Tuesday, April 21, 2020

KORONA GÜNLÜKLERİ-8

KONAK 

Görsel*

Hayir diyelim, hayır olsun; rüyamda Adele ölmüş. Belçika’da bir otel odasında; beyaz bir gecelik, beyaz yatak örtüsü ve açık pencereden giren rüzgarla uçuşan beyaz tül perdeler…Odaya giriyorum, hemen solumda banyo var. Kısa bir koridordan sonra yatağın olduğu, klasik ucuz bir otel odası mimarisiyle karşılaşıyorum. Adele yatağının üzerinde. Halbuki Adale bu yani, lüks bir oda da düşleyebilirdim. Belki vizyonum bu kadar, belki şu sıralar lüksten korkar durumdayım hesabı Adele ödeyecek olsa bile. Bu durumu ilk gören-duyanlardanım. Halka yarım saat sonra açıklanacakmış, kapıyı açan otel görevlisi böyle söylüyor. Whatsapp’tan arkadaş gruplarına hemen yumurtluyorum durumu.

Uyandım. Bu mundar virüs şimdi de pandemi rüyaları gördürmeye başladı. Size de oluyordur herhalde. Zaten bizi konak gibi basit bir şeye indirgedin, yeter bari kabuslarımızdan çık. Biz eşref-i mahlukatız, ne alaka şimdi bu konak olma durumu? Herhangi bir organizma gibi, kedi gibi, domuz gibi, fare gibi bizi konak etmiş. Kişiliğimizi ezdin, vicdansız virüs. Bizden faydalanıyorsun resmen ahlaksız. Ama dur sen, insanlık onuru, seni de yenecek Covid.

Geçen yazımı bitirirken bu işin beklenenden uzun sürebileceğini ve sağlık, ekonomi boyutunun ardından, asıl sınavın etik-ahlak arenasında olacağını yazmıştım. İnsanlık onurumuz bu ileri aşamada devreye girdi, girdi. Yoksa virüs kazanır, rezillik hakim olabilir. 

Örneğin petrol fiyatlarında bu düşük seviyeler devam ederse (ki seyahatlere bakarsak edecektir) ulusal gelirlerinin büyük bölümü petrol gelirlerine dayanan ülkeler büyük krizler yaşayacaktır. İş bu noktalara gelmeye başladığında, bu ülkelerde neler olacak merak ediyorum. Her koyun kendi bacağından mı asılacak yine? Koyunlukla insanlığın mücadelesinde, insanlık bir kez daha koyun taklidi mi yapacak yoksa?

Peki öyleyse bu ekonomi ne için var? Son 40 yıldır gördüğümüz kadarıyla ekonminin en temel fonksiyonu; takas değeri yaratması. Buradaki değerin etikle pek bir alakası yok, maddi şeyler. Yol gösterici olarak pazarı ve takas değerini maksimize etmeyi koyduğumuz sürece bu işten makul bir çıkış bulamayacağız anlaşılan. Belki de öncelememiz gereken değerler değişecektir. Artık sağlık çalışanlarına alkış ve moralden fazlasını vermemiz gerektiğini ve bazı işleri hür teşebbüse terkedemeyeceğimizi anlarız bu süreçte.

Yoksa ne mi olur? Bilmek zor. Çok fazla değişken olsa da insani değerlerle piyasa değerlerinin kapışmasına şahit olacağız gibi görünüyor. Bu sefer piyasa, ilk defa yıllar sonra, çok da kolay bu kapışmadan yürüyüp çıkamayabilir. Hele ki krizin etkilerinin uzun sürmesi durumunda, takas değerini mi yoksa insan ve hayatı mı önceleyeceğimize göre yolumuzu çizeceğiz.

Adele’in otelde bana bıraktığı mektupta yazılı olduğu gibi:

Let the sky fall
          When it crumbles
         We will stand tall
         Face it all together




Wednesday, April 15, 2020

KORONA GÜNLÜKLERİ-7

15-Nisan-2020

VURDURMA EKONOMİSİ
Artık evlerde sıkılmaya başladık, yapılabilecek şeylere hücüm ettik, hepsi bitti. Diziler, kitaplar, İspanyolca, daha ne yapalım? Her gün birbirinin aynısı... Neresinde olduğunu bilmediğimiz bir süreçteyiz. Hayata ne kadar da benziyor bu yönüyle; zaman ekseninde bir bilinmezlik. 

Belirsizliği kabullenmek zor. Bu işin bitmesi yönündeki temennimiz her güneşli günde biraz daha artıyor. Aksini düşünmenin ve kabullenmenin ciddi bir yükü var. Ya bu hal daha aylarca sürerse? Oysa İspanyolca’nın bir kur gidileni, piyanonun bir şarkıda bırakılanı, sporun six pack çıkmadan salınanı karardır. Bu kişisel gelişim, sağlıklı beslenme, eğlence kampında kalacağımız düşüncesi iyi de, ekonomi ne olacak? Bu sorunun cevabını da tam anlamıyla bilen yok haliyle. Ama endişleniyoruz.

Bugün Sayın Macron yıl sonuna kadar Avrupa ve Fransa sınırlarının kapalı kalabileceğini açıkladı*. Yani evde plaja yönelik spor yapan arkadaşlarımın biraz daha temkinli olmasında yarar olduğunu düşünüyorum. Sonuçta realiteye hazırlanmış bir zihnin, hayal kırıklığına uğraması daha zordur. Bu virüs ülkemize gelmeyecekmişçesine ilk vakayı beklemiş insanlarız biz, şimdi de dünyaya yaptığını yapmadan şereflice çekip gitmesini istiyoruz. Üstelik de çekip giderken getirdiklerinin hepsini de alıp gitmesini arzuluyoruz. Yani işte; bir 2020 baharı vardı, ne dizi izlemiştik, ne çok İspanyolca öğrenmiş, bilgisayar oynamıştık deyip geçmek istiyoruz. Şu dip dibe yaşadığımız aşırı kalabalık şehrimizde yine üst üste restoranlara gidemeyecek miyiz acaba? Yine milyonlarca insan arabalara doluşup günün yarısını trafikte harcayamayacak mıyız? Bayram tatillerinde çekirgeler gibi yolların etrafını yağmalayarak tatil beldelerini tüketemeyecek miyiz? Herhalde çok yakın zamanda virüs defolup gidecek ve bu süper şeyler hayatımıza geri gelecektir diye arzulamaktayız. 

Peki her şey aslında yeni başlıyor olabilir mi? Bu evde kalan bizler için olduğu kadar, global ölçekte bütün insanlık için de düşünmesi bile zor olan seçenek. Sağlık ve çevre politikalarımızı test eden virüsle sıradaki sınavımız ekonomide olacak, burası zaten aşikar. Ancak insanlık etik değerlerinin bazılarıyla da ciddi anlamda test edilecek bu süreçlerin içerisinden geçerken ve de sonrasında. Bu testin zorluğunu elbette ekonomik yarılmaların derinliği etkiyecek. Yıllardır içerisinde olduğumuz paradigmaların dışında düşünmek bir çoğumuz için henüz imkansız. Her zamanki kısa kriz dönemleri sonucu, piyasanın bir süre sonra normale döneceği varsayımıyla gidiyoruz. Hatta bunu virüsün ilk yayılmaya başladığı süreçte, ABD ve İngitere’nin geçiştirmeye çalışan, kısa olacağını uman tavırlarında net olarak gördük. Ama umut, bir kez daha gerçeği değiştirmeye yetmedi maalesef.   Post-truth'cular lafla gemiyi bu sefer yüzdüremedi. Şimdi devletler, bu durumun kısa süreceği varsayımıyla para basarak, kredi vererek, vatandaşlarına direk ödemeler yaparak süreci atlatmaya çalışıyor. Bu aküsü bitmiş arabayı yokuş aşağı vurdurmaya benziyor. Bir çalışsa, her şey normale dönecek, yine akacağız. Ama ya akü artık yerinde değilse? Ya yokuş biter de araba hala çalışmazsa? Vurdurma ekonomisi çözüm olmazsa?

İnsanlar gerçekten yaptığı seçimler sonucu mu insan oluyor, yoksa insan atalardan doğmak insan olmak için yeterli mi bu süreçte göreceğiz. Hatta belki de görmeye başladık bile. Sürecin, umulandan daha sancılı ve uzun soluklu olacağı yönünde bir his var içimde…Yetiş ya aşı, yetiş ya ilaç!

*     https://www.tesadernegi.org/john-maynard-keynes.html
** https://www.schengenvisainfo.com/news/macron-warns-eu-external-borders-may-remain-closed-until-september-due-to-covid-19/

Thursday, April 9, 2020

KORONA GÜNLÜKLERİ-6


Çizim:Umut Sarıkaya

9-Nisan-2020
AMİN
Hala bu işin nereye gittiğiyle ilgili net bir fikir geliştirebilmiş değilim. Beş, on, yirmi sene sonra bu satırları okumak isterdim. 

Kafası karışık olan sadece bizler de değiliz anlaşılan. Virüs o kadar yeni ve o kadar hızlı yayıldı ki; konunun uzmanları bile ancak data toplayıp analiz edebiliyorlar. Dünyanın dört bir tarafında aşı, ilaç, tedavi çalışmaları sürüyor. Öte yandan, daha uzmanlar yaz mevsiminde yayılmanın azalıp azalmayacağı, önümüzdeki yılın grip sezonunda ne olacağı, aşı bulunursa aşılamanın ne sürede tamamlanacağı, virüsün seneye mutasyon geçirme olasılığı, ilaçların yan etkileri gibi bir çok konuda henüz her soruya yanıt veremiyorlar. Oysa biz iman edenler her gün bir yanıt umuduyla internete giriyoruz ve her tedavi-aşı haberine umutla tıklıyoruz. Haydi be bilim insanı, ver artık şu haberi. Koskoca üç ay oldu, daha ne bekliyosun? Oysa sana güvenmiştik, inanmıştık.

Burada din felsefesi yapacak değilim. Beni dertlendiren bilime ve teknolojiye aşırı bel bağlamış olan kişi. Bir kitle var ki bilim-teknolojinin olanaklarının sınırsız olduğuna ikna olmuş. Su kaynakları tükenecek dendiğinde deniz suyundan ucuza üretilir diyor, iklim değişikliği bazı bölgelerde yaşamı zorlaştırır dendiğinde Mars’a taşınılır diyor, nüfus deyince hap gıda diyor. Bir şekilde, zor zamanlarda dışsal bir çözümün gelip bizi kurtaracağına dair inançları oluşmuş. Bu aynı tip, bugün-yarın aşının bulunacağına da çok emin. Aşı olmazsa en kötü ilaç gelir bu hafta diyor.

Süreç herkesi gerçekle yüzleşmeye itecektir. İnsanlığın limitlerinin ortaya çıkması faydalıdır. Hatta daha kritik olarak, belki de teknoloji ve inovasyon saplantısı yüzünden bilimin limitlenmiş olma ihtimali tartışılabilir. Hepimizin çocukluğumuzda hayal ettiği hayatını bir konuya vakfetmiş, beyaz önlüklü, idealist laboratuvar insanı vardı. Uyanalım, o insan artık Ar-Ge personeli olmuş (yol artı ssk), müdüründen araştırma ödeneği alabilmek için sunum yapıyor. 

Bu durumları konuşacağımıza, şimdiden ‘’yeni normal’’ diye bir kullanım pompalamaya başladı iş dünyasının terminoloji ve motto uydurukçuları. Dört aya kalmaz ‘’yeni normal koçluğu’’ satın almak zorunda kalabiliriz. Evde verimlilik, karantinadan güçlenerek çıkmak, ezik girdiğiniz evden lider çıkın, hımbıl yattığım mattan nasıl yogi kalktım okumaları dolaşmaya başladı zaten. Daha nereden geldiğini, nereye gittiğini anlayamadığımız bu virüsle ve sonuçlarıyla ilgili yeni tüketim terminolojisini oluşturmaya giriştiler. Bir durun kardeşim, az soluklanın.

