Sunday, December 18, 2016

MİHRAKLAR KAHVESİ

2007 Ekim'inin bir sabahı adımımızı attığımız salonda kesif bir mihrak kokusu vardı. Biz 3 kişiydik, onlar var bir 25 kadar. Kestim şöyle bir ortamı. Her mihrak kendi milletinden bir mihrakla oturmuş. Yoksa da coğrafi komşusuyla veya aynı dili konuştuğuyla. Resmi adı yüksek lisans ama içerisi mihraklar kahvesi. Kalabalıkça bir Fransız mihrak grubu duvar dibinde. Zaten Fransızlar mihraklar içinde mihraktır. Rutubetli duvar dibi mihrakları bunlar. O günden beri düşünürüm, nemli duvara romantik şarkı dinletsem, oradan Fransız mihrağı baş verecek gibi gelir bana. Alman var, İsviçreli var. İlk bakışta Fransızların tarafına oturmuşlar ama grubun tam da içinde değiller. Asyalı mihraklar önleri kapmışlar. İtalyan mihraklar çokça. Biz de kalan yerlere oturuyoruz. Afrikalılar da var sessizler. İranlılar da var. Acaba Tebrizliler mi? Lan herkes burada, iyi ki gelmişiz. Olmasak kesin bizi çekiştirirlerdi.

Arada kahve makinasına çıkıyoruz. TL atıyorum, makina kahve vermiyor. Sinirleniyorum. Makinayı tekmeliyorum. İtalyan mihrak yardımsever kisvesiyle sokulup Euro uzatıyor adeta ''senin paran burada geçmez dercesine''. Paran batsın, almıyorum.

Ders başlıyor, yoklama listesi dolaşıyor. Yanımdaki arkadaşı dürtüp diyorum: ''Bak İsviçreli imza atmayacak, taraf olmamak için hiç bir şeye imza atmaz bunlar''. Atıyor, sırf beni yalancı çıkarmak için. Tenefüste gidip soruyorum neden attığını. Beni şikayet ediyor şerefsiz mihrak. Sonra bir gün de silgim kayboluyor. Lan silgiyi benim kaybetmem mümkün değil doğal olarak, bu g*t mihraklardan birisi çaldı kesin. İsviçreli'ye gidiyorum. ''Silgimi bul, o kadar tarafsız adamsın'' diyorum. ''Olmaz'' diyor Almanla konuşmaya devam ederken. Diyorum ''bari arabulucu ol''. Beni yine şikayet ediyor. . Uluslararası ofis savunmamı istiyor. Tek cümle Latince yazıp çıkıyorum: ''homo, homuni mihracus'' (İnsan, insanın mihrağıdır)

Günler günleri kovalıyor. Canım kahve de çekiyor. 3 kere öpüp TL'yi bozup Euro alıyorum. Tanrı affetsin.  Mevzu İtalya'da geçiyor. Tabi bu mihraklık biraz da göreceli. Sonuçta orası İtalya olduğuna göre asıl biz mihrak konumuna düşüyoruz. Haklı davamda haksız duruma düşmek istemiyorum. Böyle böyle mihrakların içinde yaşamayı öğreniyorum. Aslında tanıdıkça seviyor da insan bazı mihrakları. Sicilyalılar hele nasıl kıyak adamlar. Herhalde onlar da iç mihrak olduğundan. Ne bileyim insana sevdiriyorlar kendilerini keratalar. Bir Fransız vardı mesela, evine çağırıp krep yapardı. Baktım başta kesin benimkine az çikolata sürer, az muz doğrar diye. Ama hep adil davrandı. El mecbur iyi arkadaşım oldu.

Kayak yapmaya Alpler'e beni de çağırdılar. Elit sporu diye cak cuk yaptım ama zorla götürdüler. İsviçreli beni kesin bayırdan iter diye düşündüm ama çocuk baya öğretmeye çalıştı. Böyle böyle milyon hadise 3 senede. Mihraksız günüm geçmiyordu adeta.  Bazen kalbimi yokluyordum, bakıyorum mihraklara karşı kalbimde bir yumuşama. Bizim öteki Türkler zaten su koyuverdi. Baktım mihraklara aşık olmalar falan başladı bunlarda. Çektim uyardım, ama dinleyen kim. Evlenen bile var şimdi aralarında. Yarı mihrak bebeleri oldu, bazılarınınki koca koca çocuk bile oldu. Yeminle de çok tatlılar. Mihrak demezsin.

Ben alerji oldukça mihrak ortamı beni buldu. İşe de mihraklı yerde başladık. Güney Amerika mihrakları da nasıl eğlenceliymiş ki adeta mihrak değilmişçesine. Araplar, Ruslar, Saksonlar ve Amerikalılar zaten sektörün olmazsa olmazları. Mücadele bile edemedim. Norveç'te Türkmen ve Meksikalı ev arkadaşlarım vardı. Gittiler, İranlı geldi. Semaveri vardı. Norveç gibi yerde çay demleyen adamı nasıl sevmeyecen? Suud'da sırtım tutuldu klimadan, ama nasıl bir ağrı 3 gün. Çölde doktor yok. Azeri yakı verdi. İşte bu! İki devlet tek millet.

Almanya'ya taşındım bir ara. Ev arkadaşım Sebastian. Dresden'li. Doğu Alman. Bende artık aşırı mihrak tecrübesi var, o baştaki saf değilim. Doğu Alman mihraktan çok mihrakçıdır. Bilen bilir, Türk alerjisi çok olur. Eve kurulmuş paşam. Ben gidince ilk gün tanıştık. Başladı o yasak bu yasak saymaya. Hiç birisine uymadım. Delirdi. Sonra kebap barbeküsü yaptım da barıştık. Tek delirtebildiğim mihrak bu oldu.

Almanya'dan da ayrıldım. Hollanda'da zaten mihraklık kavramı oturmamış. Adamlara net bir dille ''sen mihraksın'' diyorum, ''önemli olan benim mihraklığım değil, sen beni mihrak olarak algılıyorsan bunu çözmeliyiz'' diyor. Lan ben çözmek istemiyorum ki, mihrak kal işte. Mihrak iyidir. Bir şeyi batırdım mı nasılsa ''mihraklar bana karşı'' der çıkarım oradan. Çözecek sorunu da sonra ben özeleştiri verecem. Oyunu bozdum. Gittim bunların dolaptaki ekmeklerini yedim. Hollandalı'nın zayıf noktası malıdır. Madem ekmek yiyecekmişim, neden hafta başı ekmek listesine adımı yazdırıp ben de para koymuyormuşum. Lan 2 dilim ekmeğinizi yedim alt tarafı. Onu da kurala bindirmişler. Şov olsun diye dolaba kral ekmek aldım. ''Alın lan, yiyin, gözünüz doysun'' dedim. Hayvan gibi yediler. Demek Hollanda mihrağı böyle oluyor. Ağzından artizlikten veya kibarlıktan bir teklif çıkmasın. Müdür de Hintli mihrak, onun müdürü Cezayirli, onun müdürü Trinidadlı. Ben derdimi kime yanam? Ne deseydim Trinidadlı müdüre çıkıp: ''Valla ülkenizin yerine haritadan bakıp geldim, Ato Boldon da çok kral sprinterdi de Hollandalılar ekmeğimi yedi. Malum ben de ekmeğimin peşindeyim, size geldim''. Ne zor günlermiş.

Orası burası derken İstanbul'dayım. Hayatımın bir kesiti mihrakların arasında geçti ama ben bu kadar mihrak muhabbeti başka yerde duymadım. Acaba onlar da beni Türk mihrak olarak mı hatırlıyor? Lan ben de mihraklık yaptım mı acaba? İçim içimi yiyor şimdi. Mihraklar kahvesinin bir ferdi olmak istemiyorum. Çok karışık mevzu.







Thursday, December 1, 2016

Fundamentals- Temeller


Epeydir böyle yağmur görmemiştim. Avrupa yağmuru gibi maşallah. Kesintisiz, soluksuz yağıyor iki gündür. Avrupalı alışıktır buna, hava durumunu kontrol eder de çıkar. Telefonundan hava durumu app'ını eksik etmez. ''15 dakika sonra sulu sepken başlayacak'' diye mesajını alır akıllı telefonundan, ona göre yağmurluğunu da şemsiyesini de ayarlar. Bizim TV'deki adam durmadan panik yaratıyor: ''Çok yağmur yağacak, hasta olacaksınız. Kar geliyor, aç kalacaksınız''. Lan bi dur yağsın, ülke kurudu gitti, çöl oluyor.

Yağmurun ilk günü şemsiyeli az olduğundan sıkıntı azdı da bugün kaldırımlar şemsiyeli dolu. Yürümek zorlaştı. Yağmurun devamlı olduğu şehirlerde, yoğun şemsiyeli insan olan yerlerde bir racon vardır. Bir taraftaki insanlar şemsiyelerini daha yukarıda tutarak yürürler. Böylece kimse kimseye zarar vermeden, hız kesmeden yürür. Tabi ki beraber yaşama adına çok az şey bilen bizim gibi toplumlarda böyle bir kültür yok. Taka-tuka şemsiyeler çarpışıyor, millet birbirinin gözünü çıkarıyor. ''Afedersiniz, gözünüzü çıkardım. Yerleşik hayata geçen hafta geçtim de...Şimdi gidip evin duvarlarına şemsiye ve av hayvanı çizeceğim''

Diyeceksin ki adamın derdine bak, neye takmış. Haklısın ama bir Alman Atasözü der ki: Küçük şeyler önemlidir çünkü büyük şeyler fena halde küçük şeylere benzer. Şemsiyeyle yürüyemeyen adam, arabayla kaldırıma parkeden adamla veya makas atıp hayatınızı tehlikeye atan adamla aynı adam. Hatta bunlar tuvaleti başkası kullanmayacakmış gibi bırakanlar da aynı zamanda. Bunlar birarada yaşamayı bilmeyenler.

