Uzun bir süre yazma fırsatım olmadı ya da hayatımdaki rutinlikten dolayı yazacak bir şeyler bulamadım. Finallerimle meşguldüm. Sonra olanlar oldu ve tatil başladı. 24 Temmuz’da sınavlarım bittikten bir gün sonra yola çıktım ve 10 ağustosa kadar kah orada, kah burada dolaşıp durdum.
Türkiye’ye Berlin aktarmalı geldim. İtalya’dan arkadaşım Alper’le birlikte ayrıldık. Malpenza hava alanında değişik nedenlerle 1 gün geçirdik. İtalya maceramın ilk kısmının son günleri olması nedeniyle hava alanında bolca kahve,şarap ve pizza tüketerek “acı vatan” İtalya’ya veda ettim.
İndiğim yer Berlin idi. Berlin’i gördükten sonra İtalya’ya asla “acı vatan” dememeye yemin ettim. Berlin’de geçirdiğim 4 günde, dönercilerimizle yaptığım sohbetlerden sonra “acı vatan” ne demek yürekten anladım. Hatta bir ara kendimi o acıların içerisinde buldum. Dönercilerin hikayerlerini dinleyince bir turist değil de sanki ben de 25 yıl önce Berlin’e gelmiş ve hala zorla orada çalışan biriymişim gibi hissedip panikledim. Allah’tan yol arkadaşım Alper vardı da böyle anlarda birbirimizi tokatlayıp “Kendine gel,biz turistiz” diyerek gözyaşlarımızı sildik.
Bu noktada size Berlin günlerimi anlatmak için elimden geleni yapacak olsam da bu güzel şehrin biz Türkler için gerçekten çok farklı anlamları da olduğunu hatırlatmalıyım. İtalya’da geçirdiğim 9 ay içerisinde yan masalardaki sohbetleri, etrafta dönen muhabbetleri anlama olanağımı yitirmiştim. Hava alanından bizi şehre götüren metroda, Almanya topraklarında duyduğum ilk cümlelerin: “Mehmet, biraları dolaba koy, ben tuzlu fıstık aldım,10 dakikaya oradayım” olması gerçekten de beni hayata döndürmüştü. Yabancı bir ülkededeydim ama erafımda çok fazla Türkçe duymaktaydım. Bir süre mal mal bakındım. Ayrıca Berlin’de Türkler arasında İtalya’daki karşılaşmalarda olabileceği gibi:“Abi sen de mi Türksün?” diyaloğu da yoktu. Geçen 30-40 sene burada çok farklı, anlatmakta güçlük çektiğim garip, acıklı bir hayata alıştırmıştı herkesi.
İlk 2 gece Berlin gece hayatıyla geçti. Berlin tüm Avrupa’da DJ’leri,tekno ve trans müziğiyle ve bu kültüre uygun disko ve klüplerle ünlü. Bir de bu kulüplerde bolca lezbiyen var.Tabi biz bu kulüplerde de metrolarda olduğu gibi çok fazla Türk göreceğimizi sanmıştık. Ancak sonradan farkettik ki 30-40 seneyi birlikte geçirmelerine rağmen Türkler ve Almanlar maalesef aynı yerlerde eğlenmeye “henüz” alışamamışlar. Disko ve birahanelerde tanıştığımız insanlar Türk olduğumuzu öğrendiklerinde inanılmaz şaşırdılar çünkü Berlin çoğu Türk için bir zaman makinası adeta. Gittikleri yıllarda takılıp kalarak geçirmeye mahküm oldukları bir hayatı sürdürüyorlar sanki. Onları günümüze bağlayan tek obje ise balkonlarına taktıkları 2 adet çanak anten.Bu nedenle Berlin’deki Türkler hala Türkiye’de döviz taşımak ve yabancı marka sigara içmenin yasak olsuğunu düşünüyorlar.
Disco’da tanıştığımız arkadaşlar bizim İtalya’dan geldiğimizi biliyorlardı fakat nereli olduğumuzu bilmiyolardı. Durumun vehametinin anlaşılması açısından:
Alman: What is your name?
Ben: Övgü
Alman: It sounds Turkish. Is one of your parents Turkish? (Kesinlikle 100% Türk olma şansım yok)
Ben: No, 2 of them are Turkish.
Bu dakikadan sonra arkadaşlar bize kendisini geliştirmeyi başarmış,çalışkan dönerciler olarak baktılar. Ne kadar “Kardeş, ben yiyiciyim, yapmayı bilmem” desem de dinletemedim. Bir başka birahanede de 2 Alman gazeteci ile sohbet ettik. O adamlar da : “ Turist Türk! Ne acayip” dedi. Adamlarla 2 saat muhabbet ettik ama hala bana UFO’ya bakar gibi bakmaktaydılar. Sonunda adam: “Türkler geleli yıllar oluyor ama ilk kez bir Türkle bira içme fırsatım oldu” dedi. Sen misin bunu diyen :”Aslında Türkiye tam bir Avrupa ülkesi, buradaki Türkler’e hiç benzemez Türkiye’deki Türkler” gibi argümanlarla adamın üzerine yürüdük. Sanki turistlere de hiç tecavüz etmez bir havaya büründük.
Böylece Berlin’in seyrek Türk olan gece hayatında 2 gün takıldıktan sonra kendimizi müzelere ve tarihe verdik. Şehirde duvar yıkıldıktan sonra çok fazla alan açılmış ve bu alanlara günümüz inşaat mühendisliğinin tüm hünerlerini sergileyen çok güzel binalar inşa edilmiş. Şehrin bu yönü de çok güzeldi. Bu kocaman şehir (Paris’in 9 katı) özellikle 2. Dünya savaşı ve Berlin duvarı kalıntı ve hikayeleriyle çarpıcı. Ama ben duvar olayına yine muhtemelen 90lardan önce Berlin’e gelmiş ve hala dünyayı 2 kutuplu sanan bir Türk abimizle yolda geçen bir konuşmamızı aktararak değinmek istiyorum:
Alper (Yol arkadaşım): Acaba, Berlin duvarı kalıntıları ne tarafta?
Türk Abi: Böyle yürüyün, parkı geçin, dimdirek devam edin, önünüze çıkar. Ama öbür tarafa geçmeyin.
Alper:Sağol.
Türk Abi: Sakın öbür tarafa geçmeyin! (Arkamızdan bağırarak)
Alper’le çok korktuk. Acaba duvar gerçekten yıkılmadı mı diye çekindik. Yoksa bu da A.B.D.’nin aya ayak basma benzeri oyunlarından mıydı?...Korkularımız yersizdi. Çünkü 300 metre ileride duvarın üzerine gece-konduyu dikmiş olan Karadeniz’li amcanın evini görüp rahatlayacaktık. (Bu amca TRT’de belgesele de çıkmıştı). İnanmazsınız ama amca evin bir cephesini Berlin duvarını kullanarak inşa etmiş, yan tarafta da sebze bahçesi var.
Türkiye’ye Berlin aktarmalı geldim. İtalya’dan arkadaşım Alper’le birlikte ayrıldık. Malpenza hava alanında değişik nedenlerle 1 gün geçirdik. İtalya maceramın ilk kısmının son günleri olması nedeniyle hava alanında bolca kahve,şarap ve pizza tüketerek “acı vatan” İtalya’ya veda ettim.
İndiğim yer Berlin idi. Berlin’i gördükten sonra İtalya’ya asla “acı vatan” dememeye yemin ettim. Berlin’de geçirdiğim 4 günde, dönercilerimizle yaptığım sohbetlerden sonra “acı vatan” ne demek yürekten anladım. Hatta bir ara kendimi o acıların içerisinde buldum. Dönercilerin hikayerlerini dinleyince bir turist değil de sanki ben de 25 yıl önce Berlin’e gelmiş ve hala zorla orada çalışan biriymişim gibi hissedip panikledim. Allah’tan yol arkadaşım Alper vardı da böyle anlarda birbirimizi tokatlayıp “Kendine gel,biz turistiz” diyerek gözyaşlarımızı sildik.
Bu noktada size Berlin günlerimi anlatmak için elimden geleni yapacak olsam da bu güzel şehrin biz Türkler için gerçekten çok farklı anlamları da olduğunu hatırlatmalıyım. İtalya’da geçirdiğim 9 ay içerisinde yan masalardaki sohbetleri, etrafta dönen muhabbetleri anlama olanağımı yitirmiştim. Hava alanından bizi şehre götüren metroda, Almanya topraklarında duyduğum ilk cümlelerin: “Mehmet, biraları dolaba koy, ben tuzlu fıstık aldım,10 dakikaya oradayım” olması gerçekten de beni hayata döndürmüştü. Yabancı bir ülkededeydim ama erafımda çok fazla Türkçe duymaktaydım. Bir süre mal mal bakındım. Ayrıca Berlin’de Türkler arasında İtalya’daki karşılaşmalarda olabileceği gibi:“Abi sen de mi Türksün?” diyaloğu da yoktu. Geçen 30-40 sene burada çok farklı, anlatmakta güçlük çektiğim garip, acıklı bir hayata alıştırmıştı herkesi.
İlk 2 gece Berlin gece hayatıyla geçti. Berlin tüm Avrupa’da DJ’leri,tekno ve trans müziğiyle ve bu kültüre uygun disko ve klüplerle ünlü. Bir de bu kulüplerde bolca lezbiyen var.Tabi biz bu kulüplerde de metrolarda olduğu gibi çok fazla Türk göreceğimizi sanmıştık. Ancak sonradan farkettik ki 30-40 seneyi birlikte geçirmelerine rağmen Türkler ve Almanlar maalesef aynı yerlerde eğlenmeye “henüz” alışamamışlar. Disko ve birahanelerde tanıştığımız insanlar Türk olduğumuzu öğrendiklerinde inanılmaz şaşırdılar çünkü Berlin çoğu Türk için bir zaman makinası adeta. Gittikleri yıllarda takılıp kalarak geçirmeye mahküm oldukları bir hayatı sürdürüyorlar sanki. Onları günümüze bağlayan tek obje ise balkonlarına taktıkları 2 adet çanak anten.Bu nedenle Berlin’deki Türkler hala Türkiye’de döviz taşımak ve yabancı marka sigara içmenin yasak olsuğunu düşünüyorlar.
Disco’da tanıştığımız arkadaşlar bizim İtalya’dan geldiğimizi biliyorlardı fakat nereli olduğumuzu bilmiyolardı. Durumun vehametinin anlaşılması açısından:
Alman: What is your name?
Ben: Övgü
Alman: It sounds Turkish. Is one of your parents Turkish? (Kesinlikle 100% Türk olma şansım yok)
Ben: No, 2 of them are Turkish.
Bu dakikadan sonra arkadaşlar bize kendisini geliştirmeyi başarmış,çalışkan dönerciler olarak baktılar. Ne kadar “Kardeş, ben yiyiciyim, yapmayı bilmem” desem de dinletemedim. Bir başka birahanede de 2 Alman gazeteci ile sohbet ettik. O adamlar da : “ Turist Türk! Ne acayip” dedi. Adamlarla 2 saat muhabbet ettik ama hala bana UFO’ya bakar gibi bakmaktaydılar. Sonunda adam: “Türkler geleli yıllar oluyor ama ilk kez bir Türkle bira içme fırsatım oldu” dedi. Sen misin bunu diyen :”Aslında Türkiye tam bir Avrupa ülkesi, buradaki Türkler’e hiç benzemez Türkiye’deki Türkler” gibi argümanlarla adamın üzerine yürüdük. Sanki turistlere de hiç tecavüz etmez bir havaya büründük.
Böylece Berlin’in seyrek Türk olan gece hayatında 2 gün takıldıktan sonra kendimizi müzelere ve tarihe verdik. Şehirde duvar yıkıldıktan sonra çok fazla alan açılmış ve bu alanlara günümüz inşaat mühendisliğinin tüm hünerlerini sergileyen çok güzel binalar inşa edilmiş. Şehrin bu yönü de çok güzeldi. Bu kocaman şehir (Paris’in 9 katı) özellikle 2. Dünya savaşı ve Berlin duvarı kalıntı ve hikayeleriyle çarpıcı. Ama ben duvar olayına yine muhtemelen 90lardan önce Berlin’e gelmiş ve hala dünyayı 2 kutuplu sanan bir Türk abimizle yolda geçen bir konuşmamızı aktararak değinmek istiyorum:
Alper (Yol arkadaşım): Acaba, Berlin duvarı kalıntıları ne tarafta?
Türk Abi: Böyle yürüyün, parkı geçin, dimdirek devam edin, önünüze çıkar. Ama öbür tarafa geçmeyin.
Alper:Sağol.
Türk Abi: Sakın öbür tarafa geçmeyin! (Arkamızdan bağırarak)
Alper’le çok korktuk. Acaba duvar gerçekten yıkılmadı mı diye çekindik. Yoksa bu da A.B.D.’nin aya ayak basma benzeri oyunlarından mıydı?...Korkularımız yersizdi. Çünkü 300 metre ileride duvarın üzerine gece-konduyu dikmiş olan Karadeniz’li amcanın evini görüp rahatlayacaktık. (Bu amca TRT’de belgesele de çıkmıştı). İnanmazsınız ama amca evin bir cephesini Berlin duvarını kullanarak inşa etmiş, yan tarafta da sebze bahçesi var.
KREUZBERG
Şüphesiz ki Berlin’de mangal yakan insanları, atletli amcaları, “Baba,baba abim beni tokatlıyo” diye bağıran çocukları görebileceğiniz “Küçük İstanbul” takma isimli Kreuzberg semtinde de tek kelimeyle büyülendik. Fotoğraflarla olayın ciddiyetini anlatmaya çalışacağım fakat fotoğraflarla anlatmanın mümkün olmayacağı bir olay var ki neden Berlin’in ziyaret edilesi bir yer olduğunu en iyi açıklayan örnek olduğunu düşünüyorum. Alman arkadaşlardan birisiyle bir dönerciye gittiğimizde, bu arkadaş Almanca konuşmaya başlayınca dönerci ustasına bağıradak şöyle dedi:
“İsmail Abi, gelsene 2 dakka! Turist geldi”
Lütfen dikkat, burada bahsi geçen turist ben veya arkadaşım Alper değil, kendi ülkesinin başkentinde, kendi dilini konuşan bir Alman genci idi. Koyuverdik kahkayı.
Berlin bakış açısına bağlı olarak hem çok eğlenceli, hem de çok hüzünlü bir şehirdi. Son olarak eklemek İsterim ki Türkiye’de bile bulunamayan döner sosları icat edilmiş. Dönerimizin bir Avrupa yiyeceği olma macerası bu sokaklarda başlamış. Ne duvar, ne de 2. Dünya savaşı...Avrupa döner tarihinin temelleri atılan bu şehir bir gün Katolik kilisesinin merkezi Vatikan gibi, rönesansın başladığı Floransa gibi hakettiği yere gelecek ve tüm Avrupa ilk dönercileri, ilk ustayı,ilkel döner cihazlarını görmek için bu şehre gelecek. Evet, yüzeysel olabilir ama benim hayalim bu...Imagine!
Görüşmek üzere...
Tüm fotoları çeken yol arkadaşım Alper Kanyılmaz’a teşekkürler.
Şüphesiz ki Berlin’de mangal yakan insanları, atletli amcaları, “Baba,baba abim beni tokatlıyo” diye bağıran çocukları görebileceğiniz “Küçük İstanbul” takma isimli Kreuzberg semtinde de tek kelimeyle büyülendik. Fotoğraflarla olayın ciddiyetini anlatmaya çalışacağım fakat fotoğraflarla anlatmanın mümkün olmayacağı bir olay var ki neden Berlin’in ziyaret edilesi bir yer olduğunu en iyi açıklayan örnek olduğunu düşünüyorum. Alman arkadaşlardan birisiyle bir dönerciye gittiğimizde, bu arkadaş Almanca konuşmaya başlayınca dönerci ustasına bağıradak şöyle dedi:
“İsmail Abi, gelsene 2 dakka! Turist geldi”
Lütfen dikkat, burada bahsi geçen turist ben veya arkadaşım Alper değil, kendi ülkesinin başkentinde, kendi dilini konuşan bir Alman genci idi. Koyuverdik kahkayı.
Berlin bakış açısına bağlı olarak hem çok eğlenceli, hem de çok hüzünlü bir şehirdi. Son olarak eklemek İsterim ki Türkiye’de bile bulunamayan döner sosları icat edilmiş. Dönerimizin bir Avrupa yiyeceği olma macerası bu sokaklarda başlamış. Ne duvar, ne de 2. Dünya savaşı...Avrupa döner tarihinin temelleri atılan bu şehir bir gün Katolik kilisesinin merkezi Vatikan gibi, rönesansın başladığı Floransa gibi hakettiği yere gelecek ve tüm Avrupa ilk dönercileri, ilk ustayı,ilkel döner cihazlarını görmek için bu şehre gelecek. Evet, yüzeysel olabilir ama benim hayalim bu...Imagine!
Görüşmek üzere...
Tüm fotoları çeken yol arkadaşım Alper Kanyılmaz’a teşekkürler.