Saturday, December 17, 2011

Vechta










Bir macerayi kapatıp bir yenisine başladım. Tekirdağ da arkada kaldı. İnşallah iyi hatırlanacağız. Bir düzen tutturmak, insanlarla diyalog kurmak emek istiyor. Sonra bırakıp gitmek hoş değil ama beklediğim bir sondu. Bu karışık duygulara çok alıştım. Bu durum bitince nasıl adapte olacağımı düşünmeye bile başladım.
Uçak Bremen'e indiğinde hava çoktan kararmıştı ve bir taksici alıp otele götürdü. Ben Almanlar'ı daha İngilizce bilir bir toplum sanırdım ama daha iş dışında 2 kişiye rastladım İngilizce bilen. Hayal kırıklığı. Bremen-Vechta arası 60 km. 40 dakika boyunca taksiciyle tek kelime konuşmadık. Otelde bir gece kalıp eve geldim. Ev arkadaşım tam bir Alman. Adı da tipi de: Sebastian Bretstieger tarzı bir şey. Boy var bir 1.95, saçlar 3 numaraya traşlı. Kapıyı açınca neredeyse gülecektim. İnsan Alman olur da bu kadar mı olur...Adımı sordu, söyleyince Türk müsün? diye sordu. İşte bu ana dikkat. Tecrübelerim gösterdi ki bir Alman size bu soruyu sorarsa direk gözlerine bakın, cevaptan sonra gözlerdeki ifadeden notunu verin o Alman'ın. Bu tıpkı karşı cinsten iki insanın ilk göz göze geldiği an gibidir. O iş olacaksa 10 saniyede nasıl gözlerden anlaşılıyorsa bu da anlaşılıyor. Bizimkisinin tepkisi iyi çıktı. Hemen bi Alman gibi evi gezdirdi. Etrafı tanıttı. Sabah 7.45'te arabayla gidiyomuş. Aynen şöyle dedi: " Ben seni beklemem sabah, sen beni beklersin"...Dur daha 10 dakika önce tanıştık hemen kural koymaya başladın. "If you wait, you are not man" dedim "beklersen adam değilsin manasında". Ne tekim işe kendi imkanlarımla gittim. Sonra bi gün geldi beni Türk restoranına götürdü. Gönlümü alacak kereta...
İş yeri de Alman dolu haliyle. Bu güne kadar çok milletten adam tanıdım ama Alman yakın tanıdığım yoktu. Şimdi bu hafta biraz tanıdım ve diyebilirim ki çok cins bir toplum. Ne kadar cins şöyle anlatayım: Krismıs için panayır kurmuşlar. Atlı karınca gibi bir şey var. At yok da arabalar, fincan falan var. 10 araçtan sadece 2 tanesi dolu. İş makinası olanlara binmiş Alman bebeler. Fotoğraf çekemedim anneleri kılllandı ama manyak olduklarını düşünüyorum. Polis arabasına yarış arabasına binmek yerine dozerlere doluşmuş bir gençlik...
Daha Kuzey'de olmasına rağmen Norveç, İsveç, Hollanda gibi ülkeler bile daha sevecen bence. Ya bunların yakın geçmişinde büyük travmalar olduğundan böyle ya da huyu-suyu cins adamların. Bilemedim ama Allah bizim gurbetçilere sabır versin. Dil-lisan bilmeden bu adamların arasına gelip tutunmak zor işmiş. Biz şu mühendis halimizle bile sekreterden neredeyse küfür yiyeceğiz.
Almanları bir kenara bırakırsak iş arkadaşlarımın hemen hemen hepsi Avrupalı. Ben daha kozmopolit olsun isterdim ama iyi çocuklar. Sevdim hepsini. İşte yine o gıcık olduğum noktadayım. Bir yandan insanlarla diyaloğu ilerlet, bir yandan işlerin nasıl yapıldığını çöz, bir yandan hangi iş için kime gidilir öğren, bir yandan isimleri ezberle...Umarım burası son olur. Müdür şimdiden seneye Polonya'ya gitme ihtimalini yumurtladı bile gerçi...
Şehre gelecek olursak, şehir inanılmaz küçük. Bergen'e küçük derken buraya düşmek harika oldu. 3 km uzunluğunda bir cadde var hepsi bu. Tam bir kasaba. Buranın yanında Tekirdağ metropol gibi. Küçük şehirlerde yaşamak güzel ama bu kadar küçüğünde de olmaz. Sinemada da filmler Almanca. İtalya gibi burada da sinemaya gidemeyeceğim.
Zaten bugün sokakta yalnız yürürken aynı İtalyadaki ilk günlerim hissettim. Herkes yabancı, yazılardan bir şey anlamıyorum, dükkanlara girip istediğini almak bile zulüm. İletişim kurabilmek o kadar değerli ki...Bir de bu durumda hep çok düşünmek zorunda kalıyorum. Yoruluyorum resmen. Mesela sabah uyanıp işe gitmek için taksi çağırmam gerekiyor. Durak İngilizce bilmiyor. Hadi onu ayarlasan taksici geliyor, o da bilmiyor. Kağıtta yazılı taşıyorum adresleri falan. Belli ki Almanca da öğrenicem ben bu yakınlarda.
İşten elemanlarla yemeğe çıktık geçen akşam. İtalyan restoranına gittik. Orada restoran sahıbıyle İtalyanca konuştuk. Valla insan memleketlisini görmüş gibi oluyor iletişince. Hem iş arkadaşları arasında karizmam da arttı biraz. Almanya'da restorancılık Türklerin ve İtalyanların elinde. Ben her ikisine de hitap ettiğime göre restoranların aranan ismi olurum yakında.
Son olarak şehirde bir Türk restoranı var ve acayip güzel yemekleri. Ben iskender sevmeyen adamım ama Türkiye'de bulamadığım iskenderi buldum burada. Sulu yemekler de var. Haftada 3 kere banko oraya giderim ben.
Bu arada dün işten bisikletle geldim. Sonra odama çıkıp 1 saat ağladım. İlk kez kendimi asimile olmuş hissettim. Pazartesi şirket bisiklet verecek büyük ihtimalle. Televizyonda falan görüp hayatta başıma gelmez dediğim şey gelmek üzere. Ben Alman panzari değilim ki sabah 8'de sırıtarak bisiklet bineyim. Ben o saatte başımı servis camına yapıştırıp leş gibi uyumak isterim ama asimile edecekler bu kardeşinizi...O nedenle destek mesajlarınızı bekliyorum. Bu lanet yağmurlu Avrupa şehirlerinde bi bisiklet sürmediğimiz kalmıştı...İstanbul'daki expat'lara bakıyorum bir de kendime ve soruyorum: "Onlar expatsa biz neyiz, biz expatsak onlar ne?"

No comments: