Tuesday, November 20, 2007

MILANOYA BAŞARILI OLMAYA GELDİM...HOCAM FIRSAT VERİRSE ÇIKAR;ELİMDEN GELENİ YAPARIM.
















Baktım blog yazıları hep gezip tozmayla ilgili olmuş. Oysa biz buraya okumaya geldik. Bu aralar bir ödev verdiler ki gerçekten zor, İtalyan zoru değil yani....2 haftadır üzerinde çalışıyorum. Bu ödev bizi sınıf arkadaşlarımızla yakınlaştırdı tabi ki...Ama Asya’lılar bireysellikten ödün vermiyor. Oysa ben devamlı “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” probagandası yapmaktayım sınıfta. Çağrıma Kolombiya’lı Juan Pablo cevap verdi...Bu ödev yüzünden iyi bir ikili olduk. Fakat bir Türk ve bir Kolombiyalı yan yana olunca insanlar başka şeyler düşünüyolar. Oysa biz ilim irfan peşindeyiz. Gel de anlat gavura....Gerçi Politekniko’da master yapıyorum demenin İtalyanca’sını biliyorum. Burda var biraz prestiji. O zaman işler değişiyo...

Burada Milano merkez tren istasyonunda uluslararası yayınları bulabileceğimiz bir büfe bulduk. Hürriyetin gurbetçi baskısını edinebiliyoruz bu büfeden...ama gazete Türkiye’de çıkan Hürriyetten çok farklı...Her sayfasında Avrupa’daki Türklere yapılan haksızlıkları anlatan haberler ve şiddet var. Örneğin dünün gazetesinden manşetler: “Londra Teksas olmuş, 3 ayda 3 Türk genci öldürüldü”, “Eurotürk’e loto tuzağı”, “ Kayınvalidemle iki görümcem kızlığımı plastik muzla bozdu”, “Dolmuş kültürü Münih’e taşınacak”, “ Türk annenin dramı”, “Kasap Yıldırım, kurban kestirecek olanları uyardı : Belçika ve Hollanda’daki mezbahalarda etler çalınıyor.” Bunlar yetmezmiş gibi İclal Aydın da Ayşe Armana röportaj vermiş: “Acayip güzel acılar yaşadım” Tabi her sayfadaki döner makinası ve et bayii reklamları da cabası...İnsan bu gazateyi okuyunca nefretle doluyor, sokağa çıkıp sinirlenesi geliyor. (Şakadan)

Ben buna ek olarak bir de Osmanlı’nın kuruluş yıllarını anlatan Kemal Tahir romanı “Devlet Ana”yı okumaktayım.Kitap çok güzel olmakla birlikte Osman Bey, Frenk’e aman vermemekte, kafaları acımadan almakta....

Bu kadar faktör birleşince geçen gün kafede talihsiz bir olay yaşadık. İtalya’ da Türkçe konuşurken çok rahat olduğumuzu yazmıştım daha önce, yine o rahatlıktaydık. Sonra bize bir kaç yabancı arkadaş da katıldı. O ara İngilizce’ye geçmişiz. İngilizce de anlamadıklarını düşünüp yine rahat rahat konuşmaktayız. Laf döndü dolaştı Türkiye’ye oradan da 1. Dünya savaşı ve kurtuluş savaşına geldi. Biz heyecanla yabancı arkadaşlara Almanlar yüzünden nasıl yenik sayıldığımızı, kurtuluş savaşını nasıl kazandığımızı anlatırken adeta sandalyede değil, Söğüt Domaniç yaylalarındaki Türkmen atlarında oturmaktaydık. Tabi ben de dedim ki “Benim dedem de savaşmış, kızdırmasınlar keserim bu Avrupa’lıları”. O an anladık ki etrafta baya İngilizce bilen varmış. Sayabildiğim 10 kişi kadar insan bana bakmaktaydı...Tabi yabancı arkadaşlar ve biz de gülmeye başladık...Ne at kaldı ne kılıç...Sonra biz gülünce etraftaki Avrupa’lılar da rahatladı biraz....Ama yine de çoğu kahvelerini bitirip kalktı.

Bu hürriyette yalnız güzel bir haber vardı...Kamyon yazıları yarışmasının sonuçları...Şimdi oradan bazı yazıları paylaşmak istiyorum:

-Kamyon çeker 10-20 ton, gönlüm çeker Paris Hilton.
-Araman için ille de hata yapmam mı gerekir.
-Ne Müslüm’den, ne de Orhan’dan, sevdiğim tek parça “yedek parça”
-Sağlam şöför kalmaz rampada, Müslim baba sığmaz I-pod’a...

Bu arada 23 Kasım’da İtalyan Telekom’dan bizim interneti bağlamaya geleceklerini söylemek için aradılar. Umarım daha fazla uğraşmak zorunda kalmayız da bağlanır artık internet. Burada insanlar o kadar telaşsız ve umursamaz ki anlatamam. Beklemeye o kadar alışıklar ki...Kimse hiç bir konuda stress yapmıyor. Umarım ilerleyen zamanlarda ben de bu rahatlığa ulaşırım...

Ciao!

Friday, November 9, 2007

halloween-milano-floransa-bergamo


08.11.07

Kasım ayı başından itibaren çok hareketli günler geçirdim. 31 Ekim- 4 Kasım arası tatiller (Tüm azizler günü) ve hafta sonu nedeniyle tatil oldu. Bu arada Gözde de Türkiye’ den beni ziyarete geldi. Gidişi çok maceralı olsa da çok güzel vakit geçirdik. Gelirken de çok özlediğim siyah çay, demlik, rakı ve de pul biberle geldi.

31 Ekim gecesi Milano’da bir erasmus Halloween partisine katıldık. Parti yapılan mekan çok güzeldi, kokteyller de çok başarılıydı. Geceye öğrenci kostümü ile katılıp dikkatleri toplamayı başardım. Bu gecede İtalyan erkeklerinin dünyaya yayılan ününü gözlerimle gördüm. Ama içimden de “Allah sevdiğim insanları bunların içine düşürmesin” dedim. Adamlar gitten, gelden anlamıyor arkadaşım. İçeride Alman var, İngiliz var, Türk var...hatunlar git dedikçe sarılıyorlar...Sonunda da hepsini tavladılar yalnız. Parti sabaha doğru bitti,biz de trene atlayıp memleketimiz Lecco’ya geldik.

Biz bu Lecco’yu memleket bildik ama hakkında bilmediğimiz bir şey öğrendik. Lecco, “leccare” fiilinin birinci tekil şahıs, geniş ve şimdiki zamana çekilmiş haliymiş. Fiil de yalamak anlamına gelince ne oluyor: “Yalarım”. Hatta İtalyanca soru cümleleri, normal cümlelerden tonlamayla ayrıldığı için yanlış tonlamada “Yalayayım mı?” anlamına da gelebiliyomuş. Artık pek söylemiyoruz nereli olduğumuzu.

2 Kasım Cuma günü Gözde ile beraber Milano’ya gittik. Orada ev arkadaşım Can’la da buluşup dünyanın en büyük katolik kiliselerinden biri olan nam-ı diyar Duomo’yu (3. büyük kilise-San Piedro Roma ve Sevilla Catedralden sonra) ve Castello’yu gezdik. Duomo yapımı uzun yıllar süren inanılması güç bir yapı, tam bir şaheser. 12000 metrekare ve 40000 kişiyi oturarak alabilecek kapasitede. Duomo meydanında bir de MTV Europe stüdyosu var. Bağrışan gençler oluyor sanatçı geldiğinde. Yine orada çığlıklar atıyolardı ama kimin geldiğini çözemedim. Castello da bir orta çağ kalesi...Arka tarafında da Napolyan’un Milano’ya girdiği bir kapı var. Milano üzerine yorumlarımı biraz daha gezdikten sonra yazmak üzere burada kesiyorum.

3 Kasım Cumartesi günü trenle Floransa’ya gittik. Aslında Floransa’ya günübirlik gitmenin yetersiz olacağı yönünde bilgi almıştık ama gitmeye karar verdik. Milano’nun neredeyse 400 km. güneyinde. Burada ulaşım nerdeyse tamamen trenle sağlandığından tren biletlerimizi aldık ama trenlerde bir Kamil Koç tadını bulamadım. Orta hızda bir trendi, hızlı trenden bilet bulamadık. Floransa’ya Gözde, Can (ev arkadaşım), Gökhan( ev arkadaşım), Juan (Sınıf arkadaşım) olmak üzere kalabalık bir kafileyle gittik. İnanılmaz etkileyici bir şehir. Şehrin her yeri tarihi ve İtalyanlar en ufak kasabalarında bile tarihi yapıları çok hassas bir şekilde korumaktalar. Tabi ki Floransa gibi Rönesansın doğduğu bir şehri de çok iyi muhafaza etmişler. Bunun ekmeğini inanılmaz turizm gelirleriyle yemekteler. Hayatımda hiç bu kadar turisti bir arada görmemiştim desem yeridir sanıyorum. Orada da görebildiğimiz kadar yeri görmeye çalıştık ama müzelerin önünde abartmıyorum yüzlerce kişilik kuyruklar olduğu için ninja kaplumbağalardan isimlerini ezbere bildiğimiz sanatçılarımızın heykel ve resimeri göremedik. Yalnız Floransa’da akıllara durgunluk veren bir olay yaşandı. Gözde’yle hatıra olsun diye birer şehir tişörtü almak üzere bir dükkana girdik. Tişörtleri beğendikten sonraki diyaloğu aynen aktarıyorum:

Ben: How much does it cost? (Tişörtü kastederek)
Tezgahtar: 10€
Ben: This one also? (Gözde’nin tişörtü için)
T: Yes, 10€...
Ben: So both of them makes 15€? (Pazarlığa giriş)
T: and you are Turkish, right?

Kadın o kadar emin söyledi ki....sormadı bile....bana sadece onaylamak kaldı...Adeta kilitlenip kaldım. Tabi sonra hep beraber güldük. Güldük de indirim falan olmadı. Kadın “teşekkür”, “güle güle” falan deyip şirinlik yapsa da aldı bizim paraları. Ben de tipik Türk davranışları sergilediğim için gurur duymadım değil...Yakında okuldaki kahve makinesini de çözeceğim. 5 kere cappucinoya, 4 kere latteye basınca bedava esprossa verir belki....

5 Kasımda Gözde’nin uçağı vardı. Uçak, Orio al Serio adlı bir hava alanından kalktı. Bizdeki Sabiha Gökçen tarzı bir hava alanı. Ucuz uçaklar buraya inip kalkmakta. Uçuş sabah 07:10’da. 05:10’da hava alanında olmak imkansız olduğu için couchsurfing’den hava alanına yakın bir ev bulduk. Pazar akşamı arkadaşımız Alfredo ile buluştuk. Alfredo doğma büyüme Bergamo’lu olduğu için bize tarihi yerleri gezerken de rehberlik yaptı. Citi’ alta (Yüksek şehir) adı verilen tarihi Bergamo şehrini gezdirdi. Şehir Venedik devletine bağlı olduğu zamanlarda etrafına yapılan surlar hala ilk günkü gibi ayakta. Adeta bir uç şehir olmuş Venediklilere. İçeride hala kliseler,şapeller,kütüphaneler durmakta. İnsan tarihin böylesine korunduğunu görünce İstanbul’a üzülmeden edemiyor. Eski şehirde bir tane restorana gittik. Çok şahane İtalyan yemekleri yedik, mahsen imalatı şarap içtik. Sonunda pizza ve makarnadan başka İtalyan yemeği yiyebildiğim için çok sevindim. Alfredo, Kuzey Avrupa hariç Asya ve Avrupa’nın neredeyse tamamını gezmiş, yetmemiş, Kuzey Amerika ve Güney Amerika’da da bulunmuş tam bir gezgin. Bombardımanın üçüncü gününe kadar da Bağdat’taymış. Bağdat’taki fotoğrafları gösterirken biraz hüzünlendi. Türkiye teskereyi reddettiğinde Bağdat’ta parti yapmışlar savaş olmayacak diye...Mutfağındaki raflarda gittiği ülkelerden aldığı topraklar vardı kavanozlarda. Pamukkale, Kabadokya topraklarını da gördüm. İşin ilginç olanı, Alfredo’nun Konyalı halıcı Ali ile olan arkadaşlığı. Bizim halıcı Konya’dan halıları kamyonete doldurup İtalya’ya satmaya geldiğinde tanışmışlar. Daha sonraları Ali buraya çay,rakı falan getirmeye başlamış. Alfredo da bağımlı olmuş. Bize çay demledi. Kahve yerine çay seven bir İtalyan çok acayip...

Alfredo bizi sabah 5:15 civarında hava alanına götürdü. Vedalaştık. Sonra Gözde valizini verdi. Sonra 6:45 civarında el bagajıyla benden ayrıldı. Alıştıktan sonra uğurlamak zor oldu Gözde’yi...Bir mucize gerekiyordu ve oldu. Gözde kapıda biraz fazla oyalanınca uçağı kaçırmış. Fazladan 2 günümüz daha oldu. Allahtan myair var. İnsan uçağını kaçırsa bile kafasını duvardan duvara vurması gerekmiyor. Beraber 2 gün daha geçirip bugün sabah Gözde’yi uğurladım...

Bu haftadan sonra İtalya’yı çok daha fazla sevmeye başladım sanırım. Gerçekten görülecek çok şey var. Mesela “Last Supper”( http://www.youtube.com/watch?v=10LVlHdNMaE)Milano’da beni bekler....

Ciao!