Temel eğitim burada devreye giriyor. Sağlıklı bir temel eğitim matematik-fizik-okuma yazma-din vb öğretmez. Sağlıklı bir temel eğitim asgari paydada birbirini anlayan ve bir arada hayatını sürdürebilen bireyler yaratır. Oradaki matematik, dil bilgisi vb de zaten buna hizmet eder. Herkes olasılık dehası olsun diye yoktur temel eğitim ama herkes aynı tuvalete sıçabilsin diye vardır.

Trafik desen apayrı bir dünya. Çamaşır makinası kullanımı ile araba kullanımının öğretilmesi arasında hiç bir fark yok. İki makinanın da tuşlarını öğrenebilirsen, çalıştırabilirsen o makinanın bütün sorumluluğunu alabilirsin. Halbuki trafik baştan sona bir arada yaşama ve aynı kurallara uyarak senkron sağlama işidir. Ama ben trafik levhalarının yarısını Almanya ve Hollanda'da öğrendim.

Almanlar bizim bu işi bilmediğimizi çözmüş. Dediler ki bana ''Türk ehliyetini verip Alman ehliyeti ile değiştiremezsin. Yeniden ehliyet kursuna gireceksin''. Hiç direnmedim. Polizei fikrini ne yaparsan yap değiştirmez. Hem yazılı hem de sürüş sınavı olacakmış. Sınava gitmeden özel ders almam tavsiye edildi. Belki 10 senedir Türk ehliyetimle araba kullanmışım ama ne çare. Hocayı tuttum.

İlk derste verdi adam arabayı bana. Şehir içi-dışı turlayıp geleceğiz. Ne kadar zor olabilir, kendime son derece güvenerek bindim arabaya. Başladım sürmeye. 3-5 dakika geçmişti ki adam sordu: ''neden 50'yi geçiyorsun, derhal yavaşla''. Baktım, adam çok ciddi. Dedim: ''Yol boş''. Adam şaşırarak baktı: ''Hız levhaları tavsiye değil, kural''. 5 dakika sonra ''Dur'' levhası olan bir ışıksız kavşak geldi. Yavaşlayıp vites küçülttüm, öne doğru eğilip dolmuşçu duruşuna geçtim, sağa sola baktım. Zaten Almanya'nın 10000 nüfuslu şehrindeyiz, gündüz iş saati. Tabi ki yol boş, gazladım. Hoca başladı ayağına basmışım gibi bağırmaya Alman aksanıyla ''Das ist nicht richtig'' falan velveleye vermeler. Bu sefer ben ters baktım. 'Dur demek dur demekmiş. Hızın sıfıra düşmesi, bir süre hareketsiz kalmak demekmiş. İyice geri zekalı muamelesi. Devam ederken bir kırmızı ışık geldi. Durdum. Yaya geçidine sıfır durmuşum. Yaya geçidinin 1-2 metre önünde duracakmışım da arabada oturduğum yerden yaya geçidinin hepsi görünecek şekilde. ''Hoca beni tükettin ya'' dedim. O da bir yandan Almanca söyleniyor. Arabaya ilk bindiğim andaki özgüvenden eser bırakmadı. Ama hakkımı da veren bir cümle söyledi: ''Allahtan kırmızıda duruyorsun''. Sonra şehir içerisinde daha fazla barınamayacağımı anlamış olmalı ki şehirlerarası yola çıkmamı istedi. Biraz rahatladım. Şehirlerarası yolda kural daha az sonuçta. Yayadır, bisiklettir, ışıktır, bu gibi trafiğe mani hadiseler yok. Daha yola ancak çıkıyorduk ki bir levha gösterdi bana: ''Bu ne?'' dedi. Yemin ederim hala o cevap utanç abidem olarak birebir aklımdadır: ''Triangle (üçgen)''. Herhalde o anda hoca yaptığım işi bilmese ''idiot'' damgası vurup beni eve yollardı. Ancak dunkof olduğumu düşünmekle yetindi ve olayı açıkladı. Az daha gittik. Ben döner kavşakta araba varken daha onun gelmesine çok var diye döner kavşağa girdim ve ''döner bizim işimiz'' diye espiri yaptım. Gerçekten de ben kavşakta araba varken kavşağa girilmeyeceğini o güne kadar hiç duymamıştım. Adam ciddi anlamda arabayı benden almayı düşünmeye başladı. Çok üzüldüm. Onca yıldır araba kullanan ve iyi kullandığını sanan birisi için ağır bir duyguydu. Çok da üzüntümü belli etmedim ama. Almanya'da Türküz sonuçta. Moda girmişiz. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum. En son yine bir yol ayrımına yaklaşırken içi taralı, düz çizgili bir alandan biraz kestirme yaptım. O noktada hoca da dayanamadı: ''süre doldu, eve dönelim'' dedi. Eve varıp arabayı teslim ettim. ''Seninle çok ders yapmalıyız. Bu yaptıklarının bir tanesi bile ehliyet sınavından kalman için yeterli, sen sayısız hata yapıyorsun'' dedi. Düşündüm: ''kurs parası kapmaya çalışıyor çakal''. Sırıttım. Adam tiksindi ve hatta tiskindi. Ayrıldık.

