Saturday, December 31, 2011

2011-2012

Bu yılın muhasebesi biraz zorlu. 5 ülkede yaşadım, çok ülkeden insan tanıdım. Değişik yemekler yedim ki çoğu benim zaten bildiğim mutfak kültürünün çok altındaydı. Hayatımın önceki yıllarına göre çok çalıştım, çok öğrendim, çok mücadele ettim. Geçen yıl bu zamanlarda ne döndüğüne dair bilgim olmayan bir sektöre girdim. Radyoaktivite gördüm, patlayıcı düzeneği bağladım. Kısacası 2011 tamamen petrol-gaz dünyasına adadığım bir yıl oldu.
Bugün bakıyorum da en çok insan tanıdığım yıl, en yalnız yılbaşım olmak üzere.
Özlediğim herkese burdan selam olsun. Sağlıklı, mutlu, başarılı bir yeni yıl geçirelim.

Wednesday, December 28, 2011

İşten Eve

Biraz sarsıntılı da olsa işten eve bisiklet üzerinde gidişimin videosu...Etrafı görmek açısından faydalı. Normalden iki kat daha hızl, bir de sürüşün kısmen riskli olduğu yerlerde çekimi durdurdum. İşte "Dünyanın en kötü espiri anlayışı"na sahip milletin sokaklarından bir tur.


Neden dünyanın en kötü espiri anlayışı dedim. South Park'ın şu çok komik bolumunde Almanlar boyle ilan edilmiş. İşte link;
http://www.videoweed.es/file/d4d7a9b43d69c

Peki gerçekten de espiri anlayışlarının çok kötü olduğunu nasıl anlarız? İşte link;
http://www.bbc.co.uk/news/world-europe-16318471

Bunca yıl Türklerden gülmeyi nasıl öğrenemişler şaşarım. Başarı her şey midir hayatta dostum Hans?

Sunday, December 25, 2011

BREMEN












Hristiyan dünyasının haftalar öncesinden tantanasına başladığı Krismıs bu sene de geçti gitti. Çok şükür Kurban bayramına sahada yakalandığımız için bayram yapamamıştık Türkiye'de ancak bu sefer tatil yaptık. Anladığım kadarıyla bu Krismıs'ın asıl olayı aile ile oturup yemek yemek, kek yuvarlamak, şarap içmek ama ille de aile ile olmak. Baktım bizim çocuklara bir gariplik çöktü. Aileden uzak olmanın böyle zamanlarda zorluğunu bilen biri olarak çocukları Bremen'e götürmeye karar verdim. Aldım gençleri, bindik trene, gittik Bremen'e.

Bremen hoş bir şehir ama öğlene doğru dükkanlar kapandı, insanlar ortadan kayboldu evlerine. Biz de hayalet bir şehrin ortasında kalakaldık öğleden sonra. Sonra döndük. Dönmeden bi kaç alış-veriş merkezine girdik. Onlardan birisinde "Alamanya-Willkommen in Deutschland" filmini buldum aldım ve Krismıs gecesinde izledim.

Hem güldüm hem duygulandım. Türklerin Almanlarla 50 yıldır olan ilişkisini tekrar düşünmeye başladım. Genel olarak Almanlar'ın kültüründe bir çokuluslu imparatorluk olmayışı, bizim de hiç sömürülmemiş olmamız sorunun temeli sanırım. Mesela Fransızlar sömürürken bir sürü milletle tanışmışlar ve daha alışmışlar sanki. Türkler de talep eden bir millet, vur kafasına ekmeğini al olmuyor. Dolayısıyla işler karışıyor.

Bir de ilk gelenlerin şartları çok kötüymüş. 16 saat çalışmışlar, hayata karışamamışlar. Bazıları madenlerde Almanların inmediği derinliklere indirilmiş, hasta olmuş. Anlayacağınız Almanlayayı baya kalkındırmışız. Denebilir ki Türklerin ödediği emeklilik primleriyle uzunca bir süre Alman emeklisi düzgün yaşamış. Tabi göze görünmeyip işlerini yaparken her şey iyiymiş. Zamanla insani ve kültürel ihtiyaçlar ortaya çıkınca Almanlar buna bozulmuş. Nankörlük. İşte ben bu yüzden Almanlara biraz gıcığım. İnsanlıktan arınmış işçi bulamamaları beylerin canını sıkmış.

Zaten tersine göç de başlamış durumda artık. Buradan Türkiye'ye gidiş var. Hem Türkler hem de Almanlar. Türkiye'de İstanbul ve Güney sahili toplamında 75000 Alman yaşıyormuş. Bu bir tarafa da biz hakikaten cesaretli bireylerden kurulu bir toplumuz sanırım. Bazı istatistiklere rastladım. Mesela Türkiye Çin ve Hindistan'ın ardından yurt dışına en çok vatandaşı yaşayan 3. ülkeymis. Yine İngiltere ve Hindistan'ın ardından beyin göçü veren 3. ülkeymiş. Özellikle genç beyinlerini 100 yıl içerisinde savaşlarda harcamış bir ülke için bu bence inanılmaz. Ayrıca ülkenin ilk yıllarında mücadele ettiği fakirliği de hesaba katarsak bu istatistiğe şaşırdım. İşçilerimiz de cesaretli demek ki. Anadillerini hiç kullanamama pahasına meceralara atılmaktan geri durmuyorlar demek ki...

Filmin DVDsi raflarda. Alınıp izlenebilir...


Saturday, December 17, 2011

Vechta










Bir macerayi kapatıp bir yenisine başladım. Tekirdağ da arkada kaldı. İnşallah iyi hatırlanacağız. Bir düzen tutturmak, insanlarla diyalog kurmak emek istiyor. Sonra bırakıp gitmek hoş değil ama beklediğim bir sondu. Bu karışık duygulara çok alıştım. Bu durum bitince nasıl adapte olacağımı düşünmeye bile başladım.
Uçak Bremen'e indiğinde hava çoktan kararmıştı ve bir taksici alıp otele götürdü. Ben Almanlar'ı daha İngilizce bilir bir toplum sanırdım ama daha iş dışında 2 kişiye rastladım İngilizce bilen. Hayal kırıklığı. Bremen-Vechta arası 60 km. 40 dakika boyunca taksiciyle tek kelime konuşmadık. Otelde bir gece kalıp eve geldim. Ev arkadaşım tam bir Alman. Adı da tipi de: Sebastian Bretstieger tarzı bir şey. Boy var bir 1.95, saçlar 3 numaraya traşlı. Kapıyı açınca neredeyse gülecektim. İnsan Alman olur da bu kadar mı olur...Adımı sordu, söyleyince Türk müsün? diye sordu. İşte bu ana dikkat. Tecrübelerim gösterdi ki bir Alman size bu soruyu sorarsa direk gözlerine bakın, cevaptan sonra gözlerdeki ifadeden notunu verin o Alman'ın. Bu tıpkı karşı cinsten iki insanın ilk göz göze geldiği an gibidir. O iş olacaksa 10 saniyede nasıl gözlerden anlaşılıyorsa bu da anlaşılıyor. Bizimkisinin tepkisi iyi çıktı. Hemen bi Alman gibi evi gezdirdi. Etrafı tanıttı. Sabah 7.45'te arabayla gidiyomuş. Aynen şöyle dedi: " Ben seni beklemem sabah, sen beni beklersin"...Dur daha 10 dakika önce tanıştık hemen kural koymaya başladın. "If you wait, you are not man" dedim "beklersen adam değilsin manasında". Ne tekim işe kendi imkanlarımla gittim. Sonra bi gün geldi beni Türk restoranına götürdü. Gönlümü alacak kereta...
İş yeri de Alman dolu haliyle. Bu güne kadar çok milletten adam tanıdım ama Alman yakın tanıdığım yoktu. Şimdi bu hafta biraz tanıdım ve diyebilirim ki çok cins bir toplum. Ne kadar cins şöyle anlatayım: Krismıs için panayır kurmuşlar. Atlı karınca gibi bir şey var. At yok da arabalar, fincan falan var. 10 araçtan sadece 2 tanesi dolu. İş makinası olanlara binmiş Alman bebeler. Fotoğraf çekemedim anneleri kılllandı ama manyak olduklarını düşünüyorum. Polis arabasına yarış arabasına binmek yerine dozerlere doluşmuş bir gençlik...
Daha Kuzey'de olmasına rağmen Norveç, İsveç, Hollanda gibi ülkeler bile daha sevecen bence. Ya bunların yakın geçmişinde büyük travmalar olduğundan böyle ya da huyu-suyu cins adamların. Bilemedim ama Allah bizim gurbetçilere sabır versin. Dil-lisan bilmeden bu adamların arasına gelip tutunmak zor işmiş. Biz şu mühendis halimizle bile sekreterden neredeyse küfür yiyeceğiz.
Almanları bir kenara bırakırsak iş arkadaşlarımın hemen hemen hepsi Avrupalı. Ben daha kozmopolit olsun isterdim ama iyi çocuklar. Sevdim hepsini. İşte yine o gıcık olduğum noktadayım. Bir yandan insanlarla diyaloğu ilerlet, bir yandan işlerin nasıl yapıldığını çöz, bir yandan hangi iş için kime gidilir öğren, bir yandan isimleri ezberle...Umarım burası son olur. Müdür şimdiden seneye Polonya'ya gitme ihtimalini yumurtladı bile gerçi...
Şehre gelecek olursak, şehir inanılmaz küçük. Bergen'e küçük derken buraya düşmek harika oldu. 3 km uzunluğunda bir cadde var hepsi bu. Tam bir kasaba. Buranın yanında Tekirdağ metropol gibi. Küçük şehirlerde yaşamak güzel ama bu kadar küçüğünde de olmaz. Sinemada da filmler Almanca. İtalya gibi burada da sinemaya gidemeyeceğim.
Zaten bugün sokakta yalnız yürürken aynı İtalyadaki ilk günlerim hissettim. Herkes yabancı, yazılardan bir şey anlamıyorum, dükkanlara girip istediğini almak bile zulüm. İletişim kurabilmek o kadar değerli ki...Bir de bu durumda hep çok düşünmek zorunda kalıyorum. Yoruluyorum resmen. Mesela sabah uyanıp işe gitmek için taksi çağırmam gerekiyor. Durak İngilizce bilmiyor. Hadi onu ayarlasan taksici geliyor, o da bilmiyor. Kağıtta yazılı taşıyorum adresleri falan. Belli ki Almanca da öğrenicem ben bu yakınlarda.
İşten elemanlarla yemeğe çıktık geçen akşam. İtalyan restoranına gittik. Orada restoran sahıbıyle İtalyanca konuştuk. Valla insan memleketlisini görmüş gibi oluyor iletişince. Hem iş arkadaşları arasında karizmam da arttı biraz. Almanya'da restorancılık Türklerin ve İtalyanların elinde. Ben her ikisine de hitap ettiğime göre restoranların aranan ismi olurum yakında.
Son olarak şehirde bir Türk restoranı var ve acayip güzel yemekleri. Ben iskender sevmeyen adamım ama Türkiye'de bulamadığım iskenderi buldum burada. Sulu yemekler de var. Haftada 3 kere banko oraya giderim ben.
Bu arada dün işten bisikletle geldim. Sonra odama çıkıp 1 saat ağladım. İlk kez kendimi asimile olmuş hissettim. Pazartesi şirket bisiklet verecek büyük ihtimalle. Televizyonda falan görüp hayatta başıma gelmez dediğim şey gelmek üzere. Ben Alman panzari değilim ki sabah 8'de sırıtarak bisiklet bineyim. Ben o saatte başımı servis camına yapıştırıp leş gibi uyumak isterim ama asimile edecekler bu kardeşinizi...O nedenle destek mesajlarınızı bekliyorum. Bu lanet yağmurlu Avrupa şehirlerinde bi bisiklet sürmediğimiz kalmıştı...İstanbul'daki expat'lara bakıyorum bir de kendime ve soruyorum: "Onlar expatsa biz neyiz, biz expatsak onlar ne?"