Karlı bir İstabul sabahında hafif üşüyerek kahve içmem yazma arzumu depreştirdi. Sanırsam 2011 yılbaşına Brüksel'de girmiştim. Aklımda en çok kalan ertesi gününde buz gibi bir havada kahve ve vafıl yiyişimdi. İşte beklenen ilham, hemen yazayım. Vafıl demişken uzun süredir minimum karbonhidrat tüketerek zayıflıyorum. Karbonhidrat dışında hala oldukça fazla yiyebiliyorum. Ortalama bir insanın iki katı yiyerek kilo vermek gerçekten güzel. Eskiden üç katı yememden mütevellit kilo almaktaydım.
Aslında her gün yazacak o kadar fazla konu geliyor ki aklıma yazamama sebeplerinden birisi de bu oldu zamanla. Biz küçükken mahallede deliler olurdu. Delilerle ilgili kolpa hikayeler uydurulurdu. En yaygın olanı ''Bu adam aşırı zekadan delirmiş'' idi. Deterjan yediği için delirdiği söylenen de vardı, elektrik çarptığı için de ama bu aşırı zekadan delirmek en korkuncuydu. Malum, ergeniz. Gelişiyoruz ve her ay kapasite arttırımına gidiyoruz. İnsanda bir korku oluyor aşırıya kaçarsak deliririz diye. Ananem ''televizyona yakından bakma, aptal olursun'' derdi. Oysa ben aşırılıklarımı 30 santimetreden TRT izleyerek törpülüyordum. Demem o ki ben de aşırı düşünmekten yazamadım. Resmen düşünceler taştı beynimden.
En zor olanı da Türkiye'de yaşama fikrine kendimi alıştırmak oldu. Arkadaşlar hep ''alışırsın'' dedi. Alışmak bizim işimiz. Ben nelere nerelerde alıştım da o yüzden biliyorum alışmanın her zaman çok sağlıklı olmadığını. Neyse, baya güldü falan millet bana. Yaya geçidine atlamaya çalıştım bi iki kere. Nil nehrinde ters akıntıda yüzmeye çalışan Afrikalı bebeleri anımsadım. Şöyle bi şöför tipi var: adam senin yaya geçidinde yürüdüğün istikamete doğru direksiyon kırıp gazı köklüyor ki durmadan ve sen önünü kesmeden sıyrılıp gidebilsin.
Neyse, ancak gelmemin üzerinden bir yıla yakın zaman geçtiği şu anda bazı gerçekleri kabullenmeye başladım. Çevrenin bana ''alışırsın'' dediği aslında alışmak değilmiş. O yüzden Libya'ya, Norveç'e, Suud'a, Afrika'ya alışmakla alakası az. Oradaki alışmak adaptosyana daha yakın iken, İstanbul'daki alışmak ''duyarsızlaşmaya'' daha yakınsıyor. Adam yaya geçidinde hakkını mı gaspediyor, boşver aldırma. Uzun bi süredir duyarsızlaşmaya çalışıyorum yani. İşte sadece bi tane kritik hadise var. Duyarsızlaşabilecek kadar paran olması gerekiyor. Herkes de ona kasıyor zaten. Ama para da nakit kalmıyor kimsede. Az bi duyarsızlaşacaklar, hemen parayı ev peşinatı yapıp yine duyarsızlaşma seviyesinin altına düşüyolar. Kısır döngü resmen.
İşte bunları düşünürken içlikli bi arkadaşım aradı. Sevgilisiyle işleri ilerlettikleri zaman dilimi tam da içlik mevsimine denk gelmiş. Ne güzel bu gündelik hayat meşgaleleri. Yemişim felsefeyi. ''Risk budur'' dedim kendisine. ''Hedge et riski'' falan demeyi de bilirdim aslında. Plazalarda çok büyük işler kovalayıp evrimsel süreçten sapmış insanların dilini de konuşabiliyorum ama arkadaşımın beyni bulansın istemedim. Evrimsel opsiyonu önceleyerek yol gösterdim.
Böyle işte danışmanlık da veriyorum hizmet olarak. Çünkü herkes over-engineered (aşırı-mühendisleşmiş) olduğumu söylüyor. Sanıyolar ki kendi başıma minyatür bi uzay aracı yapabiliyorum. Mühendis Arapça hesap yapan demek yanılmıyosam (ki yanılıyosam da boşver, nasılsa yanıldığımı kabul etmezsem aptal durumuna kesinlikle düşemediğim bi yerdeyim) yani aşırı hesapçı yaftası yiyorum devamlı. Adamlar diyor ki ''sales'' yaz, sales lazım. Arkadaş, ülkenin her yeri sales dolmuş zaten. Sales executive, sales manager, sales uzmanı, sales engineer, sales danışmanı, sales teknisyeni, sales takip personeli...Zaten dünya sata sata-ala ala battı be arkadaş. Dünyanın toplam borcu olmuş 223 trilyon Dolares. Daha ne satacaz? Valla yiyen ödesin de denmiyor. Sanki yan dünyadan mal aldık da adamlara borçlandık.
Hala daha bulmuşlar gariban Türk'ün duygusallığındaki hazineyi, durmaz deşiyolar. Reklamları bi açıyorum, çay satıcısı bile gazlıyor ''baktık ki dünyada kimse sen gibi çay içemiyor be Türkiye. Sen nasıl istersen öyle renk veririz, sen kralsın'' diye goy goyda. Sucuk reklamı bile çılgınca duygu sömürüsü. Arkadaş bu ilkel taraflara dokunmadan biz anlaşamıyor muyuz?
Cevap vereyim anlaşamıyoruz. Şu bir senede bir de bunu gördüm ki oldukça iletişimden uzak bi toplumuz. Her şey aşırı duygusal. Adam geliyor, ufacık kurabiye almış. Abi yer misin diyor? Canım istiyosa alıyorum, laps yiyorum. Sonra başlıyo duygusallıklar: ''Abi yapılır mı bu yaaa?'' Sonra çıkıyor, herkese dedikodusunu yapıyor: ''Geldi, ufacık biskivümü yediiahh''. Aga bana teklif edersen böyle Alman gibi yerim ben. Bi de mesela bi şey yapmış, ''iyi mi, kötü mü?'' diye şıklı soruyor. ''Kötü'' deyince bi küsmeler oluyor. Bari üzüleceğin şıkkı sorarken koyma be kardeşim. ''Çok mu iyi olmuş yoksa hayvan gibi mi iyi?'' diye soruyorum ben mesela. Yani bu ağlak satış metodları ve iletişimden uzak duygusallık da fena halde baymış durumda. Alın işte bunun efsane bi örneği ve olayın giderek duygusal olarak kabarışı. Adeta anaokulu. Haydi kalın sağlıcakla.
Böyle işte danışmanlık da veriyorum hizmet olarak. Çünkü herkes over-engineered (aşırı-mühendisleşmiş) olduğumu söylüyor. Sanıyolar ki kendi başıma minyatür bi uzay aracı yapabiliyorum. Mühendis Arapça hesap yapan demek yanılmıyosam (ki yanılıyosam da boşver, nasılsa yanıldığımı kabul etmezsem aptal durumuna kesinlikle düşemediğim bi yerdeyim) yani aşırı hesapçı yaftası yiyorum devamlı. Adamlar diyor ki ''sales'' yaz, sales lazım. Arkadaş, ülkenin her yeri sales dolmuş zaten. Sales executive, sales manager, sales uzmanı, sales engineer, sales danışmanı, sales teknisyeni, sales takip personeli...Zaten dünya sata sata-ala ala battı be arkadaş. Dünyanın toplam borcu olmuş 223 trilyon Dolares. Daha ne satacaz? Valla yiyen ödesin de denmiyor. Sanki yan dünyadan mal aldık da adamlara borçlandık.
Hala daha bulmuşlar gariban Türk'ün duygusallığındaki hazineyi, durmaz deşiyolar. Reklamları bi açıyorum, çay satıcısı bile gazlıyor ''baktık ki dünyada kimse sen gibi çay içemiyor be Türkiye. Sen nasıl istersen öyle renk veririz, sen kralsın'' diye goy goyda. Sucuk reklamı bile çılgınca duygu sömürüsü. Arkadaş bu ilkel taraflara dokunmadan biz anlaşamıyor muyuz?
Cevap vereyim anlaşamıyoruz. Şu bir senede bir de bunu gördüm ki oldukça iletişimden uzak bi toplumuz. Her şey aşırı duygusal. Adam geliyor, ufacık kurabiye almış. Abi yer misin diyor? Canım istiyosa alıyorum, laps yiyorum. Sonra başlıyo duygusallıklar: ''Abi yapılır mı bu yaaa?'' Sonra çıkıyor, herkese dedikodusunu yapıyor: ''Geldi, ufacık biskivümü yediiahh''. Aga bana teklif edersen böyle Alman gibi yerim ben. Bi de mesela bi şey yapmış, ''iyi mi, kötü mü?'' diye şıklı soruyor. ''Kötü'' deyince bi küsmeler oluyor. Bari üzüleceğin şıkkı sorarken koyma be kardeşim. ''Çok mu iyi olmuş yoksa hayvan gibi mi iyi?'' diye soruyorum ben mesela. Yani bu ağlak satış metodları ve iletişimden uzak duygusallık da fena halde baymış durumda. Alın işte bunun efsane bi örneği ve olayın giderek duygusal olarak kabarışı. Adeta anaokulu. Haydi kalın sağlıcakla.