İkinci dersi bile yapamadan bu hadiseden bağımsız ben Libya'ya gittim. Hocayı da aradım: ''ben Libya'ya gidiyorum. Başka ders yok, kuralınız batsın'' dedim. Libya'da şirket araba kullanmamı istemediği için şöförüm vardı ama ortam aslında tam bizim habitat. Carmageddon. Bulduğun yerden dön, yol kes, refüje çık, korna yap, yayaları tırstır. Hepsi var. Trafik polisi diye bir birim görmedim. Zaten Arap Baharı da taze bitmiş. Tam bir anarşi ve kaos hakim. Oradan Afrika'ya geçtim. Orada zaten yol yok. Bana yine araba vermediler. Suud'da da araç yok bana. Zaten çöl. Bir daha ben arabayı Hollanda'da gördüm.

Hollanda'da da normalde ehliyet değişmiyor ama ben ''high skilled immigrant (nitelikli göçmen)'' vizesi ile gittiğim için verdiler sınavsız ehliyet. Ehliyet de yetmiyor, şirketin iş güvenliği uzmanından da onay almam gerekiyor. Beraber çıktık arabayla. ''Commentary drive'' diyorlar bu hadiseye. Hem sürüp hem de adama neyi neden yaptığını açıklayarak ilerliyorsun. Almanya'da öğrendiklerimi aynen sattım. Hollanda'da iş bisikletler yüzünden iyice karmaşık. Her kavşakta her kaldırımda bisiklet yolu da var. Neyse bir şekilde becerdim, adam verdi yetkiyi. Kapıyı kapatırken dedi ki: ''Ne yaparsan yap, burada bisiklet haklarını ihlal etme. Onlarla sakın kazaya karışma''. İfade daha bir ay önce bana Suud'da: ''Sakın porno ve içkiyle yakalanma'' diyen görevlinin ifadesiyle aynı ama içerik tamamen farklı. Sonraki aylarda baya Avrupalı gibi uyuz uyuz, herkese yol vererek sürdüm. Yol seninse asla yavaşlamayacaksın, yol başkasınınsa muhakkak duracaksın. Makina gibi, tıkır tıkır senkronize. İki kere park cezası yedim, onu da zaten anlatmıştım.

Hikaye böyle bitse iyi ama sonra ben İstanbul'a döndüm. Bütün bu kazmalıktan kurtulup düzgün bir sürücü olmak için aylarım geçmişti. Tabi geri gelince bir anda hemen kazma olamıyorsunuz. Yayalara yol vermeler, kavşaklarda arabalara yol vermeler, hız sınırlarına uymalar, o kurala uy, bu kurala uy. Yaptığım şeylerin doğruluğundan şüphem yok, kitap gibi sürüyorum ama kornalar, küfürler. Yol verdiğim yayalar bile bana sövüyor ''geç de beklemeyelim burda mal gibi'' diyen adam gördüm ben yaya geçidinin kıyısında. Ama en acı darbeyi ''sen böyle sürersen biz hiç varamayız'' diyen yakınlarımdan yedim.

Bugün artık Hollanda'daki halime göre epey kötü bir şöföre dönüştüğümü bilerek sürüyorum var olabilmek için. Ne kadar kural ihlal edersen o kadar ustasın. Taksicilere, dolmuşçulara ve kamyonculara sorsan onlar en usta olduğu için böyle sürüyorlar. Resmen 007-''License to kill'' adamlar ama usta işte. Avrupa'da trafik kelimesi uyum anlamında kullanılıyor, bizde ise tıkanıklık anlamında sonuçta. Bozuk orkestrada düzgün akortla çalmaya çalışınca uyuzlukla suçlanıyorsunuz. Bir arada yaşamaktan haberimiz yok. Belki denesek hepimizin hayatı güzelleşeceği için seveceğiz de. Ama yok, temel eğitim eksik azizim. Asgari koşullar iyi olmak için yetersiz.