Sunday, November 3, 2013

Yüzler




İlk geldiğimde en büyük sıkıntım yüzleri ayırdetmekti. İnsanın küçüklükten beri çalıştığı repertuarın dışına çıkıvermesi pek de kolay değil. Nasıl "biz bu adam İsveçlidir, bu Alman, bu Latin" diyorsak burada da herkes birbirini ayırdediyor: "Çadlı diyor, Nijarya diyor, Kamerun" diyor. Ben bu seviyeyi geçtim de zaten, günlük hayatımı zor idame ettiriyordum başta. Tanıştığım adamları defalarca tanıyamadığım oldu, sitem ettiler. "Merhaba, tanıştığımıza memnun oldum" diyorum, "Ben seni zaten tanıyorum, sen beni tanıyamadın mı?"diyor. Hemen sallıyorum: "senle ofiste karşılaşmıştık" diye. Tutarsa iyi, değilse tam bir mal muzungu* damgası...

Bu kadar olsa iyi. Bi de bunun tersi var. Benim işçilerden biri olduğuna kesin inandığım bi tipe gidiyorum: "Sana dediğimi bitirdin mi?" diyorum. Adam mal gibi yüzüme bakınca, bu arkadaşla hiç tanışmadığımızı anlıyorum. Sonra sırıt sırıt, şakalar şakalar. Bütün esnaf skillerimi kullanmak zorunda kalıyorum...

Ama tersi de geçerli bunun. Bana hiç benzemeyen bi Türk daha vardı burada. Siz inanılmaz benziyosunuz diye geziyodu millet. Adamla benzerliğimiz beyaz olmamız. Bu kadar.

Şu anda bunu aştım, isimler olsun, yüzler olsun oturdu artık. Olaya tamamen hakimim. Ben efe, işçiler kızan. Çinli'ye, Polonyalı'ya gider yapıyoz. Kampın önemli ekolleri bunlar. Coşturuyoruz. Sadece iki tane Arap işçiyle müzik konusunda sıkıntı yaşıyoruz. Devamlı arabesk istiyolar. Kafam jöle oluyor. Sonunda yeni bi çare bulduk. Arabesk metal: Myrath. Grubu çok sevdim. Ben metalini alıyorum, işçiler arabeskini. Aralardaki klavye sololarda da beraber oynuyoruz. (Aşağıda link)

Hayko Cepkin'in brutaline denk gelip dua eden işçim vardı Libya'da...Sonra vokal clean'e geçince. Maşallah maşallah diye sevinirdi. Şimdi onun da ilacını bulmuş oldum. Artık Araplarla çalışırkenki en büyük korkum olan müzik hususunu aşmış oluyoruz.

Aklıma Diyarbakır'da çalışan İsveçli, İsviçreli ve Fransız mühendislerin dramı da gelmiyor değil. Bana dert yanmışlardı, işlerden sonra halay ve zılgıttan baymışlar.

Bugün buralara adını veren şelaleye gittik ve güneş tutulması izledik. Fotolar ve yazı bir sonraki sefere...

*muzungu: beyaz adam-sanırım pek sempatik bir kullanım değil








Monday, October 28, 2013

Stand-By Hayatlar

Eski yazılarım kadar eğlenceli değil yeni yazılarım. Eskiden hayat bana güzelmiş. İtalya, Norveç, Almanya...Sonra 2013 geldi, işler değişti. Libya, Tanzanya, Uganda. Bütün bunların üzerine Türkiye'nin çığrından çıkması da eklenince komedi yapacak hal kalmıyor insanda. Yorgun argın kuyudan gelirsin, twitter'ı açarsın, karakterinin yarısını edindiğin okuluna polis girmiş, senin 10 yıl önceki halini dövüyor. Birisi de demiyor ki bu çocuklar çok makul tiplerdir oturup konuşalım. Öbür gün açıyorsun başka bir adaletsizlik, sorun falan filan...

Buranın derdi zaten ayrı. Yemekleri geri dönüşüme döktüğümüz yerin en fazla iki metre ötesindeki telörgülerin ardında birikmiş köylü çocuklar. Artıklar için yalvarıyor. Daha önce yemek, çay verenler olmuş ama bu sefer yüzlerce insan kuyuların etrafına biriktiği için yasak. Bir yokluk ama tarif edilemez. Siz hiç giyecek bir don bile bulamadığı için anadan üryan gezen insan gördünüz mü? Ve çevresinde ona don veremeyecek kadar varlıklı kimsenin olmayışını?

