Tuesday, February 12, 2013

Gri



Çölün ortasındaki hiçlikten sonra okyanusun ortasındaki hiçlikte buluyorum kendimi. Altımda 1100m su var, yürü deseler dibe kadar yürünmez. İnsan kendini çoğu zaman önemsiz hisessediyor. İnsana toplum ve medeniyet içerisinde bir şey olduğunu hissettiren hiçbir şey yok. Kıyafet desen herkes tulum giyiyor, para desen harcayacak yer yok, kariyer desen iyi kötü herkes meslek sahibi. Geceleri balıklara bakıyorum. Ton balıkları yüzeye çıkıyor. Bazılarının boyları ben kadar var. Dünyanın en pahalı gemilerinden birinin üzerindeyim, Deep Sea Metro. Günlüğü 1.4 milyon dolar. Ne acı, saplamışız boruyu dibe, kıpırdadığımız yok. Bunda olacağıma 8 metrelik mütevazi bir şeyde olmak var, sevdiğinle kıyıdan kıyıya gezmek...Allahtan sabah toplantıları var ve benim yürüttüğüm operasyonlar. O zaman kendimi biraz değerli hissediyorum. Yoksa gerisinde ton balıklarının özgürlüğünü kıskanıyorum. "Mühendis bey" diyorlar, gaza geliyorum, koca gemide patlayıcıların anahtarı bir bende var. Anahtarı göstere göstere geziyorum, artiz gibi dolaşıyorum. Ama bizimki fason artizlik. İngiliz şirketi arıyor petrolü, ben servis şirketindeyim. Alman, Türk, Rumen ve İngiliz platformlarında çalıştım. Erkan Can'ın dediği gibi: "Bir memleket gibidir gemi", işin sahibi kimse gemide onun kuralları geçer. Türk platformu Alman'a benzemez, Alman İngiliz'e...Alman platformda çok yabancı bulamazsınız, Almanlar başkasının çıkardığı işe pek güvenmez. Ama bir kere görürlerse işinde iyisin, sana bir daha artizlik yapmazlar. İngilizler her millettten adam çalıştırır ama işini kral da yapsan, İngiliz mertebesine gelemezsin...Gemide en az 40 milletten adam var. Benim gelmemle birlikte yemekhanedeki panoya Türk bayrağı da asılıyor. Belki olimpiyat şampiyonu olamadım ama sayemde bayrağım okyanusun ortasında bir yemekhanede dalgalandı...

