Yıllarca Avrupa'nın türlü kentinde fink attıktan sonra önce pandemi gezme umutlarını tüketti, sonra da kurlar yüzümüzü mecburen Doğu'ya dönmeye itti. Eşsiz Anadolu coğrafyası, insana uzun yıllar yetecek kaynaklara sahip, yeter ki bir yerde tarih olsun. Yeni dönem şehircilik sorunlu, bunda hemfikiriz sanıyorum. Yunan-Roma heykelciliğini biraz bilen birisinin gözünün Anadolu meydanlarındaki plastik aparatlar karşısında kanamaması mümkün değil. 29 Ekim bayramının sunduğu uzun hafta sonunu fırsata çevirerek, evde geçen yılların ardından ilk kez tatil kararı aldım. Bu aradan sonra, ilk uçağa binişim olarak da tarihe geçti.
Pazartesi ve Salı günleri iş günü olması nedeniyle sakindi ama Çarşamba'dan itibaren kavimler göçü başladı. Bu göç bana Batı Anadolu yazlarından tanıdıktı. O aynı kalabalık şimdi de Mardin'e akıyordu. Biraz dikkatli baksam, Bodrum'dan tanıdık yüzler göreceğime emindim. Tabi çevre illerden de sürekli bir araç akını, otel otoparkını doldurmaya başlamıştı bile. Henüz Çarşamba gecesiydi ve gelmekte olan görülmekteydi. Kaldığımız otel Perşembe-Cuma günleri fiyatı üç katına çıkardığı için sinirlenip rezervasyon yaptırmamıştım. Dış güçlerin oyunu Airbnb'den Çarşamba ve Perşembe için eski Mardin'de bir yer bulmuş olsak da Cuma bu kadim coğrafyanın tanrılarının insafına kalmış gibiydim. Airbnb'deki arkadaş o çok korktuğum lafla beni sakinleştirmeye çalışırken iyice ürküttüğünün farkında bile değildi: ''Benim handa yer yok ama ayarlayacağım, o iş bende''. Nitekim, biz de yılların turistiyiz, sezgilerimiz çok şükür pandemide bitmemiş.
Ufak tefek sorunlarla Çarşamba güzel geçti. Eski Mardin'de yürüdük. Burası hakkında internetten kendi araştırmanızı yapabilirsiniz. Özellikle aslına uygun yenileme çalışmalarıyla Türkiye'de bu kadar geniş alanların vandallıktan kurtarılması pek görülen bir şey değil. Önümüzeki yıllarda proje tamamlanmaya yaklaştıkça ve tamamlandıkça da belli ki adını epey duyacağız Mardin'in. Böyle küçük ölçekli Roma gibi, ama renkler biraz daha Orta Doğu. Net söylüyorum, Mardin Doğu'nun Roması'dır. Üstelik bunu sadece mimari açıdan da söylemiyorum. Uzun yıllar Süryani Kilisesi'nin merkezliğini yapmış Deyrulzafaran Manastırı da Mardin'de. Latin harfli ilk matbaa bu manastırda kitap basmış. Sonra Suriye'ye taşınmış merkez. Ama ne olursa olsun, biraz dünya bilenlerimiz için burasının Vatikan muadili bir mabet olmuş olması bile heyecan uyandırıcıdır.
Manastır şehrin 4-5 km dışında olduğu için bize bir araç lazımdı ve turist istilası nedeniyle şehirde kiralık tek bir araç bile yoktu. Tur şirketleri otobüsleri ağzına kadar doldurmuşlardı ki Mardin Covid'de top 5 yaptığı için bu seçenek tedirgin ediciydi. Yine de Tanrı yoluna bunu da göze almıştık. Maalesef yer ayarlanamadı. Taksicilerse Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e aynı. Hele ki turist akını olan bir haftada inanılmaz argümanlar geliştirmişler. Taksimetrenin iki katının standard olduğunu anlatmaya çalışanına bile rastladım. O zaman çaresiz bizim dahi Airbnb ev-taş konak sahibine sormak durumunda kaldık. O da buldum size araba diye geldi.