Açıkçası biraz yoğunlaşsam her gün yazacak bir konu var ama stand-by (teyakkuz) psıkolojisi çok boktan. Tuvalete cep telefonuyla gitmeyi gerektirmesinden ziyade konsantrasyonu baltalaması çok kötü. Hani şu quiz olması beklenen derslerde, dersten bi şey anlaşılamaması gibi. Bana tek katkısı spontan yaşama iyice alışmam oldu. Sıcak su varsa duş al, temiz tuvalet varsa en azından bi otur, yemek varsa ye, yatak varsa uyu. Çünkü önündeki 3-4 günde bunlara ulaşımının ne kadar olacağı belirsiz. Bunlar dışında zaten internet var bir tek. Çıkılıp gidilecek yer yok. Eski kamp milli parkın içerisindeydi. Filler, zürafalar, su aygırları falan takılıyorduk. Bu kamp köylerin içerisinde. Bi kaç insana alışkın maymun, yaban domuzu, yarasa, hayvani boyutlarda sinek ve böcekten başka bir şey yok gibi. Anlattığım gibi telörgüye yaklaşınca hemen köylüler yalvarmaya geliyor. Dizlerinin üzerine çöküp yemek, şeker, çay ve para istiyorlar. Yasak olduğu için biz ne mi yapıyoruz? Arkamızı dönüp işimize bakıyoruz. Görmediğiniz şeyler, içinizi acıtmıyor. Başkasının problemi umrunuzda olmuyor.

Tek bir istisna oldu. Kurban bayramında Ummanlı pompacı müslümanlardan para topladı. Müslüman para topladı mı indragandi ihtimali yüksek olduğu için aşağıdaki videodaki fotoğrafları delil olarak istedim. İşbaşında olduğum için gidemedim bizzat. Kurbanlık alıp köye gittiler. İşte bu Afrika yoksulluğuna bu kadarcık katkımız oldu. Kuzunun maliyetı 38 dolar. Büyük ihtımalle bu fiyata beyaz adam kazığı da dahil. İşte Afrika bu durumda. Bütün köyün gördüğü tek kurbanlık...ve 38 dolar olmasına rağmen. Çocuklara biraz kaliteli çikolata da bulmaya çalıştılar ama öyle bir şey satılmıyor. Yani bu tarz şeylerin hiç satılmadığı bir dünya, her şey lüks. Avrupa'yı ve hatta kendi hayatlarınızı bir düşünün. Afrikayı mutlu etmek için atla deve gerekmiyor ama bu insanların görünür olması gerekiyor. He tabi kendi hükümetlerinin yozlaşmışlığının da etkisi var ama bizimki bu durumdayken buraların böyle olması şaşırtıcı değil.

Sanırım bir süre daha Afrika kıtasında takılıp sonra bi kaçış yoluna bakacağım. Libya'nın başbakanı bulunduysa oraya gidip müdürlerimle konuşmam iyi olabilir ama en son ülkeyi üçe bölüyorlardı. Korkarım eşyalarımın bir kısmını Fizan devletine bağışlamış olacağım.

Alt ranzada yatan 50 yaşındaki İskoç dayıya benzemek istemiyorum. Her ülkeye gitmiş. Türkiye'nin dağını ovasını benden iyi biliyor. Kendisi tam bir ranza uzmanı. Adeta o ranzayı kendi evi gibi benimsemiş. Ben odada tek başımayken de üstte yatıyordum. Geldiğinde alt katı boş bulunca manyak olduğumu düşündü ama açıkladım. Liseden kalma alışkanlık. Ben hep ranzanın üstünü tercih ederim. İşte o yataklardayız bütün gün, telefon bekliyoruz. Ofisimiz de orası, film odamız da, çalışma masamız da..."Turkish Olympic Sleeper" diyor bana. Dayının yaşına saygım olmasa yapıştıracam lafı ama yatmaktan kafa bi milyon zaten. Sanki kendisi arada bir koşuya çıkıyormuş gibi. Adam 50 yaşında hala skype'da karısından azar işitiyor niye bağlantın yok diye. Ben de ona "Scottish husband of the year" diyorum. Galiba seviyoruz birbirimizi. Bir kampın en önemli ayrıntısı oda arkadaşıdır zaten. Polonya veya Çin mahallesine düşmediğim için şanslı sayılırım. Keza Çin kuyusuna gittiğimde, öğle yemeği salonuna girince duyduğuım o noddle emme sesinden sonra ağız yoluyla çıkarılan seslere tahamülüm azaldı. Ama duygularımın çoğunu askıya aldığım için ne sinirleniyorum ne üzülüyorum. Daha gençken companymanden yediğim azarlar üzerdi beni, etrafımda alışık olmadığım kültürel olgular beni gererdi. Hepsi bitti. Stres yok. Başkalarını değiştirmeye çalışmak ancak bünyeyi geriyor. Sivirisinek ısırığı almadığım her gün benim için mükemmel bir gün artık...Another day in paradise!