Dar Es Salaam'dan sonra beni offshore hazırlıkları yapmam için Mtwara adlı bir şehre yolladılar. Remote location-Uzak lokasyon dediğimiz yerlerden. Pır pır uçakla gittik. Korktum. Havalanından aldılar bizi, ben uyuyorum köylük yerdeyiz diye. Uyandırdılar, geldik diye. Bu kadar altyapısız bir şehir olamaz. Her yerin adı da paradise-cennet. Bu dünyada ne kadar cennete uzaksa insanoğlu, cenent fantazisini gözünde o kadar büyütüyor. Bir taş üstüne taş koymamışlar. İnsanlar bütün gün oturup yağmurun doldurduğu sokakları izliyorlar. İmece yok...Arkadaşım, toplan da şuraya bi lağım döşe, yollara bi taş yap. Acı ama Romalılar bunlardan daha iyi sokaklar yapmışlar. Sömürülmek, organizasyonu ve sorumluluk almayı bitirmiş galiba. Ancak biri gelecek, örgütleyecek, iş yaptıracak. Yoksa dayılar bütün gün oturup bizim nasıl çalıştığımızı izliyor. Gerçi belki onlar da bize acıyordur. Bütün gün mal gibi koşturduğumuz için. Bana göre acil imece lazım buraya. Tek gelirleri bir kaç petrol şirketi. Orada iş bulanlar şanslı. Bi de ona bağlı yansanayiler. Bakkal, bar, otel. Ama ne bakkal bildiğimiz bakkal ne bar bildiğimiz bar. Her şey çok boktan. İş yerine gidiyoruz. Sadece konteynırlar var. Ben ve 3 işçi. Müdürüm burda. İşçiler de dünya karması: Endonezya, Hindistan, Tanzanya. Canla başla 5 gün çalışıp aletleri yolluyoruz. Bu ara yağmur yağıyor, her yeri su basıyor. Su basınca sıtma tehlikesi oluyor. İlacı iyice abartıyorum. Sinek ilacından bacaklarım kaşınmaya başlıyor. Günün birinde otele dönerken yoldaki su birikintisinde çıplak yıkananlar görüyorum, medeniyeti özlüyorum. Çocukların hali içimi parçalıyor. O çamurun içinde oynuyorlar, tek bir oyuncakları bile yok. Keşke biraz oyuncak getirebilseydim. Varlıklı ailelerin çocuklarına çok da lazımmış gibi pahalı hediyeler aldiğim için biraz pişman oluyorum. Bundan sonra bu çocukların aklımdan çıkması imkansız. Aileleri onlara YILDA 200 dolar harcayamıyor olabilir...Fakirlik diz boyu. 10 dolar çok para burada.  Afrika'dan bana hayat boyu miras kalacaklar, her şeyi unutsam çocukların çamur içerisindeki parlak gözlerini hatırlarım. Arabalara el sallıyorlar. Çocukken biz de yapardık. Çocuk aynı her yerde, sonradan toplum onlara şekil verecek. Karşılık veriyorum, tek yapabildiğimin bu olması içimi acıtsa da...Molalarda hindistan cevizi satan amcadan alış-veriş yapıyoruz. İyi geliyor. Coğrafya sınavlarında nasılsa soru çıkmaz diye safsakladığım tropik iklimle her gün imtihan ediliyorum. Çok gezemiyorum. Beyaz adam para demek burada. Petrol işinde olduğu belli. Gerçi güvenli bir yer ama yine de tırsıyorum.

Gemiye gidiyoruz. İşler güçler derken bugün geri geldim. Mtwara'ya bir daha gitmemek için elimden geleni yapacağım. Adam Afrika'ya belgesel çekmeye geliyor. İki aslan çekip gidiyor. Ben orada ter akıtıyorum, otele gidiyorum su kesilmiş falan. Ben de gelirim turist olarak, tavsiye de ederim herkese ama çalışmak için biraz ekstra zor bir yer. İnsanların davranış biçimi de garip. Geleceğim diyor, gelmiyor. Aldım diyor, almamış. Güven duygum tamamen bitti. Ne demiş Nietzsche: "Bana yalan söylediğine üzülmedim, bundan sonra sana inanamayacağıma üzüldüm". İşçiye kızınca da "sen beyaz adam, çok sinirli" diyor. Ben diyorum: "Yemişim beyaz adamı, ben beyaz adam değilim. İngiliz, Hollandalı, Fransız, Portekiz o senin dediğin beyaz adam. Biz de götü zor kurtardık onlardan"...Bu sefer de diyor ki:"Madem sen de siyah, neden bu hiddet?". Kızsam kızamıyorum, sussam susamıyorum. "Ben griyim Miki" diyorum...

Dar Es Salaam'a dönünce racondandır, bara gittim. Bir kadın şarkı söylüyor. Sesi Rihanna'ya da Whitney Houston'a da basar...Belli ki anavatan güzel seslerle dolu. Barda herkes bana bakıyor. Irkçılık benim için artık çok uzak. Değişik milletten insanlarla beraber çalışıp ortaya ürün çıkarınca bir bağlılık oluşuyor. 2 senede insan ailesine bağlandım. Kimler arkamı kolladı, kimlerin arkasını kolladım, sayısı belli değil. O kadar çok milletten insan tanıdım ki. Ama biliyorum insanların bana neden baktığını, çünkü aynı renkte değiliz. Acaba beni beyaz mı görüyorlar, yoksa gri olduğumu farkediyorlar mı?

Biramı içip kalkıyorum...Sıtma ilacı niyetine. Şimdi gideyim de "Lincoln" filmi seyredeyim. Biraz da ağlarım belki Holywood iyi iş çıkartmışsa.

No comments: