Tuesday, June 30, 2009

Bu yaz da tercihim TR





Enteresan bir hafta sonu daha geldi geçti. Kuzey İtalya’ nın yaz yağmurları eşliğinde yine sokaklarda temsili savaşlar yapıldı. Ancak burada geçen yıl yazdığım yazı etkili olmuş olacak ki, yetkililer müslümanları vatanlarından atan şövalye gösterisini kaldırıp yerine Orta Dünya mizanseni koymuşlar. Gün boyu sokaklarda “Yüzüklerin Efendisi” karakterlerini gördük durduk. Cüceler, insanlar, elfler ara sokaklarda orglardan kaçtı durdu. Kazık kadar adamlar şehir meydanını birbirine kattı. Tesadüfe bakın ki, 30 km uzaklıkta da aynı gün “Blind Guardian” konseri varmış. Bütün Avrupa’nın hayalle gerçeği ayırt edemeyen meczupları Lombardiya’ya toplanmış. Bu organizasyonu duyunca koşup gelmişler. Aaa! Tiplere bir baktım, 2-3 sene önce ODTÜ mezunlar derneğindeki konserde toplanan meczup gurubun aynısı. Eline değnek alıp asa diye taşıyanını mı ararsın, arkadaşının sırtına binip ben Rohan atlısıyım diyenini mi, bit pazarından uyduruk beyaz cadı şapkası alıp Gandalf oldum diyenini mi, cıplak ayak koşturup ben hobitim diyeni mi? Bizim şehrin delisi Peppe bile sinir oldu. Tek deli oyken esnafla hoşbeş, muhabbet, bedava şarap içiyordu. Etraf meczup dolunca pabucu dama atılmış olacak ki bi kederliydi kendisi. Yine de şarapçı İtalyan milleti vefalı çıkmış olacak ki, alkol bağımlısı delimize akşam üzeri zorla şarap içirmeye çalışan insanlar gördüm. “Bu ne bolluk” dedim, bizim şarapçılar kıvranır durur şarap bulmaya, burada sarhoş-deli “yeter” diyor, halk “iç iç” diye ısrar ediyor.

Akşam üzeri geldi çattı. Bir ara hobitlerin başı rol icabı belaya girdi, halk hep bir ağızdan “yüzüğü tak yüzüğü” diye bağırmaya başladı. O an biraz sinirlendim bu toplu delirme seansında. Gıcık olup orgları tutmak istedim yalnız bu “Org” kelimesin çoğulunun İtalyancası bana nedense “Orgi”dir (Orci okunur) gibi geldi. “Orci, orci” diye bağırırken halk bana tepki duydu. “Seneye lütfen gelme,2 senedir hep rezillik çıkarıyosun” dediler. "Sizi Banu Avar'a söyleyeceğim, gelip bunları komple haber yapacak" dedim, tırstılar.

Bütün gün süren tantana sonunda bitti, kötüler hakettikleri şekilde saat 6 sularında öldürüldüler. Söylememe bile gerek yok belki ama org liderinin maskesi ölünce düştü ve geçen yıl müslüman komutanın kölesi rolündeki zenci arkadaşı bu sefer de orglerın lideri konumunda gördük. Ben onun adına sevindim. Öyle de kötüsün böyle de...Bari bu şekilde kötülerin efendisisin. Gün gelir belki de bu arkadaşı şovalye de yaparlar ama umudum yok. Avrupa defterini kapattım.

Batıdan toptan umudumu kestim sanırım bazı anlamlarda. Geçen yolum çok ülkeden yabancıların kaldığı bir yurda düştü. Okulların kapanmasına yakın olduğu için her yer parti. Zemin kat ayrı parti, teras ayrı parti. Bizi de çağırdılar, bi göründük, geldik. Arkadaş, bu kadar mı film ortamı olur? Fazla kalamadım. Özellikle ABD’den öğrenci değişim programıyla gelen 18-21 yaş arası gençler ahlaken çökmüş durumda. ABD’de bu yaş aralığında içki içemeyenler, Avrupa’da içebilmeleri nedeniyle ortalığı birbirine katmışlar. Bize ters türlü türlü hareket. Kardeşim California polisi sokakta içki içtin diye hiç mi kovalamadı seni, Kentucky’de ilkokul öğretmenleri hiç mi kulak çekmez, Orlando’da müdür muavini hiç sinir yapıp üstünüze yürümedi mi, Dallas’ ta sokakta cinselliğe dolmuşçular müdehale etmiyor mu? Tam bunları düşünüp yavaş yavaş tenha köşelere doğru yürüyordum ki, bir grup Amerikan yanıma geldi. Zaten ağzını yaya yaya konuşuyor zibidi, tam bir “American pie” tablosu. Üstü çıplak, elinde kalpli balon, bir erkek demez mi : “Hey dude! Can we take a picture, top naked?” O an kan nasıl beynime sıçramış, ben buna daldım. Ağzını burnunu kırdım sanırım, kalpli balonu da patlatmaya çalıştım ama patlamadı o da, rezil oldum, daha da gerildim, kikirdediler kızlar falan. Sonra dediler ki: “Hacı yanlış anladın, belli ki sen gergin bir toplumdan çıkmışsın, biz “treasure hunt” oynuyoduk, bunu başarmamız ve ispatlamak için foto çektirmemiz” lazımdı diye. Tabi anlayış gösterdim o vakit. O zaman hatunlardan istediğinle çektir dediler. İşte bu dedim, batıya yakışan bu. Bir bayan arkadaşla t-shirtümü çıkarıp foto çektirdim. Üzerimi çıkarınca da “That’s a good one” falan diyenler oldu ama olay uzamasın diye duymazdan geldim. Gençleri mi kırayım? ABD defterini kapattım.

Bu hadiseden bir kaç gün sonra da “mimarlık tarihi” dersi için sunum hazırladık. Grubumuzda bir tane de Avustralya’lı vardı. Sınıfta da toplam 3 tane. Bizimki yine sunuma hazırlanırken beraber takıldığımız için anane ve kurallarımızı öğrendi ancak başka grupta bir tanesi tam bir Avustralyalı. Sunuma parmak arası terlik ve düşük belli şortla gelmiş dürzü. Bir de sunumda bir gerilim yaşar insan, biraz toparlanır değil mi? O da yok. Kürsüye oturmalar, cıvık hareketler, “you know” çekmeler... Sanırsın ki sörf kursu veya köpekbalığı semineri veriyor. Halbuki konumuz “Gotik kliseler”. Ben bizim arkadaşa söyledim açık açık: “Yakışmıyor” dedim, “Hep böyle rahat mı takılıyonuz siz orda?” diye de ekledim. “Sen sıkıntılı mısın, gerilme, bizim sunum da iyiydi” dedi, anlamadı. Biraz karnımdan konuşup konuyu kapattım. Sonra bizim sunum İtalya’daki faşit mimari olduğundan konu politikaya geldi. Şöyle devam ettik:

Övgü: “Sizin Sydney belediye sağcı mı solcu mu?”

Giorgia: ” Onu bilmiyorum”

Olur dedim, belediyedir, bilmez, devam ettim:

Ö: “Hükümet?”

G: “Ben bu politika konusunu bilmiyorum, sağ-sol olayını da tam bilmiyorum ama liberaliz” dedi.

Ö: “Kime bastın genel seçimde?”

G: “Yeşillere”

Biraz daha sorayım dedim meraktan. “Bilmiyorum biz liberaliz, açık görüşlüyüz, Atatürk'ü severim " falan dedi sonra da ekledi:

G: “Burda nerde yüzüyosunuz?”

Al bakalım!!! Sizinle 2 kelam ciddi muhabbet edemiycez arkadaşım. Sabahtan akşama gülünsün bunlara, rahat olunsun, liberal olunsun, paramak arası giyilsin...Avustralya defterini de kapattım.

Zaten Oryantalizm, Otantizm gibi aromalar da asla cezbetmemişti bilakis nefretle dolmuşum. Kelimenin tam anlamıyla ben olmuşum zaten Oryantalizm. Okulda bi İtalyan çocuk vardı. Tezini yazmaya Hindistan’ a gidecekmiş. “Orada her su içilmiyomuş, bazı yemekleri yiyince ishal olunuyomuş, türlü hastalık varmış, 9 tane aşı oldum, artık gidebilirim, o hayat tarzını iple çekiyorum” geyiği yaptığının sabahında ben zaten çoktan milliyette “Kene yine can aldı” haberini okumuştum. Velhasılkelam, Asya defteri de kapandı.

Afrika’yı zaten bize hiç öğretmediler, o hep kapalıydı. Burada bir kaç arkadaşla tanıştım ama genelde sessiz adamlar. Etiyopya’ya safariye davet edildim bu yaz için ama aslana, zebraya, zürafaya ilgimi daha ilkokuldayken hafta sonu belgesel izleyemeyip dersaneye giderken kaybettim. Zaten Afrika’dan soru da çıkmaz hiç. Hep Orta Doğu veya Avrupa’dan çıkar. Afrika da gitti.

Bu yaz da Türkiye o zaman...






Meczupların Türküsü:Bart's song (live) Dertlilerin türküsü: Güzel bir gün (live)
(Fantasy Role Play) (Hardcore reality)

Saturday, June 6, 2009

HOME

Herkesin görmesi gereken bu belgesel 14 Hazirana kadar "youtube"de yayınlanıyor olacak:
http://www.youtube.com/homeproject

* 20% of the world population consumes 80% of its resources
* The world spends 12 times more on military expenditures than on aid to developing countries
* 5000 people a day die because of dirty drinking water.
* 1 billion people have no access to safe drinking water.
* Nearly 1 billion people are going hunger.
* Over 50% of grain traded around the world is used for animal feed or biofuels.
* Every year 13 millions of hectares of forest disappear.
* The average temperature of the lst 15 years have been the highest ever recorded.
* The ice cap is 40% thinner than 40 years ago.
* There may be at least 200 million climate refugees by 2050.


Gidilen nokta hiç de iyi değil arkadaşlar. Bilim adamları bangır bangır bağırırken başta gelişmiş ülkeler olmak üzere herkesin kulağını tıkaması da şaşırtıcı. Ama işi hükümetlere bırakmadan da bireysel olarak yapılabilecek çok fazla şey var. Çöpleri ayırmak için belediyelere baskı yapılabilir mesela. Kağıt kullanımında dikkatli olunabilir. Ampül kullanmak yerine florasana geçilebilir....vb.
Bir Türk atasözü der ki:" Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir ülkeyi kurtarabilir"
Sevdiğimiz her şeyin yok oluşunu izlemektense küçük de görünse mücadele etmek daha iyi olacaktır.

Thursday, June 4, 2009

Anana Babana Felicita ????

Bu videodan sonra;

1) Şahıslar kampta alkol almıyor bilirdik, artık inanmam.
2) Fatih Terim' in İtalyanca'sına laf edene artık kızarım, kendisinin cümle kurmuşluğu vardır. Bknz: "Ciao Maldini, come la famiglia?"
3) "Futbolculara çok şey borçluyuz, milyon dolar versek yapamayacağımız reklamı yapıyorlar" geyiği bitsin.

a) Zaten milyon dolar alıyorlar
b) Bknz video

Monday, June 1, 2009

KALDIRIMLAR BİLİYOR



Bugün durduk yere yağmur yağdı gün boyunca. Yarın haziranın ilk günü, bu mevsimde yağmura hiç alışık değilim. Evde biraz sıkıntı basmış olacak ki, nostalji yaptım. 1998 senesine gittim imkanlar dahilinde. Fon müziği olarak da Sezen Aksu’dan “Son sardunyaları” seçtim. Bahsi geçen yıl benim Aydın Fen Lisesi’ ne başladığım senedir. Bu şarkı başta romantizmiyle beni etkilese de tam olarak bu şekilde hatırlamadığımı farkettim o yılları.

Her yatılı okul ve onun meyveleri olan gençler ciddi bir biçimde öğretmen kadrosundan etkilenir. Ben çok kısa sürede Türkiye’nin en başarılı lisesi olacak olan bu okulun (link) ikinci jenerasyonu olarak girmiştim. Okulda her şey dinamik ve yenilikçiydi bu yüzden. Üzerimizde baskı oluşturmayan yönetimiyle çok güzel yıllarımız geçti.

Yalnız olaylar benim hatırladığım kadarıyla hiç de bu Sezen Hanım’ın bahsettiği gibi romantik değildi. Bir kere bizde mektepli sevgili edinmek gerçekten çok zordu. Az olan kız sayısı (Bu daha sonra mühendisliğe uzanan yolda çoğumuzun kaderi oldu) dışında şartları oldukça zorlaştıran çokça etmen vardı. Bunların başında her iki cinsin okul saatleri dışarısında ayrı katlarda kilit altında tutulmasını ilk sıraya koyabiliriz. Ayrıca hafta içini de devamlı okulda geçirmek zorundalığı da cabası. Yani bir parkta, bir pastanede buluşmak bile Çarşamba günleri 16 ve 18 saatleri arası dışında mümkün değildir. Yaşıtlarımız evlerinde her türlü cinsel yayına ulaşabilirken bizim televizyonumuzun bile olmayışı da cabası. Bunun 16-18 yaş arasında aylarca tekrarlanması durumunda açığa çıkan cinsel enerjiyi sizin tasavvurlarınıza bırakıyorum.

İşte Fen Liselerine dinamizmini veren tam da bu enerjidir kanımca. Hiçbir enerji kaybolmayacağına göre, bu enerji başka bir alana yöneltilmelidir ve gayet iyi bilirim ki yöneltilir de. Yalnız karakter yapısına göre bu temel enerjiyi değişik enerjilere çeviren insanlara tanık oldum orada. Şimdi örneklerle bu profilleri inceleyelim.

İlk olarak enerjinin gittiği alan ayarı kaçık şakalardır. Enerjisini bu yolla dışavuran tiplerde bu ayarsızlık mezun olunca da devam eder. Bu yüzdendir ki bu tip birey çevresinde hayat boyu “Çam deviren” olarak algılanır. Üniversitede bu tipleri akla gelen ama “Söylenmez şimdi bu” denen lafların söyleyeni olarak tanımışsınızdır belki de. Kolejlilerden burada marjinal biçimde ayrılırlar. Kolej ve diğer marka okullarda olayın kaynağı rahatlık ve hatta şımarıklık iken Fen Liselerinde travma kaynaklıdır. Okuldaki ilk gecenizde “Anneniz sizin çantanıza lokum koymuştur, yemeye geldik” diyerek gece 02:00 sularında kapının kırılması da zaten net bir travma nedenidir.

Enerjinin gittiği bir diğer husus ise devamlı uyanık ve aklı başında olma durumuna harcanan enerjidir. Saflaştığınız anlarda pis bir şakanın veya arkadaş ortamında size verilecek bir ayarın korkusu sizi devamlı ölçüp biçme refleksiyle donatıverir bu ortamlarda. Bu şakalar da henüz olgunlaşmamış bireyler tarafından yapıldığından genelde ayarsız bir dozajda ve aşırı komik olur. Bir de bu lanet şakalara sadece bir kere değil, eğitim hayatınız boyunca gülünür. Tuzluğun kapağını ömür boyu paranoyakça kontrol etmenize neden olan basit şakalardan tutun da 20-30 kişinin yer aldığı organize ve sofistike şakalara karşı duruşunuz, ileride sizi hayata karşı temkinli ve kimseye tam olarak güvenmeyen bir bireye dönüştürüverir. Şu her zaman aklınızdadır: “ Saf olma, safsan da belli etme”

Gençlerin bir bölümü de enerjisini bayılma noktasına kadar yapılan spor aktiviteleri ile atma yoluna gider. Okulun imkanları sadece basketbola, futbola ve voleybola yettiği için hayatlarını o dönemde bu sporlarla geçirirler. Ama yine de “extreme” sporlara evvelden merakı olanlar kız katına yangın merdiveninden tırmanma, çarşafları bağlayıp gece yurttan kaçmaca, havalandırmadan sürünerek yatakhaneyi terketme, camdan tırmanıp yemekhaneden meyve çalma gibi sporlara da yönelebilirler. Bu okullarda spor yapmanın diğer yerlerde spor yapmaktan en büyük farkı sporu erken bırakıp duş almanızın asla gerekmemesidir. Çünkü duşta ya çok sıra olur ya da asla sıcak su olmaz, en acısı da duş ihtiyacının bir süre sonra zaten hissedilmez oluşudur. Bu sporları daha dünya standartlarına taşıyıp dağcı, mağaracı, kaya tırmanışçı olmak için üniversiteyi beklemesi gerekecektir bu tiplerin. Ayrıca interrail, izcilik gibi hijyenin kısıtlı olduğu imkanlarda da asla yılmazlar. İşin sırrı şudur ki: Nasıl sarımsak yiyen iki kişi birbirini rahatsız etmezse, top oynamış iki sıra arkadaşı da birbirini rahatsız etmez.

Hemen hemen hepsi TV, bilgisayar gibi zaman öldürücüler olmadığı için hayatlarında kendilerini serbest stil muhabbete verirler. Serbest stil muhabbet adından da anlaşılacağı üzere bol küfürlü muhabbettir. Bir çok insan ailesinin yanında küfür etmeye çekindiği için konuşmadan önce küfürlü kısımları otokontrol mekanizmasıyla sansürlerken, bu çocuklar bu kontrolü sağlayamadıkları gibi, yukarıda sözü edilen cinsel enerji de düşünüldüğünde ağır küfürler ederek konuşurlar. İleriki hayatlarında kadınların ve büyüklerin yanında küfür etmemeyi öğrenseler de genelde erkeklerle dolu bir ortama girildiğinde bu küfür etme isteği aklıllarına gelir oturuverir. Ayrıca spor müsabakaları, seçim sonuçları gibi duygusal ortamlarda da yer yer kontrol kaybı yaşanır. Ancak konuşmaya çok antremanlı oldukları için genelde iyi bir telkin ve ikna yetenekleri vardır. Küfürleri duymamayı başarırsanız mantıklı şeyler konuşulduğunu farkedebilirsiniz. Ayrıca yoktan eğlence varetme ve bardağın dolu tarafını görmekte de başarılı olabilirler.

Bu insanların çoğunda olan bir başka ortak özellik de eğer genetik olarak aşırı iyi değillerse çok yaygın olarak miyop olmalarıdır. Bu da işin aslını bilmeyenler arasında çok çalışmaktan kaynaklanmış algısı doğurur ama tamamen yanlıştır. Bunun nedeni yetersiz beslenmedir. Hiç yemek seçmeyen bir birey olarak başladığım lise hayatında bir çok yiyecekten, devamlı yemek nedeniyle bıkma noktasına geldim. Örneğin her Pazartesi çıkan kuru fasulyeden aradan geçen yaklaşık 10 yıla rağmen hala hiç haz etmem. Yine ailesiyle kalan bir çocuk annesine: “Bu akşam tavuk yiyelim” diyebilirken, bizim süper aşçımızla diyaloğumuz: “Ahmet Abi, yine ıspanaklar yıkanmamış, alttan kıstırgaçlı böcek çıkıyor” olurdu. Buna benzer sayısız örnek nedeniyle şahin gibi gören çocukların bir aratatil dönüşü gözlükle gelmesine tanık oldum. Mesela göze iyi gelen gıda olarak havuçu ele alalım. Ben fen lisesinde havuçu sadece biyoloji kitabında gördüm. O konuları da hocalar çabuk geçerdi ki çocukların ağzı sulanmasın. Bu da üniversitede tanıdığınız o yediği yemeğin hakkını veren, şükretmeyi bilen, yemekhane yemeğini anlaşılmaz şekilde seven arkadaşınızın altyapısıdır.

Bir de fen lisesi mezunlarında tamahkar olma, çok gerekli olmayan konular dışında kesin tercih sahibi olma gibi karakter özellikleri körelirken, aklın ve bilimin izin verdiği ölçüde adapte olabilme kabiliyeti gelişir. Bu husustaki eğitimde de aşçımız Ahmet Abi’ nin bize çok faydası olmuştur. Çünkü bu inanılmaz adam sabah çayı demlerken şekeri demliğe önceden atardı. Yani bizim için çay olayında şeker ölçüsü yoktu. Benzer durumda alkol tüketiminde yaşanırdı. Geceleri hafiften içtiğimiz içkilerde de seçme şansımız hiç olmazdı. Birisi bira getirir, birisi kanyak, birisi şarap. Hepsi karıştırılıp içilirdi. Yani İbo’nun “Rakıyı da şaraba gatalım mı, vay vay” sözü bizim aramızda yaygın bir muhabbetti. Bunun ötesinde orta okulda insanların meşrubat şişemden içmesine dayanamazdım, yatağımda başkasının oturmasını istemezdim. Bunların hepsi de çok hızlı bir biçimde kayboldu. Mesela ip bağlayarak su ısıtıcının içine bir sosis sallayıp onu haşlardık, az sonra da aynı ısıtıcıda çay için su kaynatırdık. Ancak yıllar sonra bazı temel hijyen kurallarına kendimi tekrar inandıraraktan pozitif bir geri dönüş sağlayabildim ve bu vurdumduymazlıktan biraz da olsa sıyrıldım. Ama çoğumuz o ortamdan sonra asla eskisi gibi olamadık.

Bir başka genel inanç da yatılı okuyanların zamanı daha iyi kullandığı ve planlayabildiği algısıdır. Bence bu da son derece yanlıştır. Çünkü geceleri yatma saati sularında üst düzey muhabbet döner. Genelde sabah zor uyanılır ve bazı sevilmeyen derslerde uyunur. Artık racondan mıdır bilmem ama hocalarımız da öğleden önce uyuyanı pek uyandırmazdı. Özellikle sayısal dersler dışındaki hocalarımız bu konuda çok anlayışlı olurlardı. Bu bozuk alışkanlık ramazan aylarında iyice ayyuka çıkardı. Ramazan ayları fen liselerinde normalin 2 katı kutsaldır. Çünkü çevredeki maddi durumu iyi olanlar veya gönlü zengin olanlar yatılı okul olması nedeniyle sahurda yenmek üzere acayip kaliteli yemekler gönderirlerdi. Buradaki “acayip kaliteli” de tabi ki okulun normlarında algılanmalıdır. Tabi sahura kalkanlar bunları silip süpürdüğü için kahvaltıya yine “random” şekerli çay, devlet peyniri ve Tariş çürütme zeytini kalırdı. Bu nedenle Ramazanın 3. gününden itibaren sahura kalkanların sayısı çok büyük artış gösterirdi ancak bu artış oruç tutmaya asla yansımazdı. Zaten geç yatılmasına ek olarak yemek için harcanan bu vakti telafi etmek için de okul üniformasıyla yatılırdı. Tekniğini ilerletip yatağın içindeyken yorganını katlamayı başaran bir oda arkadaşım bile vardı. Kendisi sonradan Ford fabrikasında da başarılı buluşlara imza attı zaten. Bu tip insan da üniversite hayatında giydiğine çok özen göster(e)meyen, kırışıkla ütülü arasındaki farkı anlamakta güçlük çeken, şeker tercihi olarak “kaşıkla ölçme” yetisi gelişmediğinden toplum içinde “farketmez” cevabını benimsemiş birey olarak çıkar karşımıza. Hatta haftanın başında bağlanan kıravat bütün hafta kullanıldığından, kıravat geometrisinde de bariz bozulma olur ama maalesef bu da anlaşılmaktan çok uzaktır ve tam bir boyun bağıdır cumaya varıldığında.

Nadiren de olsa bir kısım öğrenci de kendisini sanata verirdi. Gitar,saz çalandan tutun da şiir yazana kadar türlü adam çıktı. Bu tiplerin de en bariz özelliği ranzaların üst katlarında takılmalarıydı. Bunu hala mantıklı bir çerçeveye oturtamasam da üst ranzalar her zaman daha çok sanatçı yetiştirmiştir.

Öğrencilerin enerjiyi tam olarak ter veya zihinsel aktivite olarak atamadığı aşırı durumlar da sıkça görülür. Ya da günü bilinmeyen temizlik kontrolünde odanız yaşam standartlarının çok altında çıkarsa da otorite duruma el koyar. Bu durumlarda ıslah görevi “Yatakhaneden sorumlu müdür muavini” olarak bilinen genelde beden eğitimi hocası orijinli kişi tarafından gerçekleştirilir. Cezalar genelde Çarşamba günleri nimet olarak verilen 2 saatlik kızlara kur yapma veya pideciye gitme saatlerinin kesilmesiyle başlar. Bu vücuttaki kümülatif enerji birikimini arttıracağından son derece tehlikeli gibi görünse de ilk planda, sizi ağır işlerde amele olarak çalıştıracakları için bu sorunun içinden de çıkılır, bir taşla iki kuş vurulur. O 2 saatte bütün hafta gezmeyi düşünürken kendinizi nefretle ağaç dikerken, anlamsız bir şekilde basketbol sahasını süpürürken ya da okulda sıra, masa taşırken bulabilirsiniz. Tabi ki sizden çalınan o 2 saat nedeniyle o ağacı asla affedemezsiniz. Yıllar sonra okulu ziyarete gittiğinizde bile gider dibine işersiniz, hatta hızınızı da alamayıp şu 113 Cemal’in ağacına da işeyeyim dersiniz. Bu arkadaşlar da genelde ileriki hayatlarında beklenmedik olaylar karşısında soğukkanlılığını koruyabilen, duygularını kontrol edebilen bireyler olarak çıkarlar insanın karşısına belki de.

“Yiğidi öldür, hakkını ver” derler. Bu zor ortama rağmen kendimi bu düzenin bir parçası olduğum için hep şanslı saymışımdır. Arkadaşlıklar mükemmeldir. Ama en çok da orada mucizeye tanık olmak beni etkilemiştir. O böcekli ıspanakla, o fasulyeyle, o devlet peyniriyle ÖSS’de ilk 10’a girmiş 4 arkadaşım vardır. Ahmet Abi’nin mucize çayındandır, uzun eşşeğin zihin açıcılığındandır belki de ama eninde sonunda Final Dergisi reklamlarına çıkmayı başarmışlardır. Bu tip arkadaşları da üniversitede genelde A.B.D’ye burslu gidenler olarak görürüz ve o cam dibi gözlüğün çalışmaktan değil de yemekhaneye yemek kapmaya koşarken önündekine çelme takmayı düşünmeyen ahlak yüzünden varolduğunu da biliriz. Çünkü o şampiyon hep yemeğin dibini yemiştir...



Not:
1) Fotolarda gözlüklü oranları az görünüyor ancak sebep bazılarının "sadece derslerde takan" modelden olması veya sonradan kalıcı modellere geçmesidir.
2) Fotolardaki bir çok genç sonradan tipi toplamıştır.