Sunday, November 14, 2021

Mardin (Kilit Taşı)

   





 
Yıllarca Avrupa'nın türlü kentinde fink attıktan sonra önce pandemi gezme umutlarını tüketti, sonra da kurlar yüzümüzü mecburen Doğu'ya dönmeye itti. Eşsiz Anadolu coğrafyası, insana uzun yıllar yetecek kaynaklara sahip, yeter ki bir yerde tarih olsun. Yeni dönem şehircilik sorunlu, bunda hemfikiriz sanıyorum. Yunan-Roma heykelciliğini biraz bilen birisinin gözünün Anadolu meydanlarındaki plastik aparatlar karşısında kanamaması mümkün değil. 29 Ekim bayramının sunduğu uzun hafta sonunu fırsata çevirerek, evde geçen yılların ardından ilk kez tatil kararı aldım. Bu aradan sonra, ilk uçağa binişim olarak da tarihe geçti. 

    Pazartesi ve Salı günleri iş günü olması nedeniyle sakindi ama Çarşamba'dan itibaren kavimler göçü başladı. Bu göç bana Batı Anadolu yazlarından tanıdıktı. O aynı kalabalık şimdi de Mardin'e akıyordu. Biraz dikkatli baksam, Bodrum'dan tanıdık yüzler göreceğime emindim. Tabi çevre illerden de sürekli bir araç akını, otel otoparkını doldurmaya başlamıştı bile. Henüz Çarşamba gecesiydi ve gelmekte olan görülmekteydi. Kaldığımız otel Perşembe-Cuma günleri fiyatı üç katına çıkardığı için sinirlenip rezervasyon yaptırmamıştım. Dış güçlerin oyunu Airbnb'den Çarşamba ve Perşembe için eski Mardin'de bir yer bulmuş olsak da Cuma bu kadim coğrafyanın tanrılarının insafına kalmış gibiydim. Airbnb'deki arkadaş o çok korktuğum lafla beni sakinleştirmeye çalışırken iyice ürküttüğünün farkında bile değildi: ''Benim handa yer yok ama ayarlayacağım, o iş bende''. Nitekim, biz de yılların turistiyiz, sezgilerimiz çok şükür pandemide bitmemiş.

    Ufak tefek sorunlarla Çarşamba güzel geçti. Eski Mardin'de yürüdük. Burası hakkında internetten kendi araştırmanızı yapabilirsiniz. Özellikle aslına uygun yenileme çalışmalarıyla Türkiye'de bu kadar geniş alanların vandallıktan kurtarılması pek görülen bir şey değil. Önümüzeki yıllarda proje tamamlanmaya yaklaştıkça ve tamamlandıkça da belli ki adını epey duyacağız Mardin'in. Böyle küçük ölçekli Roma gibi, ama renkler biraz daha Orta Doğu. Net söylüyorum, Mardin Doğu'nun Roması'dır. Üstelik bunu sadece mimari açıdan da söylemiyorum. Uzun yıllar Süryani Kilisesi'nin merkezliğini yapmış Deyrulzafaran Manastırı da Mardin'de. Latin harfli ilk matbaa bu manastırda kitap basmış. Sonra Suriye'ye taşınmış merkez. Ama ne olursa olsun, biraz dünya bilenlerimiz için burasının Vatikan muadili bir mabet olmuş olması bile heyecan uyandırıcıdır. 

    Manastır şehrin 4-5 km dışında olduğu için bize bir araç lazımdı ve turist istilası nedeniyle şehirde kiralık tek bir araç bile yoktu. Tur şirketleri otobüsleri ağzına kadar doldurmuşlardı ki Mardin Covid'de top 5 yaptığı için bu seçenek tedirgin ediciydi. Yine de Tanrı yoluna bunu da göze almıştık. Maalesef yer ayarlanamadı. Taksicilerse Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e aynı. Hele ki turist akını olan bir haftada inanılmaz argümanlar geliştirmişler. Taksimetrenin iki katının standard olduğunu anlatmaya çalışanına bile rastladım. O zaman çaresiz bizim dahi Airbnb ev-taş konak sahibine sormak durumunda kaldık. O da buldum size araba diye geldi.

    Ertesi gün Mardin şehir merkezinde hiç de güven vermeyen bir araç kiralama dükkanında aldık soluğu. Özdeş bıyıkları kardeş olduklarını söyleyen üç kişi sigaralarından fırtlarını çekerek karşıladılar bizi. Yan odada kalan Amerikalı'yı da getirmiş bizim dahi Airbnb ev sahibi. Karikatür tam olsun diye gelen bir karakter olduğunu düşündüm önce ama o da baya turistmiş. Abiler ağlarına düşmüş mal turistleri görünce heyecanlarını belli etmek istemediler elbette. İki marka birbirinden dandik araba seçkisinden rastgele birisini seçtik. Hazır olun: kasko yok, doğru düzgün belge yok. Amerika'lıya sordum ''Are you in?'', ''Yeah man, let's do it'' dedi. ''O zaman ortaksın masrafa, dolar kazanan adamsın'' dedim. İtiraz etmedi. Arabanın her yeri ezik büzük, bir kayıt tutalım dedim ama bölgede kayıt pek sevilen bir olgu değil, o anda kıpırdayan bıyıklardan net bir ses duymayınca farkettim. Sürmeye çalıştığım en dandik arabayı alıp gittik. Araba birinci vitese epey zor geçiyor, her yeri dökülüyor. İçimde deli sorular. Endişemi, macera budur diyerek telkinliyorum.  Neyse yokuşa bir sardık ki araba bembeyaz dumanlar çıkarıyor arkadan. Yanıyoruz korkusuyla sağa çektik Mardin kırsalında. Az sonra bir araba durdu. Sorunun ne olduğunu sordular, anlattım. ''Bin, bi de ben bakayım'' dedi abi. Bu sefer hep beraber atladık araca, yakındaki bir su fabrikasının mekanikçisiymiş. Gazladı, vites değiştirdi. ''İyi, bir şey yok'' dedi. Ama ben tükendim stresten. ''Dönelim'' dedim. Amerika'lı da biraz tırsmış olacak ki dumanlardan, arabaya inip-binen yabancılardan falan kabul etti. ''Daha bu dandik arabayla Nusaybin'e gidecektik'' falan demedi. Arabayı tüm gün kiralamamıza rağmen 2 saat sonra geri götürdük. Bıyıklı abiler olayı hoş karşılamadılar. Neyse paramızın bir kısmını aldık. Zemin negotiation'a müsait değildi. Amerikalı'ya Nasreddin Hoca'nın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun fıkrasının İngilizcesini anlatmak zorunda kaldım. Bu fıkranın İngilizcesini bilin, hep işe yarar. Çok rasyonel bir akıl yürütmeyle ikna ettiği için değil. Ne saçmalıyor lan bu verelim parasını dedirttiği için etkili bir silahtır.

    Neyse, kaldık Mardin'de arabasız. Taksiyle otele döndük ama haliyle o da bir tur kazıkladı. Artık peşine düşmedim. Mücadele gücüm tükenmişti. O gün bir mucize oldu. Mardin'de bir arkadaşımızın yaşadığını farkettik. Orada göçmen organizasyonlarında çalışıyor. Yerel bağlantıları falan da var. Aradık buluştuk. Yemek yemeye restoranlar bile dolu, hatta restoranlarda ünlüler falan dev masalar ayırtmışlar. Öyle ortamlarda yerel bağlantıları sayesinde bize de masa ayarlandı. Yerel bağlantı aşırı güzel bir şey. Gece Mardin sokaklarında her yere girdik çıktık, bizi restore edilmiş etkileyici mekanlara soktular. Venedik gibi dar, taş sokakalrda saatlerce yürüdük. Ertesi gün de bize kendi arabasını verdi sağ olsun. O da yetmedi Cuma da evinde kalıp Airbnb'cinin başımıza açması muhtemel başka bir tatsızlıktan kurtardı. Onsuz, Mardin'i böyle güzel anımsayamazdım. 

    İşte araba olunca Deyrulzafaran, Dara (Doğu'nun Efes'i), Kasımiye Medresesi , Zinciriye Medresesi gibi her biri büyüleyici mekanları gördüğüm için mutlu oldum. Zinciriye medresesinde de Timur yine birisine işkence etmiş. Bu Timur ne pis adammış ya, Anadolu'da nereye gitsek bir rezilliği çıkıyor. Bu da gözümden kaçmıyor elbette.

    Bu mekanların her biri yılın en kalabalık günlerini geçiriyor. Nereye gitsek instacılar ağızlarını büzüştürerek yüzlerce yıllık mabedlerden like kasıyorlar. Hatta bir yerde foto çektirecekken bir teyze üzerimize yürüdü ''bizim sıramızdı, çekilin, insta adabı da kalmamış'' falan dedi. Epey korktum. Mesela rehber anlatıyor bu odalarda şeyhler yaşardı, hemen birisi dudağını büzüştürüyor, kafasını 45 derece çeviriyor ve laps yapıştırıyor pozunu. Şeyhin odasında kendisini ölümsüzleştiriyor. Burada duvarların ardında odalar ve birisi öldüğünde oda açılarak içeriye konuluyor beden deniyor, laps dudak ve foto. Sarsıcı bir an oluyor dışarıdan bakınca. 

    Deyrulzafaran'ın odalarında dolaşıyoruz, gezi otobüsleriyle gelen grupların sohbetleri kulağıma çalınıyor: kilit taşı, kilit taşı. Bunu çeksen kubbe çöker. Dara'da sarnıca giriyoruz, yine tombalak teyzeler: kilit taşı kilit taşı. Bunu çeksen yapı çöker. Yerli çocuklar rehberlik yapıp bahşiş topluyor: kilit taşı çekersen çöker. Bir bitmeyen mevzu, dillerde solmayan bir kelam: kilit taşı. Gezen Anadolu halkından edindiğim intiba halkımız henüz geçmiş uygarlıklara çok hakim olmasa da bir mevzuya aşırı hakim: kubbe statiği işi tamamdır. Bu millet bu taş, inşaat işini seviyor ya. Boş boş işlere, heykele, nekropolise ve hatta derviş odasına o kadar da pirim vermiyor da işte kilit taşı dedin mi akan sular duruyor.

    Gidin de bakın o taşlara, Mardin büyüleyici....




Monday, February 22, 2021

Karl & Jeff


    

Polis, kelepçelerini söküp Jeff’i parmaklıkların ardına koyduğunda gün neredeyse ağarmak üzereydi. Jeff göz ucuyla içeride oturan garip adamı gördüğünde, kendisinin burada tutulmasına son bir kez daha umutsuzca itiraz etmek istedi. Korkmuştu. Ancak onu getiren memur, aldırmadan arkasını dönüp uzun koridorda ilerledi. Hayatında ilk kez bir nezarethanede bulunmanın verdiği yabancılaşma hissiyle yüzleşmiş, çaresizce ayakta kalakalmıştı. Memur uzaklaşıp dış kapıyı da kilitlediğinde, durumu kabullenmekten başka bir seçeneğinin kalmadığına nihayet inandı. Yorgundu, para kazanmak ne kadar da zordu. Yavaşça arkasını dönüp, içerideki garip adamı mecburiyet hissiyle selamladı. Amacı korkusunu karşısındakine hissettirmeden barışçıl mesajlar verebilmekti. Avukatları çoktan konuyla ilgilenmeye başlamıştı ve kısa sürede serbest kalacağına da emindi. Şimdi tek yapması gereken bu adamın kendisine zarar vermesini engellemekti. 

    Sandalyesinde kitap okumakta olan gizemli adam sakince bir baş hareketiyle selamını yanıtladı. Bir ihtimal bu garip adamın gülümsediğini bile düşündü Jeff, çünkü adamın yüzünden bir kıpırtı da geçmişti sanki. Fakat bundan çok da emin olamadı keza yabancının ağzını gizleyen dev bir sakalı vardı. 

    İçerisi filmlerde gördüğü nezarethanelere göre oldukça iyi durumdaydı ve bu kendisini teselli etmeye başlaması için iyi bir fırsat sunmaktaydı. Adilce vergi toplanan bir ülkede tutuklandığı için şanslı olduğunu düşündü. Etrafa hızlıca göz gezdirdi, adamı tedirgin etmek istemiyordu. İçeride iki koltuk ve iki yataktan başka, elli kadar da kitap ihtiva eden bir kitaplık olduğunu gördü. Kariyerine bir kitap satıcısı olarak başlamış olan Jeff için bu da iyiye işaretti. O etrafı incelerken, garip adamın kendisine baktığını sezdi ve daha da gerildi. Herkes tarafından tanınan bir kişi olarak bunun normal olduğunu düşünmeye çalışsa da bir başka suçluyla yan yanayken insan karşısındakinin olabilecek en kötü suçu işlediğini düşünmeye meylediyordu. Yabancı, sessiz beklemeden doğan gerilimi daha fazla uzatmadan sordu:

    
‘’İlk mi?’’

    ‘’İlk kez nezarethanedeyim, evet’’

    ‘’Buraya nezarethane demekte zorlanıyorum, her ne halt yediysen onu Norveç’te yediğin için şanslısın’’

    ‘’Öyle görünüyor, siz tecrübeli olmalısınız?’’

    ‘’Oldukça…’’ dedi sakallı adam. O anda, karşısındaki adamın toyluk kokan heyecanından, verdiği cevabın ürkütücü bir etki bırakmış olduğunu anladı ve telafi edebilmek için devam etti:

    ‘’Genelde sormak pek yakışık almaz. O nedenle sen sormadan ben anlatayım; siyasi nedenlerle burdayım. Norveç’in kutup dairesinde yürüttüğü petrol projelerini durdurmak için bir örgüt kurdum ve yazılar yazdım. Kutup dairesinenin korunmasının dünyanın tümünü ilgilendiren bir konu olması sebebiyle olaya dahil oldum. Proje son derece az sayıda insana çıkar sağlarken, geniş kitleleri yoksullaştıracak. Kaynakların adil kullanılmasına adanmış bir hayat benimkisi, ama pürüzler çıkabiliyor derdimi anlatırken.’’

    Jeff bu yanıttan sonra rahatlayacağına daha da gerilmişti. Dünya servetinin hatrı sayılır bir bölümünü elinde tutan birisi olarak, toplumsal konulara duyarlı tiplerden hoşlanmazdı. Öte yandan, kendisinin de burada bulunma sebebi olarak bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyordu. 

    ‘’Beni tanıyor musunuz?’’ diye sordu Jeff.

    ‘’Hayır, Norveç’te tanıdıklarım sınırlıdır.’’

    ‘’Amerikan vatandaşıyım’’

    ‘’Hiç bilmem’’ diyerek bakmayı sürdürdü yabancı adam. Bu durum Jeff’in avantajınaydı. Biraz içki içip sokakta taşkınlık yaparken yakalandığı yalanını söyledi. Vergi kaçırma suçuyla tutulduğunu itiraf etmek zor gelmişti. Hem henüz suç da kesinleşmiş değildi. Hakkında böyle söylentiler zaman zaman duyulsa da avukatları kendisini bu durumlara düşürmeden olayları çözmenin bir yolunu bulurdu. Bu sefer soruşturmaya pireyi deve yapan bir ülkede yakalanmıştı, hepsi bu.

    ‘’Demek anarşist faliyetlerin var, sokakta taşkın hareketler…’’ diyerek gülümsedi adam. Bu sefer ağzı net bir şekilde görünmüştü. Jeff de elinde olmadan sırıttı ve konuyu değiştirmek üzere kitaplığa doğru yürüdü. 

    ‘’Benden tecrübeli olduğunuza göre, sizden bir kitap tavsiyesi duymak isterim’’ dedi Jeff.

    Adam ağır adımlarla kitaplığın önüne yürüdü ve raftan bir kitap seçti. Kitabı Jeff’in elleri üzerine bırakırken ‘’ben yazdım’’ diye ekledi. Başka da bir şey söylemeden sandalyesine dönüp okumakta olduğu kitaba doğru eğildi.


    O anda Jeff’in saçsız başında ter damlaları belirdi ve büyük bir gerginlikle bir kez daha elindeki kitaba, sonra da adama baktı. Sakallı adamın okumakta olduğu kitabın ‘’Jeff Bezos ve Amazon Çağı’’ olduğunu fark etti. Bu nezarethaneye dair hatırladığı son görüntüydü… 

    Görevli memurlar Jeff’in elinde Komunist Manifesto’yla yere düşüşünü ekranlarından görüp onu baygın halde ambulansa koydular. Yol boyunca ‘’Avrupa’nın nezarethanelerinde bir hayalet dolaşıyor’’ diyerek sayıklamaları devam etti.


    Ertesi gün Norveç gazetelerinin tümünde ve hatta dünya gazetelerinin ekonomi bölümlerinde: Jeff Bezos’un göz altında tutulduğu hücrede elinde Komunist Manifesto’yla baygın bulunduğu ve hastaneye kaldırıldığı haberi yer aldı. Haberi alan borsalar derinden sarsıldı.