Ertesi gün Mardin şehir merkezinde hiç de güven vermeyen bir araç kiralama dükkanında aldık soluğu. Özdeş bıyıkları kardeş olduklarını söyleyen üç kişi sigaralarından fırtlarını çekerek karşıladılar bizi. Yan odada kalan Amerikalı'yı da getirmiş bizim dahi Airbnb ev sahibi. Karikatür tam olsun diye gelen bir karakter olduğunu düşündüm önce ama o da baya turistmiş. Abiler ağlarına düşmüş mal turistleri görünce heyecanlarını belli etmek istemediler elbette. İki marka birbirinden dandik araba seçkisinden rastgele birisini seçtik. Hazır olun: kasko yok, doğru düzgün belge yok. Amerika'lıya sordum ''Are you in?'', ''Yeah man, let's do it'' dedi. ''O zaman ortaksın masrafa, dolar kazanan adamsın'' dedim. İtiraz etmedi. Arabanın her yeri ezik büzük, bir kayıt tutalım dedim ama bölgede kayıt pek sevilen bir olgu değil, o anda kıpırdayan bıyıklardan net bir ses duymayınca farkettim. Sürmeye çalıştığım en dandik arabayı alıp gittik. Araba birinci vitese epey zor geçiyor, her yeri dökülüyor. İçimde deli sorular. Endişemi, macera budur diyerek telkinliyorum. Neyse yokuşa bir sardık ki araba bembeyaz dumanlar çıkarıyor arkadan. Yanıyoruz korkusuyla sağa çektik Mardin kırsalında. Az sonra bir araba durdu. Sorunun ne olduğunu sordular, anlattım. ''Bin, bi de ben bakayım'' dedi abi. Bu sefer hep beraber atladık araca, yakındaki bir su fabrikasının mekanikçisiymiş. Gazladı, vites değiştirdi. ''İyi, bir şey yok'' dedi. Ama ben tükendim stresten. ''Dönelim'' dedim. Amerika'lı da biraz tırsmış olacak ki dumanlardan, arabaya inip-binen yabancılardan falan kabul etti. ''Daha bu dandik arabayla Nusaybin'e gidecektik'' falan demedi. Arabayı tüm gün kiralamamıza rağmen 2 saat sonra geri götürdük. Bıyıklı abiler olayı hoş karşılamadılar. Neyse paramızın bir kısmını aldık. Zemin negotiation'a müsait değildi. Amerikalı'ya Nasreddin Hoca'nın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun fıkrasının İngilizcesini anlatmak zorunda kaldım. Bu fıkranın İngilizcesini bilin, hep işe yarar. Çok rasyonel bir akıl yürütmeyle ikna ettiği için değil. Ne saçmalıyor lan bu verelim parasını dedirttiği için etkili bir silahtır.
Neyse, kaldık Mardin'de arabasız. Taksiyle otele döndük ama haliyle o da bir tur kazıkladı. Artık peşine düşmedim. Mücadele gücüm tükenmişti. O gün bir mucize oldu. Mardin'de bir arkadaşımızın yaşadığını farkettik. Orada göçmen organizasyonlarında çalışıyor. Yerel bağlantıları falan da var. Aradık buluştuk. Yemek yemeye restoranlar bile dolu, hatta restoranlarda ünlüler falan dev masalar ayırtmışlar. Öyle ortamlarda yerel bağlantıları sayesinde bize de masa ayarlandı. Yerel bağlantı aşırı güzel bir şey. Gece Mardin sokaklarında her yere girdik çıktık, bizi restore edilmiş etkileyici mekanlara soktular. Venedik gibi dar, taş sokakalrda saatlerce yürüdük. Ertesi gün de bize kendi arabasını verdi sağ olsun. O da yetmedi Cuma da evinde kalıp Airbnb'cinin başımıza açması muhtemel başka bir tatsızlıktan kurtardı. Onsuz, Mardin'i böyle güzel anımsayamazdım.
İşte araba olunca Deyrulzafaran, Dara (Doğu'nun Efes'i), Kasımiye Medresesi , Zinciriye Medresesi gibi her biri büyüleyici mekanları gördüğüm için mutlu oldum. Zinciriye medresesinde de Timur yine birisine işkence etmiş. Bu Timur ne pis adammış ya, Anadolu'da nereye gitsek bir rezilliği çıkıyor. Bu da gözümden kaçmıyor elbette.
Bu mekanların her biri yılın en kalabalık günlerini geçiriyor. Nereye gitsek instacılar ağızlarını büzüştürerek yüzlerce yıllık mabedlerden like kasıyorlar. Hatta bir yerde foto çektirecekken bir teyze üzerimize yürüdü ''bizim sıramızdı, çekilin, insta adabı da kalmamış'' falan dedi. Epey korktum. Mesela rehber anlatıyor bu odalarda şeyhler yaşardı, hemen birisi dudağını büzüştürüyor, kafasını 45 derece çeviriyor ve laps yapıştırıyor pozunu. Şeyhin odasında kendisini ölümsüzleştiriyor. Burada duvarların ardında odalar ve birisi öldüğünde oda açılarak içeriye konuluyor beden deniyor, laps dudak ve foto. Sarsıcı bir an oluyor dışarıdan bakınca.
Deyrulzafaran'ın odalarında dolaşıyoruz, gezi otobüsleriyle gelen grupların sohbetleri kulağıma çalınıyor: kilit taşı, kilit taşı. Bunu çeksen kubbe çöker. Dara'da sarnıca giriyoruz, yine tombalak teyzeler: kilit taşı kilit taşı. Bunu çeksen yapı çöker. Yerli çocuklar rehberlik yapıp bahşiş topluyor: kilit taşı çekersen çöker. Bir bitmeyen mevzu, dillerde solmayan bir kelam: kilit taşı. Gezen Anadolu halkından edindiğim intiba halkımız henüz geçmiş uygarlıklara çok hakim olmasa da bir mevzuya aşırı hakim: kubbe statiği işi tamamdır. Bu millet bu taş, inşaat işini seviyor ya. Boş boş işlere, heykele, nekropolise ve hatta derviş odasına o kadar da pirim vermiyor da işte kilit taşı dedin mi akan sular duruyor.
Gidin de bakın o taşlara, Mardin büyüleyici....