Friday, November 27, 2009

VENEDİK'TEN


Nasıl olur da biz ekmek için saatlerce çalışmak zorunda kalırken ülkemizde, bazıları bu kadar rahat ve refah içinde olabiliyor?
Bence grev yapan kamu emekçilerimizi daha yürekten desteklemeliydik, belki örgütlenmeyi öğrenip büyümeden pay alabilirdik! Yine olmadı, godomanlar kazandı. Esnaf, işçi tatilsiz çalışmaya devam!

Wednesday, November 25, 2009

Teatro Alla Scala







“Baleden daha kötü bir sanat ortamı varsa, o da sahneyi görmeyen klasik müzik locası olmalı bilader”

Robert Bosch

Ağzını öpeyim Sayın Robert Bosch. Ne zulümmüş en kıytırık locadan Rachmaninov dinlemek. Zaten bütün gün koşturmuşum, eve gidip üzerimi değiştirememişim. Bu kadar iki dirhem bir çekirdek insanın ortasında afedersin kabak gibi kalmışım. Gönül isterdi eve gidip bir boyun bağı bağlayayım, Milanolu asilzadeler gibi olayım. Yine bir talihsizlik oldu, kotumla geldim dikeldim kapının önüne. Tüm görkemi ile Teatro alla Scala’ya bakıyorum. Siyah otolar tiyatronun önüne yanaşıp zengin İtalyanları bırakıyor. Zaten burayı da 1778’de Milanese soylular yaptırmış. Kontu, dükü, düşesi, derebeyi aralarında para toplamışlar yanan bir başka sanat kompleksi yerine Scala’yı yaptırmışlar. Hala da günümüz Milanosu’nun söz sahiplerinin locaları var orada. Mesela Gucci hemen kemancı sırasının arkasını almış, Prada ise fülütçülerin yanında kendisine yer edinmiş.

İşte ben de o gün dönerciden aceleyle çıkıp geldiğimi unutup soylular sırasına girmişim. Kapıya vardım, bileti verdim. Kapıdaki dedi ki: “Genç, bak şu yanındaki Prada bu yanındaki Gucci, az ilerdeki de Belluci, sen buraya giremezsin. Fakirlerin tarafına gireceksin. Buradan girmek için ya zengin ya da soylu olmak gerekir, sen hangisisin?”. İlk aşamada ister istemez insanın aklına ya kıyafetten ya da döner kokusundan olacağı geliyor bu tepkinin.Tip itibariyle zenginim diyemeyeceğimden soyluyum şıkkını tercih ettim ve dedim ki: “Ben soylu bir aileden geliyorum, Aydınoğulları beyiyim”. Bir an şaşırdılar, aradılar taradılar ama listede bulamadılar, mahçup bir şekilde: “Kusura bakmayın, o dediğiniz aileye rastlayamadık” dediler. Çıktım sıradan, sora sora fakirler tarafını buldum. Bildiğin ana girişten girilmiyormuş. Hani tıpkı liselerimizdeki “öğretmenler kapısı” gibi. Binanın arkasına dolaştım, dar merdivenlerden çıktım en üst kat localarına. Tabi fakirler tarafı nasıl sıkış tepiş. Sahneyi sadece ön koltuklar görüyor ve ben 4. sıradayım. Bazı insanlar ayakta falan izliyor. Sanatseverlik gözlerimi yaşartsa da bu ayak takımı locasından çok da haz etmiyorum. Madem sahneyi göremeyecektim, evde mp3 dinlerdim değil mi? Ancak Melih Gökçek kadar ileriye gidip içine tükürmeye de gerek yok, biraz bakınalım dedim.

Bu fakir locasından genç İtalyan kızları, erkekleri, zengin localarından birilerinin kendisini beğenmesi ve haliyle sınıf atlama telaşından önlere yığılmışlar. Bu formatı başta Titanic olmak üzere çok yerden hatırlıyoruz, umut dünyası. Fakat şöyle bir hesap yaptım, zenginin fakirden fazla olduğu nadir yerlerden birisi (1800 zengin,400 fakir kapasiteli). Yani fakirler eğer kur yapacaksa burada yapmalı arkadaş.

Derken herkes oturdu, zenginler sustu. Hemen biz de sustuk. Rachmaninov başladı. Başlarda özellikle sesin yayılması ve netliği beni etkiledi. Ardından ilkokul yıllarımdaki Pazar konserlerine aldı götürdü müzik beni, hayaller aleminde çocukluğumun en mutlu günlerine...Sanırım ilk şarkı bir 25 dakika kadar sürdü. Sonra insanlar alkışlamaya, bağırmaya başladı: “Fantastico, incredibile...”. Ben de taklit edeyim diye bağırdım ama o ağdalı İtalyan aksanını yakalayamadığım için kahkahalara sebebiyet verdim. İçime attım coşkumu. Sonra konser uzadıkça uzadı, ben baydıkça baydım. Ankara’da baleye gittiğimde de başta sevecek gibi olmuştum ama yeni bir şey yapmanın tadı geçer geçmez yediğim boku farketmiştim. O duygu yine geldi. Bildiğin acayip sıkıldım kalan 2 saatte. Konser bittiğinde belki de Scala’nın en mutlu izleyicisi olarak çıktım gittim.

