Sunday, May 31, 2015

Başkasının Gözünden

Amsterdam Schiphol havaalanından yola çıkıp Taksim’deki oteline gidecek ve aşağı yukarı bir gününü ele alacağımız Hollandalı karakterimizin adı Bas van Dutch olsun. Aslına bakarsanız eğitim durumu ve mesleği de çok önemli değil çünkü temel eğitimin başarılı olduğu bir ülkede yetişmesi nedeniyle, eğitim durumu ülkemizdeki kadar kritik bir anlam ifade etmiyor kavrayışın gelişimi açısından. Beraber çalıştığım, top oynadığım, ailesiyle tanıştığım, kilometrelerce yol yapıp, bir şeyler öğrendiğim, öğrettiğim, tartıştığım, eğlendiğim insanların bir ortalaması hayal ürünü bir karakter olsun. 34 yaşında, 1.88 cm boyunda, 85 kg. Düz, arkaya taranmış sarı saçları var, yüzü traşlı. Bisiklete biner, top teper, kanallarda küçük teknesini yüzdürür ve Almanları sevmez. En sevdiği topçu Rijkaard'dır. İngilizce, Almanca ve Dutch konuşur. Tekno müzik hastasıdır. Temel Hollanda insanı bilginiz yetersizse önce şuraya gözatabilirsizniz.

Bas uyandı yüzünü yıkadı. Hafta sonu kızlı erkekli arkadaşlarıyla evin rabıtalarını değiştirme işini tamamladıkları için kasalarca birayı gömmüşlerdi. Akşamdan kalmalığı atmak için duşa girdi. Saat 09:00 idi ve 13:00’de uçağı vardı.


Türkiye’ye en son 2000 yılında Delft’de okurken gitmişti. Üniversiteler o zaman bir yıl izin alıp gezmeye çıkan öğrencilerine burs vermeyi sürdürüyordu. ‘'Şimdiki nesiller o kadar şanslı değil’’ diye düşündü. Eski Hollanda’ya hafif bi özlem duydu. Sonra aynada kendine bakıp: ''güzel olan sen değil, o günlerdi’’ dedi. Duşunu alıp çıktı, saçına kilolarca jöle vurup geriye taradı. Giyindikten sonra Golden cinsi köpeğini bahçeye saldı, kız arkadaşı hala uyuyordu. Batının ahlaksızlığını almasına bile gerek yoktu çünkü orjinal bir batılıydı ve o yüzden 9 yıldır beraber yaşadığı kız arkadaşıyla evlenmemişti. Kız arkadaşını liseden beri tanıyordu ama o zaman birlikte değillerdi. Ara sıra marihuana içerlerdi ama üniversite yılları başlayınca bunu da bıraktılar. Sonuçta ne turist, ne liseli ne de evsizdiler. Bir hevesti geçti gitti. Hatta o yıllarda kızarkadaşı başka bir arkadaşıyla takılıyordu ama aşırı derecede domuz eti tükettiği için bunun bir önemi yoktu bugün. O kadar domuz eti yemişti ki neredeyse kız arkadaşını olmayan çocuklarının anası, namusu, bir kadından öte insan olarak bile görüyor olabilirdi.


Öte yandan ne anası ne de kayınvalidesi yapmayı düşündükleri çocuğu kakalayabilecekleri bir kapı olarak görünmüyordu gözüne. Anne bile diyemediği bu kadından ne bekleyebiirdi ki? Zaten kendisi haftada 35 saat çalışmanın yükü altında eziliyor kız arkadaşı da 3 gün çalışması yetmiyormuş gibi yerel çim hokeyi liginde iddialı bir takımın koçluğunu yapıyordu. Bir keresinde akşam yemeğinde çocuğu iteleyebilir miyim diye ebeveynlerinin ağzını aramış, 9 birayı çoktan gömmüş olan babası % 40 vergi ödediğini, devletin bakması gerektiğini ağzından kaçırıvermişti. Sonuçta Bas’ı bile babası atmıştı 19 yaşında sokağa ve Bas ne yapacağını bilmez halde ülkenin en prestijli okullarından birinde okuyuyup mühendis olmak zorunda kalmıştı. O da yetmemiş devletin bursuyla İsyanya-İtalya-Hırvatistan-Yugoslavya-Yunanistan-Türkiye gezisine çıkmak bahtsızlığına itilmişti. Hatta döndğünde okulu bırakıp tesisatçı olarak para kazanmayı da düşünmüştü ama artık eski tip Hollanda evleri çok yapılmadığı için ve o da tek düze apartman tesisatçılığını heyecanlı bulmadığı için okula devam etmişti. Her neyse, zaten BMW’si steyşın vagon bile değildi. Çocuk işi yaştı yani…

Buz dolabını açtı, dilimlenmiş ekmeğinin üzerine tereyağı sürdü, biraz peynir biraz salam koydu, yanına 1 litre süt açtı. Bunu bitirince de bu sefer ekmeğe çikolata sürüp onu yedi. Dün çakal arkadaşları getirdiklerinden çoğunu yemişlerdi ve bu bariz sinir bozucuydu. Kendisini bildi bileli yediği kahvaltı buydu zaten. Adeta refleksmişçesine bitirdi yemeği. Bu yarı iş yarı eğlence dolu yolculuğa çıkmadan isterdi ki karısı kalksın iki yumurta kırsın. Ama düşünemezdi bile. Deri valizini aldı, vurdu çıktı kapıyı.

Bisikletle bastı gitti istasyona. Oradan da trenle havaalanına. Bilete baktı, Türk Hava Yolları’nın kapısına yollandı. Vay babam vay, zaten kapı kendini belli etmiş. Memlekete giden Türk şımarıklığı kavramı Bas’ın gözlerinin önünde. Mapustaki son saatlerini geçiren mahkum heyecanındaki yetişkinler, memleketindeki fındık bahçelerini anlatan Karadenizliyle, kayısı bahçelerini anlatan Kayserili’nin muhabbeti, ağzı koli bandıyla bantlanmış Hollanda peyniri dolu çöp poşeti taşıyan teyzeler, enerji patlamasıyla sarsılan ve Usain Bolt’un rekoruna göz dikmişçesine koşan küçük veletler… Kesin doğru kapıda. Bir ara ülkücü çetelerle ilkokulda kendisini döverek kurt işareti yaptıran sınıf arkadaşı Mehmet’i görür gibi oldu. 4 çocuğunu bağırış çağırış oturtmaya çalışan Mehmet’in yanına gidip muhabbet edecek bir kültürden gelmediği için devam etti. Aynı zamanda Mehmet onu görse kesin gelip çocuklarına: ‘’biz bunları ne döverdik aq’’ diyecek ve geçen 25 yılda taksi filosunu nasıl büyüttüğünü anlatacağından neredeyse emindi.

Açtı kitabını, kapı açılınca bindi. 24 B’ye oturdu.  Koltuk aralıkları 1.70’e gore dizayn edildiği için bacakları sığmadı. Şirketinden KLM uçuşu istemiş olsa da pinti şirketi onu bu uluslararası uçuşta THY’ye koydu. Gönül isterdi ki bileti alan sekretere bi email döşesin ve cc’ye kendi müdürlerini de koysun, cümle alem görsün onun taşşaklılığını. Kendisine güveni de tamdı esasında ama insanların ağzına mail yoluyla sıçma teknoloşisi henüz yaygın değildi. Daha çok iletişim amaçlı kullanılan bir metoddu.

Hostes acil çıkış kapısını tıkayan 500 kilolık teyzeyi kapının önünden kaldırmak için konuyu dolandırarak onu oradan kaldırmak istiyor şimdi. Teyze de ısrarla kalkmıyor. Dualarıyla uçakta acil bir durum olmayacağının teminatını veriyor. Bas teyzeye neden şişman olduğu için orada oturamayacağının bir türlü söylenememesini anlayamıyor. Niçin 10 kelimeyle anlatılacak bir şey 100 cümleyle anlatılamaz ve içinden çıkılamaz bir hal alır? Sonunda teyze bağıra çağıra asla resmiyete dökmeyeceği şikayet tehditleriyle kalkıyor. Bas da fırsattan istifade kapı önüne geçmeyi kabul ederek teyzeyle yer değiştiriyor. Artık bacakları rahat.

Nihayet bağırış, çağırış ve kaos yerini küçük dudak kıpırdamalarıyla dualara bırakırken, Bas da içsel huzuruna kavuşuyor. Ancak bu sessizlik çok uzun sürmeyecek. Bas uçak havalandıktan kısa bir sure sonra ayakkabılarını yeni çıkardığı sırada yandan ilk yoklama atışı geliyor: ‘’yolculuk nereye?’’. Bu ne biliyonuz mu? Bu efelerin dağdaki çatışmalarda düşman kuvvetlerinin sayı ve yeteneğini anlamak için yaptığı test atışı. Cevap gelecek 3.5 saatlik vuruşma için çok kritik. Bas yıllarca denizcilik ve tüccarlık yapmış bir ecdadın torunu olduğu için bu ilk atışa sempatik cevap veriyor. O an hayal ettiği ve akşamdan da kalma olduğu için ona ilaç olacak uykuyu bir anda feda ettiğinin bilincinde olamayacak kadar naifçe: ‘’İstanbul ya siz?’’ diyor. Kavga İsanbul dediğinde kaybedilmiyor da ‘’ya siz’’i eklediğin anda bitiyor. Şimdi Çakırcalı kızanlarıyla üstüne çökecek Bas.

Muhabbet ana hatlarıyla Ahmet Bey’in nasıl başarılı bir iş adamı olduğu, ne kadar çok para kazandığı üzerinden yürüyor. Tabi ki Bas kendisinden böyle bahsetmekten utandığı için oldukça ezik bir imaj çizmek zorunda kalıyor. Ahmet diyor ki: ‘’ Valla Hollanda’yı sevmiyorum, ben Mercedes alıyorum, işçimde de Mercedes var. Ben bi restorana gidiyorum, ustabaşı da orada. Türkiye öyle mi, çalışanı ödüllendiriyor. Arabamı restoranın önüne çekiyorlar, en kral masayı veriyorlar, insan riskinin karşılığını alıyor’’. Bas çocukluğundan beri bambaşka bir ideale inanmış. Anlatıyor falan sosyal devleti. Ahmet diyor "ben de sosyal demokrata basıyorum Hollanda’da o ayrı’’. Bu arada uçaktaki yemekten kalanları Bas çantasına dolduruyor. Ahmet kafasını diğer tarafa çeviriyor. 

Derken Ahmet, arabasıyla bırakmayı teklif ediyor Bas’ı gideceği yere. Bas seyehat rehberlerinde bu tarz tekliflerin riskli olabileceğini okumuş ama yine de insanlara ilk tanışıldığında yüksek kredi verilen bir kültürden geldiği için bu teklife sıcak bakıyor. Üstüne de Hollanda hesapçılığı biniverince olur diyor.

İnince Ahmet arabaya yürümeden Bas’a çay içmeyi teklif ediyor Atatürk Havaalanında. Bas 7 TL çay fiyatını görünce ‘’ben istemiyorum ama otururum’’ diyor. Ahmet, Bas’ı fakir sanıp acıyor. ‘’Ben alayım sana’’ diyor. Gidiyor tost simit getiriyor. Bas da sırıta sırıta yiyor. Zaten kılığı da pek hırpan bu Bas’ın. Kot tshirt bi de deri mont giymiş. Sonra garajdaki arabaya yürüyüp dalıyorlar şehre. Yolda Ahmet İstanbul’un nasıl geliştiğini falan anlatıyor. Bu arada bildiğin araba asfaltın üzerinde 15 dakikadır duruyor çünkü gelişen muhitte normal olarak araba ilerlemez. Bas normalde bu sürelerde Hollanda’dan çıkıp Belçikayı falan geçiyor neredeyse ama demek ki kırlık yer olunca hızlı gidiliyor. Bizde gelişmiş şehir mi var aq diye düşünüyor. Neyse, 3-4 saat gibi bi süre sonra otele varıyorlar. Yolculuk beleş olduğu için Bas çok üzülmüyor. Üstelik de Ahmet kendisine seçim dönemi olduğundan bazen yolların kapatıldığını, miting meydanı, milli irade vb kavramlarıyla demokrasi 101 crash course veriyor. Bildiğiniz gibi Hollanda bir krallık çünkü. Olur böyle tıkanmalar trafikte, halk sandıkta geçiş üstünlüğüne karar verir. Ahmetle vedalaşıp otele giriyor.

Otele adımını atar atmaz bell boy’dan lobiye bir muamele ki güya yüzlerce yıldır tüccarlık yapanlar Baslar değil de bizimkiler. İnsan kendisini rock star sanacak. Bas’la bell boy arasında valiz taşıma sürtüşmesi yaşanıyor. Bas valizi hiyerarşiye alışık olmadığından vermek istemiyor. Bell boy da bahşiş alacağını sanarak asıldıkça asılıyor. Sonunda Bas bırakıyor da çocuk taşıyor. Tabi ki Bas’dan üç kuruş bahşiş çalışmıyor. Çocuk lobiye dönünce yapıştırıyor arkadaşlarına: ‘’yavşak sarı bahşiş vermiyor gençler, hiç kasmayın. Biliyordum ya Hollandalıdan iş çıkmaz, bi bakayım dedim’’ Kapıcı çocuk Sultanahmet ‘den yetişme zaten. 6 dili yazamadan konuşuyor, gözler para detektörü…

Bas otel yemeklerinin fiyatı çok olunca Beşiktaş’a iniyor. Taksi çağıralım diyorlar, yürümeyi seçiyor esnaf düşmanı namussuz. Oralarda bi sürü ucuz şey bulup yiyor. Beşiktaş da gelişmiş son gelişine göre yine ama o kadar da değil. Zaten Bas fazla gelişmemiş semtlerini seviyor İstanbul’un. Esnaftan bir iki kendisini kertmeye çalışıp az para üstü veren vb çıkıyor ama yabancı olması aptal olmasını gerektirmediği için fark ediyor. Sonra bira içmeye Taksim’e gidiyor taksiye atlayıp. Tabi ki taksici 50 Lira alıp 5 Lira aldığını iddea ediyor, tartışıyorlar.
 











O görmeyeli istiklal baya gelişmiş. Ağaçları sökülmüş, eskiden kalabalık olan bazı sokaklarında hayat kalmamış en güzeli de meydana tertemiz bi beton atılmış. Bas ilk kez bu kadar geniş bir alanın betonlandığını görüyor. Malum Hollandalı, 10 metrekare toprak için yüzyıl çırpınan fukaranın memleketi.

Gezip tozarken saatin bir hayli ilerlediğini farkediyor. Yol kenarındaki çakma saat satıcısından iki tane Tissot alıyor arkadaşlarına vermek için. Sonra gerisingeri otele.

Lobide aynı toplantı için geldikleri Luigi ve saat 22:00’de İtalyan meslektaşının muhabbetinden ve ses yüksekliğinden baymış ve uyumaya gitmek üzere olan Rudolf’u görüyor. Yanlarına yürürken Mohammed selam veriyor. Mohammed’e Arabistan dışında rastlamak büyük nimet çünkü biliyor ki gece olunca Mohammed fütursuzca tekila ısmarlar. Sandalyesini çekiyor, diğerleri yemek yerken dışarıda akşam yemeğini ucuza kapatmış olmanın mutluluğuyla oturuyor. Hem zaten 6 çeşit kebap ısmarlamış olan Mohammed az sonra doğunun o tüm verimkarlığıyla kendisini elleriyle de besleyecek...Günün sonunda bu kadar az para harcamış olmanın büyük ferahlığıyla kafasını koyduğu an uyuyacak olmanın dayanılmaz hafifliğiyle sohbete giriyor: ‘’Nasıl buldunuz Türkiye’yi? Çok gelişmiş değil mi?’’ Cevap Mohammed’den geliyor: ‘’Bence Riyad daha gelişmiş’’

Aha işte bu esnaf düşmanı Bas dünyayı böyle böyle geziyor hem de itoğlusunun Hollanda kanallarında yüzdürdüğü bir küçük teknesi bile var...






Saturday, May 30, 2015

Yamyamlar Şehri

Malumunuz Mad Max'in yenisi piyasaya çıktı. Filmdeki amoral tablo bana içerisinde bir süredir yaşadığım İstanbul'u istemeden de olsa düşündürdü. Avrupa'nın yüksek ahlak değerleriyle bezeli toplumlarından gelince bu tespiti yapmak çok da zor olmadı benim gibi bir post-apokaliptik sever için. Sonuçta Mad Max'in dünyasında da herkes ekmeğinin peşinde ve ihtiyaçlar piramidinde ahlak yükseklerde yer almıyor. Tanıdık mı?

Türkiye’ye geldiğimden beri değişik zamanlarda İstanbul’un adaları, Aydın’ın yaylaları, Bandırma, Bozcaada ve Bolu’ya gitme fırsatım oldu. Bütün gezilerin ortak noktası bu lokasyonların değişik düzeylerde yamyam akınına uğramış veya çok yüksek ihtimalle saldırıya uğrama potansiyeline sahip olması. Henüz akına uğramayanların ulaşımları problemli ya da trend belirleyiciler oraların güzelliğinden henüz bahsetmemiş. Yamyam kavramını kelime anlamıyla elbette kullanmıyorum, belirli bir tüketim alışkanlığı olan çoğu İstanbul’da yaşayan, kendisinin iyi gelir grubunda olduğuna ikna edilen ve bu yüzden fütursuzca tüketmeye kodlanmış üst orta sınıflardan bahsediyorum. Zaten tepedeki %1in dünya servetinden aldığı pay bu inanca bağlı. Keza yamyamlar şehrinde durum daha da vahim. Ne zaman buna uyandık, bu tepedeki %1 şu an olduğu kadar kolay vakumlayamayacaktır. O yüzden kimse kimseye yamyam olduğunu pek söylemiyor henüz. Ancak yamyam olduğunu anladığında herkes, organik gıda tüketebilmek ayrıcalığı gibi farklar ile yine bu sınıfları ayrıcalıklı hissettirip, yine yamyamlaştıracaklar ve vakumlamanın bir yolunu bulacaklar. Bu anlaşılan Kızılderili Dayı'nın dediği paranın yenilen bir şey olmadığının anlaşıldığı noktaya kadar sürecek. O noktaya kadar yamyamlar suçu kendilerinde arayana kadar bankalara ve petrolcülere atıyor olacak. Oysa suç herkeste.

Tabi ki Hollanda, Almanya gibi ülkelerden geldiğinizde tüketim alışkanlıklarındaki farklılık, zenginlik-fakirlik kavramlarındaki görecelik  hissedemeyeceğiniz türden değil. Türkiye oradan gelince paçalarından fakirlik akan ve buna rağmen oralardan kat be kat fazla harcayabilen inanların ülkesi. Tabi ki fark kredilerde gizli. Hollanda’da kredi kartları eğer varsa ay sonunda kapatilan, nakit taşımama aracı. İnsanlar marketlerde saatlerce etiket inceliyor. Çıkışta fişler yırtılıp atılmıyor, 5 kuruşun hesabı soruluyor. Emek vererek kazandığı parayı 1 Euro da olsa kovalıyor insanlar. Ortalama bir Hollandalı Türkiye’de çok rahat pinti damgası yiyecek kadar tutumlu ve hesaplı. İddia ediyorum Hollandalılar bir hafta İstanbul'a gelse ve Hollanda'da yaşadıkları gibi yaşasa İstanbul ekonomisi büyük oranda batar.

Çubuk Gölü
Klişiden kaçmak adına cep telefonu mevzusuna girmiyorum ama ‘’trend’’ olan şeyleri ne pahasına olursa olsun tükettiğimiz doğru. Buna büyük meblalar olması bakımından evleri ve arabaları da katıyorum. Bu harcamaları bize yaptıran ama Batı Avrupalılar’da işe yaramayan satışta kilit nokta ise bu coğrafyada insanların başkalarının kişinin kendisi hakkında ne düşündüğünü çok daha fazla önemsemesi ve başkalarının yaptığını yapmadığında kendisini çok daha rahatsız hissetmesi. Bana sorarsanız harcama kültürümüzü bu iki sosyolojik mevzu derinden etkiliyor ve satıcılar bilerek ya da bilmeyerek buradan yürüyor. Ev almak adına çok büyük borçlara girmiş olanların en temel argümanı benzer gruptakilerin de o borca girmiş olması değil mi? Bir spor markası var, dünyanın başka yerlerinde adını bile duymadım ama Türkiye’ye dönünce bir baktım ki herkes onun rahatlığından bahsediyor, mağazaları Bağdat Caddesi’ni doldurmuş bile. Uzun zamandır sağlamlığı ve rahatlığı test edilmiş markalar artık çöpe atılmış. Bana sorarsanız bu sadece markanın pazara girişteki başarısıyla ölçülemez. Enteresan tüketim alışkanlıklarımızın payı da büyük.

Karacasu-Aydın
Tam da bu yüzden bazı tatil yerleri trend oluyor bazı başka güzel yerler olmuyor. Sanırım bir yerin yamyam akınına uğraması için bloglar, tweetler ve haber sitelerince güzel olarak anılması yeterli. Sonra ‘’başkalarına güzel gelen yer güzeldir’’ ve ‘’bana benzeyen herkes o yere gittiyse ben de gitmeliyim’’ çarkı işlemeye başlıyor.

Hatta bu çark bir tatilde öyle bir işlemiş ki Bozcaada ahalisi geçmiş bir ramazan bayramında hazırlıksız yakalanmış. Adada yamyam istilası olunca yemek bitmiş. Haşlanacak makarna bile kalmamış da ekmek bulabilen sevinmiş. Tabi ki yamyamın geldiği yerde esnaf profili de zamanla değişiyor. Kalite yerini miktara bırakıyor. Neden kaliteye uğraşasın ki? Bozcaada’da bir meze yedim, bir adana kebap yedim ki hayatımın en kötü yemekleri olabilir. Ama yamyamlar her şeyi yer. Anadolu’da bir esnaf lokantasında bu yemekleri verseler bırakın batmayı, adamlar dayak yer. Maalesef büyük şehirde her yerde kuyruk olduğu için insanlar kaliteli lezzeti unutmuşlar. Bi kaç kere çok adı duyulmuş, bence pahalı mekanlara da gidip yemek yedim İstanbul’da. Lezzet seviyesi o kadar düşük ki, yediğimiz tamamen marka. Orada ki insanlar ya bunu farkedemeyecek kadar uzaklaşmışlar gerçeklikten ya da başkaları lezzetli bir şey yer gibi yaptığı için onlar da lezzetliymişçesine yiyorlar. Restorancılığı geçtim, adadaki atların durumu da ortada. Çoğu kontrolsüzce sefer yaptığı için yorgun ve bitkin. Ama insanlar bisiklet yerine atlara binmeye devam ediyor çünkü adaya gidince ata biniliyor.
Karacasu-Aydın

Bozcaada’da bi yerde köfte yemeye gittik. Köfteci Amca muhabbeti bol bi abimiz olduğu için soğanı ve biberi bize doğratarak işe başladı. Sonra köftenin, ekmeğin, kasanın yerini göstererek kayboldu. Kendimize 6 köfte yaparken 2 yamyam arkadaş geldi. 8 tane daha sipariş verdiler. Biz de iyi dedik yapmaya devam ettik. Adam zaten yamyam, ben ilk defa yaptığım köfteye 15 Lira fiyat biçsem, 120 Lirasını rahat alırım. Dönüp de sormaz bile çok pahalı diye. Kendince homurdanır, en çok foursquare’e pahalı mekan yazar. Onu da yapamaz çünkü bakar daha once kimse pahalı dememiş. Netekim, yarısını bizim yaptığımız köfteleri geri dönen köfteci tamamladı, aynen kakaladı geçti yamyamlara. Sevine sevine gitti garipler. Bi de bunlar şehre gidince müdürlerinden fazla mesai ve vardiya ücretlerini talep edecekler güya. İşimiz var resmen beyaz yaka.
Karacasu-Aydın

Tabi bu trend markalar ve mekanlar dikkatli olsun. Bu çark tersine de işler. Günün birisinde nereden çıktığı belli olmayan ‘’orası bitti abi’’ lafı dönerse, daha da kimse uğramaz.

Şimdi bu bireysellikten uzaklık bizim demokrasimizi de etkiliyor ha. Oy vermede de ‘’başkalarının iyi dediğinin iyi algılanması’’ ve ‘’ bana benzerlerin yaptığına benzer bi şey yapmalıyım’’ kavramları devreye giriyor. Köfteyi nasıl yiyorsak politikayı da öyle yeme ihtimalimiz kuvvetli.


Mengen-Reçel Yapımı
Karacasu-Aydın




















Bolu dönüşü Göynük diye bi yere uğradım. Çubuk Gölü de orada. Aslında otobandan İstanbul’un özellikle Anadolu yakasına da yakın. Şehir dokusu, doğası ve yemekleri çok güzel. Henüz hiçbir ünlü için ‘’10 dönüm aldı, 5 yıldır orada yaşıyor, Göynük’de şarapçı açtı’’ gibisinden bi haber yapılmadığı için yamyamlar bilmiyor. Benim blog trend yapmaya yeter mi bilmem ama tavsiyem Cumartesi arabayla köprüyü geçene kadar varabileceğiniz bi mesafede. Yatıp pazar dönülebilir. İnsanı henüz yamyam görmediği için çok muhabbet ve iyi. Kalacak yerler ucuz. 



Mengen-Bolu
Umarım yakın bir gelecekte bireysellik toplumumuzda bir nebze daha artar da hem demokrasi hem harcama kültürümüzde gelişmeler olur. Yoksa biz yamyamları başta global şirketler olmak üzere düdükleyen çok olur. Bu arada şuursuz harcamalarımızla da doğaya ve kendimize verdiğimiz zararlar da geri dönülmez yerlere gidebilir. Katlettiğimiz emekçiler ve hayvanlar da cabası…Hepinize bol birikimli ve çevreci ama çok da gezmeli bir Hollandalı hayatı öneriyorum.
Yedi Göller
Yedi Göller