Wednesday, October 9, 2013

UGANDA

Afrika'dan dönüşte salondaki koltuğa ellerimi ve bacaklarımı iki yana açarak uzandım 2 gün boyunca. Bu adeta altta kalan güreşçinin tuş edilmemek için aldığı pozisyonu andırıyordu. Neyse sonradan yavaşça yaşama döndük. Bunda ekvator ikliminin üzerine gelen ağır Ankara ayazının da etkisi oldu. Uganda bu mevsimde oldukça sıcak, nemli ve yağışlı. Hem de ne yağış. Forrest Gump'daki tabirle "aşağıdan yukarıya yağanını bile gördük"
(One day it started raining, and it didn't quit for four months. We been through every kind of rain there is. Little bitty stingin' rain... and big ol' fat rain. Rain that flew in sideways. And sometimes rain even seemed to come straight up from underneath. Shoot, it even rained at night...)
Bunun yanında sıtma denen bir illet var ki insanı oldukça tedirgin ediyor. İlk gunlerde Türkiye'de bile gece dışarıda otururken endişelenmeye devam ettim, sinek kovucu krem sürme ihtiyacı hissettim. Onca hayvan, böcü-börtü arasında sivrisineğin en büyük düşman olması adeta yıllardır duvarlara yapıştırdığım sivrisineklerin bir intikamı gibi geldi. Her gece öldürdüğüm sivrisineklerin ruhlarından af diledim. Olur ya arafta sıkışan bir tanesi başımızı derde sokar.

Bu işi yaptığım süre zarfında iki işe gidişim gerçekten çok özeldi. Bir tanesi Karadeniz'deki bir projeye giderken İstanbul'un üzerinden helikopterle geçmek ikincisi de Murchison Fall Milli Parkı'nda neredeyse her sabah-akşam gidiş gelişler. İstanbul'a ilk gittiğimde Boğaz Köprüsü'nden geçerken heyecanlanmış ve o şehirdekilerin ne kadar şanslı olduğunu düşünmüştüm. Zamanla gide-gele köprüden geçmenin son alternatif haline dönüşümünü yaşamıştım. Tabi ki bu bir güzelliğe alışmanın burukluğunu da getirmişti. Uganda'da da aynısı oldu. İlk günlerde yolunuzu bir filin kesmesi, bir zürafanın ağzında ot çiğneyerek size bakması, kıçı açıkta babunların yol kenarında birbirinin sırtını kaşıması...vb gerçekten de işe giderken servisinizin camından gördüğünüzde sizi heyecanlandıran şeyler. Sonra bu bir ay sürüyor. Sabah 5:45'de uyanmak, 6:45'de işe varmak, afyonunuz daha patlamamışken toprak yollarda sarsıntıdan uyuyamamak, iş düşünmek, sıtmaya kızmak eklenince bu güzellik de soluyor ve maymuna, file söverken buluyorsunuz kendinizi. Sonra da bazen kadir-kıymet bilmez olduğunuzu düşünüyorsunuz. Zaten içimde devamlı tartışan iki tip var, bazen bir üçüncüsü de ekleniyor. İlk başlarda kafayı yediğimi düşünüyordum ama sonradan anladım ki yalnızlığın ilacı bu. İçinizde sizin bir kaç versiyonunuz türüyor. Tabi ki günlük geyikleri yaptığınız sayısız insan var ama herkes iş için oraya toplanmış. Gelecek görmediği için veya herkes İngilizce'ye çok hakim olmadığı için genelde arkadaşlık diyebileceğim kavram pek ilerlemiyor.