Higgs parçacığını duymuşsunuzdur. Parçacığı keşfeden ve adını veren Peter Higgs bir akademisyen ve bilim insanı. Bugünkü akademik sistemde yeterince üretken sayılmayacağı için asla teoriyi ve parçacığı bulamayacağını söylüyor.  Hatta 1980 civarında üniversitesindeki performans değerlendirmelerinde karnesi kötü olduğu için atılma riskiyle karşılaşmasına rağmen, Nobel alır dedikoduları sayesinde işinde kalabildiğini belirtiyor. Nobel'i 2013'e kadar alamamasına rağmen, bu dedikodu sayesinde işinde kalıyor. Düşün ki Tanrı Parçacığı’nı bulacaksın, müdür devamlı kapıda hadi kardeşim bulacaksan bul artık diyor. Hepimiz gibi, akademisyenler ve bilim insanları da süt vermek zorunda olan ineklere dönüşmüş durumdalar.

Bu ortamda, temelde sorunu üreten paradigmanın bizzat kendisinden, aynı zamanda çareyi de üretmesini beklemek durumundayız. O yüzden hep beraber; ucuz üretim için kıtaları aşan, virüsü uçaklarla kıtadan kıtaya taşıyan, evlerimizde dizimizi-filmimizi eksik bırakmayan... bize bir aşı nasibeyle. Amin.



Friday, April 3, 2020

KORONA GÜNLÜKLERİ-5

3-Nisan-2020
ADAMIN DİYOR
Ne olduğunu bilemediğimiz bir şeyin içerisinden geçmekteyiz. Ne kadar süreceği konusunda bile fikrimiz yok. Ne zaman bitecek, bitince ne olacak bunları zaten bilemiyoruz. Ancak büyük olasılıkla tarihte yeri olan haftalar yaşıyoruz. Birisi 40 yıl sonra bu günlere baktığında ne görecek merak ediyorum. Görmezden gelinmez herhalde ama emin de olamıyorum. Çok şeyi de unutuyor türümüz sonuçta.

Henüz büyük resimciler bile düzgün bir şey yazamadı. Şimdiye kadar çok değişik yerlerde komplo teorileri gördük. Başlarda labaratuarda üretilen virüs teorilerini de duyar gibi olduk ama iş ülke gözetmeden yayılınca komplolar daha yazıldığı hafta çökmeye başladı. ABD, Çin’i vurmak için yaptı yazan adam şu an ABD’yi açıklayamıyor. İsrail, Rusya, Avrupa, İngiltere desen hepsine yayıldı. Dünyayı yöneten 3-5-7 aile desek oradan da tam ekmek çıkmadı.  Kim yaptı lan bunu?

Bana göre bu virüs işi, komplocular uygun bir hikaye yazamazsa, görünmez elci Adam Smith’in başına kalacak gibi duruyor. Ancak bence hikaye başka, kendi büyük resmimi anlatayım;

1973 senesinde bir petrol krizi patlak verdi. Arap petrol üreticileri, Israil’e destek veren ülkeleri cezalandırmak için üretim düşürüp fiyat artışına gittiler. Bu hadise dünyanın her yerinde hissedilmekle birlikte, ABD ve İngiltere’de de ekonomileri sarstı. Bir tarafta enerji sorunu, bir tarafta işçi sendikalarının talepleri derken Demir Leydi Thatcher, İngiltere’de sahneye çıktı, 1975’de Muhafazakar Parti lideri oldu. Kendisi bu sıralarda ‘’wellfare state’’ (sosyal devlet) olayına kafayı takmaya başladı. Yani hükümetlerin vergilerini işsizlik ödemesi, sağlık gibi konulara harcamaması gerektiğini düşünüyordu. Esas olan mümkünse az vergi almak, hür teşebbüsün önünü açmak ve devleti küçültmekti. 1979 yılına gidilirken İngiliz ekonomisi kötü durumdaydı, işsizlik ve grevler artmıştı. Bu ortamda Thatcher, 1979 yılında neoliberal politikalarıyla İngiltere’nin ilk kadın başbakanı oldu. İlk seneler ekonomide kötü gidiş sürse de ardından toparlanma başladı. Devlet sosyalizmi her fenalığın anası olarak görüldü. Sendikalara demokrasinin ve ekonominin altını oydukları gerekçesiyle savaş açıldı, adeta iç düşman olarak nitelendirildiler. Paralelinde özelleştirmelere hız verildi. 
Tabi suyun öteki yanı da durur mu, orada da muhafazakar devrim 1981’de Reagon’ı iktidara taşıdı. Bundan sonra, Laissez-faire (Bırakınız yapsınlar) hızla dünyaya yayılmaya başladı. Birey ve özgürlüklerinin önemi vurgusu artarken, serbest piyasaların kendisini regüle eden sistemler olduğu fikri yaygınlaştı.
Diğer kulvarda sosyalizm, 1991’de tamamen çökünce, ona ait bütün kavramlar da tümüyle gereksiz varsayıldı. Kimse uygulamaların derinliğine bakmaya gerek görmedi. Bu oyunda gri alan yoktu. Ya hepsi doğruydu, ya tümüyle yanlış. Eşitlik, adalet, sosyal haklar gibi kavramlar toptan değersizleşti. Devletin düzenleyiciliği de buralarda bir yerlerde kayboldu gitti. Sosyalist devletçilik çalışmadı diye, insanlar her şeyi görünmez bir ele bırakıp çekildi. Neredeyse hangi ülkeye baksak hükümetlerin müdehalesini azaltmak, sosyal harcamaları kısmak, girişimcilere daha fazla serbestlik tanımak, sendikaların gücünü azaltmak yönetimlerin ana düsturları haline geldi.

İşte bana sorarsanız bizim bu virüs başımıza geleceği 1978-79 gibi belli olmuş ama tabi nereden bileceksin.  İhale çoğu yerde Adam Smith’e kalıyor 1776 yılında ‘’görünmez el’’ diye bir şey demiş diye. Onun da yanında binlerce şey anlatmış ama herkes işine gelen bu kısmı almış, yürümüş. Görünmez elciler, devletin ücretleri düzenleme rolü, banka ve patent kontrolü, faiz oranlarının ayarlanması, hastalık kontrolü, eğitim standartlarının belirlenmesi ve kamu yararı olan işleri sürdürmesi gibi konulara da değinilmesine rağmen, bu kısımlardan nedense hiç bahsetmemişler bize.

Yıl olmuş 2020, Neoliberalizm herkese tatlı gelmiş,  dünyaya yayılmış. Yani bunca teknoloji, iletişim, yol, beton, ucuz üretim güzel gelmiş herkese. Borç-harç büyümüş her şey. Mesela, uyduruktan bir kol saati çıkmış, kimse dememiş ki ‘’ya gardaş bu satin hayatımıza katkısı gerçekten nedir?’’ Herkes koşmuş o saatlerden almış. O saatler Çin’de, gözlerden ırak üretilmiş. Üzümü yenmiş, bağı sorulmamış...Ne katlettiğimiz doğayı görmüşüz, ne de bizim yüzümüzden çalışan çocuk işçileri. İşin garip tarafı, bizim de bakılacak hastanemiz, bedava okuyacak okulumuz kalmamış bu tarafta. Nerde lan bu paralar, kim aldı paraları? İşte yine Adam Smith uyarıyor, kapitaliste karşı ayık olacaksın*. Adam açık ve net demiş ki kapitalistin çıkarıyla toplumunki asla örtüşmez, öyle görünmez el bu işi düzenler diye beklersen seni çarparlar. 

Paket böyle kardeşim, saatini alıyorsan virüsünü de alacaksın, karbonunu da soluyacaksın.  Şu an çocuk işçiyi umursamıyorsan, kendi geleceğinin de kuyusunu kazacaksın. Her işi hür teşebbüs iyi bilir diyorsan, hastanesiz-okulsuz kalacaksın.  Yok öyle neoliberalizmin iyi yönlerini alalım, ahlaksızlığını almayalım. Siparişi verince, tüm paket geliyor kapına. Bu sefer virus çıktı bahtına.

*‘’The proposal of any new law or regulation of commerce which comes from capitalists ought always to be listened to with a great precaution, and ought never to be adapted, till after having been long and carefully examined, not only with the most scrupulous, but with the most suspicious attention. It comes from an order of men, whose interest is never exactly the same with that of the public, who have generally an interest to deceive and even to oppress the public, and who accordingly have, upon many occasions, both deceived and appressed it”A.Smith, Wealth of Nations 1776