirler.

Bakalım zaman daha neler gösterecek. Ben yine de temkinliyim: Kontrolsüz globalleşme, hayırlı değildir.

Wednesday, May 13, 2009

R.A.M.

Düşünüyorum kaç dönerci ile tanıştım Avrupa’da? Gerçekten çok. Bazıları marjinal, bazıları sıradan. Mesela Bergamoda’ki abi İtalya’ya gelen ilk Denizli’li olduğunu iddea etmişti. Dönercinin adı da zaten “Efe Kebab” idi. 1989 yılında Hollanda diye yola çıkmış,çeşitli maceralardan sonra kendisini İtalya’da bulmuş. Yine kendi iddeasına göre İtalya diye bir ülke olduğunu o yıllarda bilmiyormuş bile. Bir başkası Avrupa’yı da aşıp 2 sene Japonya’da iş yapmış. Orta seviyede Japonca’sı varmış ama sıkılıp Avrupa’ya geri dönmüş, bana da oraları görmemi önerdi. Ama aklımda en çok kalanı yaşadığım şehirde ilk geldiğim aylarda tanıştığım Haydar. Haydar’ı ne zaman düşünsem sadece belden yukarısını hayal edebiliyorum. Çünkü bu adamlarla yarım saat de muhabbet etsen, daima tezgahın arkasındalar ve alt taraf adeta “dark side of the moon”. Bu arkadaşların ortak özelliği zayıf Türkçe’lerine rağmen başta Almanca olmak üzere, İtalyanca, Hollandaca, Fransızca (Belçika) gibi dillere hakimiyetleridir. Çünkü hayatları genelde bir ülkede geçmez. Zaten bir işletmeci (manager anlamında) için İngilizce neyse, bir dönerci için Almanca odur, yani birinci yabancı dil. Tabi ki gözlemlediğim ve İtalyanca’larından çıkardığım kadarıyla kelime bilgisi sayılar, soğan,acı,su,bira, salata,mayonez, sos gibi işin gereği kelimelerden oluşmakta. Tabi yine de çok gezdikleri için bazı konularda derin bilgileri de yok değil...(Bknz : Müjdat Gezen mi daha iyi bilir,Yaşar Okuyan mı?)

Haydar Abi biraz farklıydı. Türkçe konuşurken de gülüyor mu, kızıyor mu anlayamazdınız. İtalyanca konuştuğunda ise tonlama da kaybolurdu ve iyice ifadesiz bir hale dönüşürdü. O nedenle sohbeti sürdürmek çok zor olurdu. Biz kendisinde bir RAM* eksikliği olup olmadığını düşünürdük hep...

Kim bilebilirdi ki Haydar Abi’yi bir gün çok iyi anlayacağımı. Ben de mecburiyetten 2 italyan arkadaşla staj yapıyorum şu aralar. Bu arkadaşlarım İngilizce’den nefret etmekteler. Benim de İtalyanca’m günlük olaylardan konuşmak için yeterli ama konu teknik bir olaya hele de yeni öğrenmek zorunda olduğum teknik bir olaya gelince normalin abartısız 2 katı yoruluyorum dil hadisesi yüzünden. Şimdi ben de farkettim ki konuşurken, o anda kızgın mıyım, eğleniyor muyum, anlıyor muyum yoksa mallaşma mı var karşımdakine aktaramıyorum jest, mimik ve tonlamalarla. Yani ağzımla söylemem gerekiyor her şeyi. Misal : Diyelim ki Marco çok güzel bir espiri yaptı. Ben espiriyi anlamak için gözlerimi ileri miyop olmuşçasına kısıp onu dinlerken, espiri oldu bitti. Normale göre az daha gecikmeli bir zaman sonra ben espiriyi çakıyorum ama gülmenin de yeri geçmiş oluyor. O zaman diyorum ki: “ Marco, az önce süper espiri yaptın”. Eğer bana bir şey anlatılıyorsa, adeta kanı kulaklarıma ve beynime pompalayarak tüm imkanlarımla konuyu anlamaya, eğer ben konuşuyorsam da aynı kanı yine beynime ve ağzıma aktarmak sureti ile sıradaki kelimeleri ve cümleleri düşünmeye çalışıyorum. Tabi bütün bunlar olurken ne yanak kaslarım ne de ellerim yeterince devreye giremiyor. Buna ben “Haydarlaşma” diyorum. Yani adeta RAM’im yetersiz kalıyor arkadaşlar. Gidip bir tekno-marketten modeli yükseltemeyeceğimize göre ya da bir gecede kafaya ileri İtalyanca yükleyemeyeceğimize göre olayı zamana bırakacağız. Yine de arkadaşlarım 2. Bir yabancı dilde böyle teknik maceralara girmemi takdir etmiş durumdalar da oradan yırtıyorum.

Yerini tutmaz ama bu sendroma karşı ben de bir silah geliştirdim. Öğle aralarında yemeğe çıkınca, yani teknik alanın dışında çok konuşmaya çalışıyorum, geyik muhabbetinde kendimi gösteriyorum. “Ne tür müzik dinlersin, dün gece maçı izlediniz mi?” gibi sorularla coşuyorum. Arkadaşlarımın beni açık zihinle görmeleri hem onları hem beni rahatlatıyor.

Haydar Abi beni affet hakkında peşin hükümlü olduğum için. Biz ikimiz de gavur ellerde kendi işlerimizi yapabilmek için çok programı aynı anda çalıştırmaya uğraşan bilgisayarlar misali didinip duruyormuşuz...Vicdanımı rahatlatmak için hayatı Avrupa yollarında geçen tüm gurbetçi dönercilerimize bir yol ve bir döner şarkısı yolluyorum.

*R.A.M.: Rastgele erişimli hafıza (random access memory) (genellikle baş harflerinden oluşan sözcükle bilinir. Veya hem okunabilir hem yazılabilir fiziksel bellek ) RAM mikroişlemcili sistemlerde kullanılan bir tür veri deposudur. Buna karşın diğer hafıza aygıtları (manyetik kasetler, diskler) saklama ortamındaki verilere önceden belirlenen bir sırada ulaşabiliyorlar ki mekanik tasarımları ancak buna izin veriyor. (Wikipedia)

Friday, May 8, 2009

BERLIN'LI OSMAN AMCA

Berlin gezimde fotoğraflarını çekip, hayran kaldığımız gecekondunun sahibiyle yapılan röportajdan: