Hayalle gerçeğin iç içe geçerek anımsandığı küçük yaşlarımdan hatırımda kalan bir şey de; evdeki yemeklerimizde herkesin tabağına aldığı yemeği bitirme zorunluluğuydu. Ben uzun bir süre tabağa konulan yemeği bitirmeden kalkmanın, bir seçenek olduğunu aklıma bile getiremeden büyüdüm. Zamanla sosyalleştiğimde, başka arkadaşlarımın bunu yaptığını hayretle gördüğümde, yaptıkları şeyi çok yadırgadığımı hatırlıyorum. Bugünkü görgüsüzlüğü halen de kanıksamış değilimdir, örneğin bana serpme kahvaltı halen rahatsız edici gelir. Malum çocukluk kodları, asla kurtulamadığımız şartlanmalar yaratıyor. Sebebini anlamam için babamın kimin çocuğu olduğunu kavrayacak kadar büyümem gerekecekti.
Birinci Dünya Savaş'ı biterken Arabistan'dan Adana'ya dönen trende dedem Süleyman Çavuş seyahat etmekteydi. Bu trende yer bulabilmek, hayata tutunmanın altın biletiydi onun için. Arabistan'da darma-duman olan bir ordudan başlarının çaresine bakarak Anadolu'ya dönmeleri istenmişti. Çoğu yolda açlık ve susuzluktan hayata veda etmişti. Açlık susuzluk testini geçenler bölgede Türk askerlerine altın yutturulduğu rivayeti nedeniyle karınları yarılarak katledilmişti. İşte ancak bunları atlattıysanız ve halen de hayattaysanız Anadolu'ya kalkan bu son trende yer bulabilecektiniz. Ama tren herkese yetecek kadar büyük değildi maalesef. Bulamayanların büyük çoğunluğu asla evlerine dönemediler. Tabi ki bu trene binebilmek için hayatta kalma refleksleri bu askerlere neler yaptırdı tahmin edersiniz ama edemeyebilirsiniz de. Birbirlerini trenden atıp, hayata son bir gayretle tutunan insanların mücadelesi de tamamlandıktan sonra yolculuk başladı. Maalesef 1912 yılında askere alınsaydınız, 1918 senesinde vicdan, hayatta kalamamanıza sebep olabilecek bir duygu olabilirdi. Yine de firari 500,000 askerin arasında olmamanız kendinizi yeterince ahlaklı hissetmenize yetebilirdi de.
Çanakkale, Doğu, Arabistan derken nihayet eve doğru yol alan bir trendesiniz. Yıllardır elinizden geleni, size emredileni ve hatta fazlasını yapmanıza rağmen elinizde kalan kocaman bir kayıp. Ülkenize, köyünüze, evinize ne olduğunu-olacağını bilmeden, bir belirsizlikten diğerine savuruyor sizi hayat. Ama yine de eve dönüş her zaman anlamlıdır. Tren Adana'dan Afyon'a bağlanıyor, sonra Uşak'a varıyor. Makinistlerin bazıları da bu hayattan ve belirsizlikten bıktıkları için istasyonda treni terkedip kaçıyorlar. Üstelik de trenin yakıtı bitiyor ve istasyon memuru yakıt sağlamıyor. Olacak iş mi bu? Bu askerler feleğin çemberlerinden hem de kaç kere geçip bu trene binmişler. Hayatta kalmanın ve istediklerini almanın üst düzey uzmanları. Bir grup trenin geliş yönündeki traversleri yakıt olarak sökmeye başlayınca istasyon müdürü kömür sağlamaya mecbur kalıyor. Makinistler hala yok. Kalan makinistleri bağlıyorlar ve diğer makinistler bulunmazsa adamları yakacaklarını söylüyorlar. Onlar da arkadaşlarını tren düdüğünü uzun uzun çalarak geri çağırıyorlar, firari makinistler dönmeyince müdür yeni makinistler atıyor trene. Zor zamanlar, zor çözümler. Tren hareket ediyor. İzmir'den Aydın trenine geçiyorlar.
Süleyman Kuyucak'ta (Aydın'ın ilçesi) bir köylüsüyle karşılaşıyor. Ona kendisini Tavas'lı Mehmet olarak tanıtıyor. Çanakkale'de Boyasın'lı Süleyman adında bir asker arkadaşı olduğunu, köyde nerede yaşadığını falan tarif edip ona ne olduğunu soruyor. Köylüsü uzun saç ve sakalı, zayıflayarak değişmiş bedeni, geçen yıllar ve en önemlisi de birisinden umudu kesince hafızadan silinmesi nedeniyle olsa gerek Süleyman'ı tanıyamıyor. Üstelik de köy hakkında bu denli kapsamlı bilgiye sahip olmasından kuşkulanmıyor bile.
''Ohoh O Süleyman 3 yıl önce öldü, mektubu gelmiyor'' diyor. Tavaslı Mehmet rolündeki Süleyman kendi ölümüne üzülerek ''iyi adamdı, Allah Rahmet eylesin'' diyor. Kendi akrabalarını, annesini babasını soruyor. Köylüsü anlatıyor. İnsanın annesi babasının sağlığını bir yabancıdan öğrenmek zorunda kalması, herhalde kendi ölüsüne rahmet dilemesinden daha acıdır. Köye geldiklerinde dedem, Süleyman'ın kendisi olduğunu söyleyince uzun bir ağlama ve sarılma faslı yaşanıyor köylüsüyle. Köylüsü, dedemle birlikte evlerine kadar eşlik ediyor.
Şimdi daha zoru, seni öldü bilen ailenle karşılaşmak, ananın babanın elini öpmek. Eve yaklaşırken amcasını tarlada görüyor. Amca soruyor yanındaki köylüsüne: ''Bu kim?'' ''Süleyman'' diye yanıtlayınca amca ''hangi Süleyman?'' diyor. ''Sizin Süleyman işte'' deyince amca elindeki orağı düşürüyor. Eve gittiklerinde annesi de öldüğü düşünülen evladını delirme sınırında bir sevinçle kucaklıyor.
Süleyman, vakit kaybetmeden yıllların yoklukluğu ve zorluğunun acısını çıkarmak istercesine tek ineklerini kesiyor. Düşman, Aydın'ın birçok bölgesini işgal etmiş, durum belirsiz. Çok geçmeden Kurtuluş Savaşı için tekrar görev geliyor. Birliğine katılmak üzere Denizli Çal'a hareket ediyor. Yola çıkmadan önce kestiği ineğin tamamını yiyor. Hikayenin devamını biliyorsunuz, ya da ben bu yazıyı yazabildiğime göre tahmin edebiliyorsunuz.
İşte babam bu Süleyman'ın oğlu olduğu için biz tabakta hiç yemek bırakamadık.
19 Mayıs'ta bu halde bir Anadolu'yu kurtarmak üzere cesaret göstermek bile çok büyük bir olayken bir de bunu başardığına inanamıyorum. Emeği geçenlere sonsuz minnet!
Birinci Dünya Savaş'ı biterken Arabistan'dan Adana'ya dönen trende dedem Süleyman Çavuş seyahat etmekteydi. Bu trende yer bulabilmek, hayata tutunmanın altın biletiydi onun için. Arabistan'da darma-duman olan bir ordudan başlarının çaresine bakarak Anadolu'ya dönmeleri istenmişti. Çoğu yolda açlık ve susuzluktan hayata veda etmişti. Açlık susuzluk testini geçenler bölgede Türk askerlerine altın yutturulduğu rivayeti nedeniyle karınları yarılarak katledilmişti. İşte ancak bunları atlattıysanız ve halen de hayattaysanız Anadolu'ya kalkan bu son trende yer bulabilecektiniz. Ama tren herkese yetecek kadar büyük değildi maalesef. Bulamayanların büyük çoğunluğu asla evlerine dönemediler. Tabi ki bu trene binebilmek için hayatta kalma refleksleri bu askerlere neler yaptırdı tahmin edersiniz ama edemeyebilirsiniz de. Birbirlerini trenden atıp, hayata son bir gayretle tutunan insanların mücadelesi de tamamlandıktan sonra yolculuk başladı. Maalesef 1912 yılında askere alınsaydınız, 1918 senesinde vicdan, hayatta kalamamanıza sebep olabilecek bir duygu olabilirdi. Yine de firari 500,000 askerin arasında olmamanız kendinizi yeterince ahlaklı hissetmenize yetebilirdi de.
Çanakkale, Doğu, Arabistan derken nihayet eve doğru yol alan bir trendesiniz. Yıllardır elinizden geleni, size emredileni ve hatta fazlasını yapmanıza rağmen elinizde kalan kocaman bir kayıp. Ülkenize, köyünüze, evinize ne olduğunu-olacağını bilmeden, bir belirsizlikten diğerine savuruyor sizi hayat. Ama yine de eve dönüş her zaman anlamlıdır. Tren Adana'dan Afyon'a bağlanıyor, sonra Uşak'a varıyor. Makinistlerin bazıları da bu hayattan ve belirsizlikten bıktıkları için istasyonda treni terkedip kaçıyorlar. Üstelik de trenin yakıtı bitiyor ve istasyon memuru yakıt sağlamıyor. Olacak iş mi bu? Bu askerler feleğin çemberlerinden hem de kaç kere geçip bu trene binmişler. Hayatta kalmanın ve istediklerini almanın üst düzey uzmanları. Bir grup trenin geliş yönündeki traversleri yakıt olarak sökmeye başlayınca istasyon müdürü kömür sağlamaya mecbur kalıyor. Makinistler hala yok. Kalan makinistleri bağlıyorlar ve diğer makinistler bulunmazsa adamları yakacaklarını söylüyorlar. Onlar da arkadaşlarını tren düdüğünü uzun uzun çalarak geri çağırıyorlar, firari makinistler dönmeyince müdür yeni makinistler atıyor trene. Zor zamanlar, zor çözümler. Tren hareket ediyor. İzmir'den Aydın trenine geçiyorlar.
Süleyman Kuyucak'ta (Aydın'ın ilçesi) bir köylüsüyle karşılaşıyor. Ona kendisini Tavas'lı Mehmet olarak tanıtıyor. Çanakkale'de Boyasın'lı Süleyman adında bir asker arkadaşı olduğunu, köyde nerede yaşadığını falan tarif edip ona ne olduğunu soruyor. Köylüsü uzun saç ve sakalı, zayıflayarak değişmiş bedeni, geçen yıllar ve en önemlisi de birisinden umudu kesince hafızadan silinmesi nedeniyle olsa gerek Süleyman'ı tanıyamıyor. Üstelik de köy hakkında bu denli kapsamlı bilgiye sahip olmasından kuşkulanmıyor bile.
''Ohoh O Süleyman 3 yıl önce öldü, mektubu gelmiyor'' diyor. Tavaslı Mehmet rolündeki Süleyman kendi ölümüne üzülerek ''iyi adamdı, Allah Rahmet eylesin'' diyor. Kendi akrabalarını, annesini babasını soruyor. Köylüsü anlatıyor. İnsanın annesi babasının sağlığını bir yabancıdan öğrenmek zorunda kalması, herhalde kendi ölüsüne rahmet dilemesinden daha acıdır. Köye geldiklerinde dedem, Süleyman'ın kendisi olduğunu söyleyince uzun bir ağlama ve sarılma faslı yaşanıyor köylüsüyle. Köylüsü, dedemle birlikte evlerine kadar eşlik ediyor.
Şimdi daha zoru, seni öldü bilen ailenle karşılaşmak, ananın babanın elini öpmek. Eve yaklaşırken amcasını tarlada görüyor. Amca soruyor yanındaki köylüsüne: ''Bu kim?'' ''Süleyman'' diye yanıtlayınca amca ''hangi Süleyman?'' diyor. ''Sizin Süleyman işte'' deyince amca elindeki orağı düşürüyor. Eve gittiklerinde annesi de öldüğü düşünülen evladını delirme sınırında bir sevinçle kucaklıyor.
Süleyman, vakit kaybetmeden yıllların yoklukluğu ve zorluğunun acısını çıkarmak istercesine tek ineklerini kesiyor. Düşman, Aydın'ın birçok bölgesini işgal etmiş, durum belirsiz. Çok geçmeden Kurtuluş Savaşı için tekrar görev geliyor. Birliğine katılmak üzere Denizli Çal'a hareket ediyor. Yola çıkmadan önce kestiği ineğin tamamını yiyor. Hikayenin devamını biliyorsunuz, ya da ben bu yazıyı yazabildiğime göre tahmin edebiliyorsunuz.
İşte babam bu Süleyman'ın oğlu olduğu için biz tabakta hiç yemek bırakamadık.
19 Mayıs'ta bu halde bir Anadolu'yu kurtarmak üzere cesaret göstermek bile çok büyük bir olayken bir de bunu başardığına inanamıyorum. Emeği geçenlere sonsuz minnet!