Ancak bir faydası da oldu bana bu tecrübenin, kont, düşes olmak çok zor zanaat, bunu anladım. Her hafta buralarda boy gösterecen, garip ritüellerle yaşamayı öğrencen, kıyafetine hep özen göstercen, devamlı ölçülü bir hayatın olacak. Zor iş zor. Bir kere daha anladım ki: “Ben bir halk adamıyım”


Thursday, November 12, 2009

Milan-Real Madrid

Bir maça gittim. Bu adamlar sahada top oynamasalar bile karşılaşmada bulunmak çoluğa-çocuğa anlatılacak bir tecrübe. Bir tarafta 18 tane uluslararası şampiyonluk ile dünyada en çok uluslararası kupa sahibi takımı ünvanını elinde tutan Milan. Ekleyeyim; 4 kere dünya şampiyonlukları var ve bunu en çok alan kulüp (3 kere International cup, 1 kere FIFA Club World cup). Şampiyonlar ligi kupasını 7 kere kaldırmışlar ve şampiyonlar ligi kupasını Milan’dan fazla alan tek kulüp Real Madrid. İşte böyle bir maça gittik: Milan-Real Madrid.

Daha önceden de San Siro’da maça gitmiştim ama bu kadar kalabalık değildi. Ufaktan domuz gribinden tırssam da o kalabalıkla yine de futbolun gerçek mabedlerinden birinde olmak çok hoştu. Şampiyonlar ligi marşı okunurken bütün stad milli marş okunurmuşçasına ayağa kalktı. Eğer burası bir mabedse, o bayrağın sallanıp, marşın çalındığı an da adeta en büyük ibedetti.

Bu büyüklükte bir maçta bile seyirci kafayı yemiş, kudurgun değildi. Hatta biz Türkler ara ara sıkıldık. İnsan bi bağırmaz mı? Hele ki tribünlerde İspanyollar da vardı. Çıkışta herkes aynı anda çıktı. Ellerde biralar stad etrafında takılmaca. Sanırım bu adamlar gerçekten futbol kültürü konusunda bizden en az bir 20 yıl önden gidiyorlar. Biz kavga görürüz diye hevesli hevesli dolaşıyoruz stad etrafında ama herkes bi rahat. Hevesimiz kursağımızda kaldı bu anlamda. Oysa yeni oynanan dünyanın en önemli(??) derbisinde Fenerbahçe-Galatasaray (dünyada sadece İspanya’da gösterildi) deli gibi kudurgundu taraftarlar ve topçular.

Maçı tam ceza sahası ön çizgisini yandan gören bir noktadan izledim. Maç 1-1 (tarihe Madrid’in San Siro’daki ilk golü olarak geçti) sonuçlandı ama Milan’ın penaltısı ilginç oldu. Top Milan hücumcusu tarafından ortaya çevrildiği an Madrid’li defans oyuncusu topa yerde elle müdahale etti. Ben futbolun içinden geldiğim için amınago, hemen sezdim penaltıyı, ayağa kalktım. Hakem üflemedi düdüğü hemen. Ben bağırmaya başlayınca, ardımdan ilk önce yanımdaki Türkler, ardından bizim tribün, ardından da tüm stad bağırmaya başladı. Hakem 3 saniye kadar bekledikten sonra baskıya dayanamayıp verdi penaltıyı. Maçın özetinden takip ederseniz, pozisyon 1:05’te oluyor. Sonra seyirci tepkisi 1:07’de geliyor, hakem de 1:08’de düdüğü çalıyor. İşte o seyirci sesinin yükselmesi benim ayağa fırlayıp: “Penaltı bu ya .mına .oyayım” dememle tetikleniyor. Maçtan sonra Milan tribün lideri gelip elimi sıktı. “Sizin gibi taraftarlar arıyoruz, teşekkürler” dedi, kombine teklif etti. Bana göre bir hayat değil bu dostlar. Her hafta her hafta çekilmez. Hele de bunun Sicilya deplasmanı falan var. Ben de teşekkür ettim, gittim...

Sonra Milan’ın buz gibi golünü de vermediler bu maçta ama ona çok ses çıkarmadım. Biraz da kendileri bağırmayı öğrensin, hep hazıra alışmasınlar diye. Velhasılkelam Milan’ı geçen hafta bir Türk kurtardı.

Taşınma

2 yıldan fazla bir süredir yaşadığım Lecco şehrinden iş bulma amacıyla büyük şehre göç ettim. Lecco tam bir sayfiye yeriydi. Hep bizim Kaş’a benzetmişimdir. Hafta sonları çevre şehirlerden ve İsviçre’den gelen ve durmadan dondurma yalayan insanlarla dolu olurdu. Elbette küçük şehirlerin handikaplarını da barındırmaktaydı kendisi. Yabancıların entegrasyonu bir hayli zordu ama öğrenci kominitesi olarak gayet güzel günler geçirdik. Buna ek olarak taşınmamın ilk günlerinden itibaren şunu da fark ediyorum ki, orada insanlar her şeye rağmen birbirlerine daha çok güveniyorlardı. Milano’da ise bir metropolün doğasında olan çekingenlikler var.

Evimiz de tarihi bir noktaya yakın sayılır. Musollini’nin Kominist partizanlar tarafından yakalanıp asıldığı meydana uzak değiliz (Link).Her ne kadar A.B.D. yer yer bu olayı da kendi artıları arasında göstermeye çalışsa da başarı partizanlarındır.

Bugün buralar komple yabancılarla dolu. Helal marketlerden, Çinli berberlere, Türk kebabçılar’dan Meksika restoranlarına kadar...Yine de şu kriz bitse de yükselen milliyetçilik trendleri bir son bulsa çok sevineceğim.

Wednesday, November 11, 2009

Press Freedom Index

Acaba ülkemizde olan bitenin ne kadarını duyabiliyoruz, okuyabiliyoruz?
BAsın ne kadar özgür?

Olanı biteni dünyanın en fakir ülkelerinden birinde yaşayan, bir Bangladeş'li kadar öğrenebiliyoruz. Halimiz içler acısı ve gerilemeye devam ediyoruz. Bir takım insanlar demokratikleşme için oy vermişlerdi sözde...

http://www.rsf.org/en-classement1003-2009.html