Kamp hayatı zaten öyle süper eğlenilecek bir ortam da değil. İki kişilik odalar. Duşlar ortak. Beline bir havlu bağlayan koşturuyor duşa. Tuvaletler keza ortak. Yemekhane var. Eğlence için pek bir ayrıntı düşünülmemiş. Bir nevi gün sayıyorsunuz. Fareler etrafta koşuşturuyor ve Afrika'da her şey büyük olduğu için fareleri başta tavşan, kelebekleri kuş sandım ama sonra öğrendim ne olduklarını.

Güzel tarafı çoğunluğu Afrikalılardan oluşan bir ortamda yaşamak oldu. Hayata onların gözünden bakmayı öğrenmek belki beni bambaşka biri yapmadı ama etkilenmediğimi söylesem yalan olur. Ne demişler: "Bir yere giden kişi asla aynı insan olarak dönmez" ama Afrika'da durum biraz daha uçlarda. Tanzanya tecrübemden her şeye hazır gitmeye çalıştım ama yine de etkileyici manzaralar gördüm. Afrika yokluk demek. Libya'da da olmayan şeyler çok, kamp hayatı zaten bir nevi yokluk. O yüzden alışığım aslında. Evimde güreş pozisyonundan çıktığım yegane zamanlarda buzdolabına gittim. Açıp "işte bu yiyecekler istediğim zaman elimin altında" dedim ve çoğu zaman yemeden dönüp yattım. Günde belirli zamanlarda belirli şeylere ulaşmak...Şehirde unutulup giden konforlardan yalnızca birisi. Sanat eseri Libya'ya en son Romalılar zamanında uğramış olabilir. Ama Uganda'da başka türlü yokluklar da var. Mesela tulumumu Libya'da bırakmıştım. Bedenime uygun tulum zar-zor bulundu. Sanki dünya nimetleri oraya çok daha zor ulaşıyor. Arap camiası yine bir şekilde elindeki paranın gücünü anlamış. Üretmeseler de herkesi para ile köle gibi çalıştırıyorlar. Binalar, yollar,temizlik işçileri vesaire getirtiyorlar. Afrika'da maalesef bu bile yok. Onca doğal kaynak adamlara bir fayda sağlamıyor. Biz evlerimize dönmek için gün sayarken bazı Afrikalılar kampta olabildiğince uzun kalmak istiyor. Sebep olarak kampta bütün ihtiyaçlarının karşılanması. Doktor maaşının 200 dolar civarında olduğunu öğrendim. Gerçekten yazık. Bir dindarlık almış yürümüş. Kiliseler, camiler dolu. Hatta bir güzellik salonu gördüm adı: "god is able beauty saloon-tanrı muktedirdir güzellik salonu"...Dedim ki içimden kardeşim tanrı muktedirse güzellik salonuna ne ihtiyaç vardı? Ben o insnalar adına tanrıya kızdım ama onlar hallerinden memnun gibi. Bu olumlu aslında, mutluluğun bir bakış açısı olduğunun ispatı.

Tabi bütün bunların ardından kendi hayatınızı gözden geçirmeye başlıyorsunuz. Tüketimin her türlüsünden soğuyorsunuz. Ülkenizdeki gelir adaletsizliğine yol açan politikalara daha da sinirleniyorsunuz. O kadar eve, arabaya ihtiyacımız olup olmadığını sorguluyorsunuz. İçinizdeki ikili yine bitmek tükenmek bilmez bir kavgaya başlıyor. Bazen keşke görmeseydim dediğim bile oluyor bu ortamları. Afrika deyince aklıma sadece Drogba gelse belki daha iyi olurdu.

Şimdi Uganda'ya bir 6 haftalığına daha gideceğim. Tabi unutmadan Marco Polo'nun sözünü hatırlatalım: "Kimse bana inanmayacağı için gördüklerimin yarısını bile anlatmadım" ve ekleyelim: bana üzülecekleri için de gördüklerimin yarısını bile anlatmadım...Ama her şeye rağmen aşağıdaki fotoğrafları çekiyor olmak da büyük güzellik. Her zaman dediğim gibi: Amor fati...