Sunday, May 14, 2017

JAMAİKA-2




Jamaika'yı yazmanın zorluğu bildiğimiz yerlerden çok değişik olmasından. Afrika'yı bilenler için söylemek gerekirse ''Afrika'ya giriş'' ideal bir tabir olabilir. Yeni dünya işgal edilirken adadaki yerliler yok olmuş, İspanyollar ve İngilizler tarafından yerleştirilen Afrikalılar kültürün de temelini atmış. Maalesef bugün eski yerlilerden pek bir şey kalmamış gibi. Ben bugünün Jamaika'sını yazacağım haliyle. Yalnız korkum, oranın otantik havasını yazarak vermenin zorluğu. Çünkü gerçekten çok acayip bir yer. Bu öyle bir görecelik ki; eski dünya insanları olarak bizler için İsveç'i anlamak, Jamaika'yı anlamaktan çok daha kolay. 

Bir kere adamlar henüz para kazanmakla kafayı bozmamışlar. Parayı sevmiyorlar ya da paranın hükmü yok demiyorum. Ama her baktıkları yerde para kazanma enstrümanı görmedikleri garanti. Dünyanın en iyi müziklerini herhangi bir yerde dinlemeniz mümkün. Müzik (ve resim) konusunda o kadar ileri bir uygarlık ben hayatımda görmedim. Gittiğim her yerde istisnasız aşırı iyi müzisyenler görmeme rağmen bunun piyasası oluşmamış. Bağış atmanız gayet yeterli. Ya da romunuzu paylaşabilirsiniz ya da cigaralık için bir şeyler yapabilirsiniz.

Sanırım doğru tabir bir çok şey için henüz piyasanın oluşmamış olması. Bizim eski dünyada her şeyin bir piyasası var. Bu o kadar iliklerimize işlemiş ki orayı anlatmakta temel olarak zorluk oluşturan temel nokta bu. Bambaşka bir kafa yapısı hayal etmek lazım.

Turistlerin çokça olduğu bir plaja gittik. Frenchman's cove. Böyle bir egzotik güzellik ben daha önce görmedim. Bizim cennet vatan yanında biraz mahçup kalabilir. Orada bir restoran var. Jerk chicken siparişlerimizi verip denize girdik. Çıktık, daha gelen giden yok. Garsona sordum, ''Soon come'' dedi. Vay dinine yandımının tavuğu 1,5 saat oldu, yok. Mutfağa gideyim, biraz ''paramızla rezil oluyoz'' tribi atayı dedim. Usta kafasını bir çevirdi, gözler kıpkırmızı. Sanmayın bu mangalın dumanından. Şef düpedüz esrara bağlamış. Böyle buyurgan olunca beyaz adam olarak, tarihi bir yarayı da deşiyorsun. Adamlar iyice terse bağlıyor. ''Vay başgan, açlıktan öldüm. Ver şu süper tavuktan'' falan diye giriliyor lafa. Ama dayı açmış radyodan Ken Boothe, seninle aynı zaman algısında değil ki. Sana olmuş 1,5 saat- onun zamanında bunun karşılığı ne bilen yok. Yumruğunu uzatıyor ''respect'' çekiyor. Bu yumrukları tokuşturduktan sonra, sana kanı kaynadı demek. Neyse, laflıyoruz ekmeğimizin derdine ama dayı acayip şeylerden bahsediyor. Kardeşlik, one love vb...Velhasılkelam, en turistik yerde 2,5 saat sonra yiyebiliyoruz yemeği. Öyle kalabalıktan falan da değil, siz şimdi piyasa kafasıyla öyle anlarsınız. Mesele o değil. Başka bir zaman ve dünya algısından tamamen.

Sonra yoldayız. Küçük kasabalar falan gidiyoruz. Böyle yol kenarında ahşap kulübeler var. Bunları TV'de falan görmüşsünüzdür. Duruyoruz. Alt tarafı 6 tane su alacağım. Hava karardıktan sonra böyle dükkanın önünde bir araba dursa hemen birisi koşar gelir ''ne vereyim abi?'' tavrında. Yok. Kulübeye giriyorum. İçerisi duman altı. Şişman bir abla var kasada. Bir de abladan ayrı masanın üzerinde duran devasa göğüsleri. Masalarda da bira içen 3-5 insan. ''6 tane su alabilir miyim?'' diyorum. Yüzüme bakıyor abla ve suratında şöyle bir ifade var: şimdi şu koca popomu kaldırıp sana su satmam için beni ikna etmelisin. Bu çok anlaşılmaz bir tavır bize göre ama orada çok normal çünkü bizim gibi bakmıyorlar olaylara. Para kazanmak için rahatını bozacak değil. Ablayı ikna etmek başlı başına bir mesele iken, bir de dev göğüsleri de ikna etmeli. Kendimi tokatlıyorum, esrar dumanı çarpmış olmalı. ''Yoldayız da susadık falan diyorum''. Hemen orada oturan birisi muhabbete giriyor, laflar, muhabbet, respect vb. Abla diyor ki: ''soğuk su yok''. ''Canın sağolsun be ablam. Ne olur biraz su ver''. Zorla kalkıyor, 4 tane su veriyor. ''Bu kadar var diyor'' Hakikaten de o boy sadece 4 su kalmış. Rızkımız buymuş, alıp gidiyoruz.

Ertesi gün de Blue Lagoon'a gidiyoruz. Blue Lagoon ünlü Blue Lagoon ve Cocktail filmlerinin çekildiği bir başka cennet köşesi. Orada bir kayıkçı bizi adaya bırakıp 45 dakika sonra almayı kabul ediyor. Genç bir çocuk, adı Ryan. Varınca bahşişini vereceğim ama çocukta kafa tabi ki bir milyon. Unutur kesin diye, ''parayı dönünce vereceğim'' diyorum. Sadece gülüp, gidiyor. Tam 45 dakika sonra başka birisi geliyor ve bizi alıyor. Ryan'ı soruyorum, adama borçlandık. Ryan eve gitmiş. Utanıyorum, işte bizim piyasacı dünyamız böyle. İnsanlara özellikle para söz konusu olunca güvenemiyoruz. Tabi Jamaika tipi laiklik de gelmiş adamlara. Esrar işleriyle, günlük hayatın işlerini tamamen ayırmışlar. Yani kalite bir rastafaryan ibadetini de yapıyor, ama bizi de adada bırakmıyor. Buna da ikna olmam zaman aldı. Ama olan Ryan'ın rızkına oldu.

Şu an artık zaman, para, muhabbet ve piyasa konusunda bir algı oluşmuş olmalı. Her şey yavaş. Kötü değil ama değişik. Hatta insanı kendisine getirmesi açısından zihin açıcı bile denebilir. Bizim kodlandığımız bazı şeylerin hayatın vazgeçilmezleri olmadığı konusunda büyük dersler var Jamaika'da. İtiraf edeyim, çok daha insanlar. Eski dünyanın ciğeri kokuşmuş azizim. Ama daha da acısı, yakında bu yerler de kokuşacak. Daha da sıcak olacak.