Dönüş için evden Türkiye’ye kadar tüm biletler(otobüs,tren,uçak) ayarlanıp cebe kondu valizler kapatıldı. 1 saat sonra Milano tren istasyonundan Orio al Serio hava alanına gitmek üzere tren istasyonundan kalkan otobüslerden birisinin yanındaydık. Şöföre soruyoruz: “Hava alanına gider mi?” Cevap net: “Gider ve bu son otobüs, kaçırırsanız ayvayı yediniz” Bagajları verdik otobüse, beklerken tekrar sorduk: “ Kesin gider mi?” Bu sefer biraz kıvırmaya başladı şoför: Neymiş efendim, tam hava alanına gitmezmiş de hemen yakınına gidermiş de oradan da taksi tutulacakmış da....Çok fena kıllandık...”Nasıl olur,bizim biletlerde hava alanı yazıyo,parasını da verdik” diye isyana başlamıştık ki çeşitli milletlerden turistler neye bağırdığımızı bile anlamadan sorunu dil problemi gibi algılayıp yardım etmek için :”bu gidiyo, bu gidiyo” demeye başladılar. Bu arada İstanbul’lu ev arkadaşım yılların verdiği devamlı tetikte ve düşünerek yaşama refleksinden dolayı koşarak istasyondaki diğer otobüslere sormaya gitti. Biz de diğer arkadaşla otobüsü tutmaya çalışıyoruz çünkü şöför hafiften gaz verip : “ Gidiyorum çoçuklar, binmezseniz kalırsınız” tehditlerini savurmakta...Sonunda arkadaş geldi,”ileride giden bi otobüs buldum” dedi. Aldık eşyaları gittik. O an içimden dedim ki: “Hacca da gitsen, tatile de, yurt dışında yanına mutlaka bir İstanbullu alacaksın”. Her söylenene inanan kuzey avrupalı turistler maalesef kaçak otobüse binerek uzaklaştılar. Gerçek otobüste sadece Türkler, Bulgarlar, Arnavutlar, Romanyalılar...vb. vardı... Tesadüf değildi tabiki bu...Bize ikinci kez “Kesin gider mi?” diye sorduran ortak hayat tarzımızdı bizi buluşturan.
Turkiye’ye geleli 6 gün oldu. Evde keyif yaptığım ilk 6 gün itibariyle Türkiye çok güzel...Televizyonu çok özlemiş buldum kendimi. Esra Ceyhan,Petek Dinçöz,Seda Sayan ve tabi ki Nihat Doğan...Adamlar resmen oturup izlemesen de hayatın parçası olmuşlar. İnsan sabah programlarını takip etmese bile bu tiplerden haberi oluyo(Ben ettim o ayrı). İstanbul’da bi simit sarayına girip çay içmiştim geldiğim gün ve orda bu TV karakterlerinin çok daha doğallarını gördüm. İçeride çok sayıda Nihat Doğan ve az sayıda Seda Sayan vardı ve Esra Ceyhan hiç yoktu...Sanırım o başka muhitte izlenmekte. Nihat kopyaları adeta Nihat Doğan’ın değişik ruh halleri içindeki versiyonları gibiydi. Sinirli Nihatlar “aramızda sahte okeyler var” dercesine etrafı kesmekte, romantik Nihatlar sevgililerine: “(h)elalimsin” vaatlerinde bulunmakta, illa ki kirli sakal bırakılmaktaydı, boyunlarda delikanlılığın bayrağı beyaz atkılarla. İtalya’da neredeyse hiç TV izlememiştim. Türkiye’de tekrardan dizi olaylarına girdim.Bir haftalık da olsa bazı dizileri yakalama fırsatım oldu. Mesela “Hatırla Sevgili”de ODTU vardı...Seve seve izledim. Dizide bi küçük kız çocuğu vardı. Anneme ekrandaki kadını göstererek “Bu kadının çocuğu mu?” dedim...Annem: “ O kadının çocuğu değil, adam da zaten babası değil, anlatsam da anlamazsın, karışık” dedi. Biraz moralim bozuldu. “Orada yabancı, burada Almancı” denirdi 2. kuşak almancılar için. Bu insanlar genelde Türkiye’de etraftaki muhabbetleri anlamakta zorlanırlar...Öyle hissettim işte kendimi...
Ama ben de eşşeklik ettim. 2 sezondur süren diziyi izlemeyip 5 dakikada anlamak istedim olan biteni, kolaya kaçtım. Oysa daha bu sabah izlediğim bir zayıflama ürünü reklamından kendimce ders çıkarmıştım. Reklam şöyle; “Başkaları kadar yiyip, onlardan zayıf olmayı ister misiniz? İşte zayıflama aparatı vvv...Deneyin, kilo vermek ne kadar kolay görün” Bu kadar kolaycılık vaat etmek biraz ayıp değil mi ya? Başkaları kadar kilo vermek istiyosan biraz egzersiz yapacaksın kardeşim. Her şeyin kestirmesine tamah ederek nereye varmayı planlıyosun? Biraz daha emeğe saygılı olmak gerekir...Ben de aynı hataya düştüm.
Geldim geleli Fazıl Say ülkeyi terk ediyor muhabbeti de hararetle sürmekte...Anlaşılan Fazıl Say da başka nedenlerle birlikte çok çeşitli Nihat versiyonlarından sıkılmış, Seda’lardan bıkmış. Ulaşmaya çalışıyorum kendisine. Gelsin bizim evde kalsın İtalya’da. Çok yetenekli adam. Arada Viyana yapar, Berlin yapar, sanat yapar...Herkes de alkışlar...Tabi eğer başkaları kadar yiyip onlardan zayıf kalmanın kısa, kestirme ve de beleş yolunu arıyosa illa ki burada kalacak. Bu konudaki araştırmalara dünyada en çok para ayıran ülke sanırım biziz. Bu her bireye temel eğitimden itibaren yavaş yavaş yerleştirilen bir mentalite. Bu konuda iyice geliştik. Hatta süper güç sayılabiliriz. Örnek vereyim, bir Çinli verilen bir ödevi nasıl yaparım, nasıl bitirim diye uğraşırken ben genelde bu ödevi kimden alsam acaba gibi düşüncelere dalmış buluyorum kendimi sıkça ve bunu farkettiğimde utanıyorum. Oysa Çinli arkadaşlar lisans boyunca bütün ödevlerini kendileri yapmışlar. Nuri Alço gibiyim. “Bir kere çek, bir daha vazgeçemezsin” diyorum ama adamların kafada kopya nedir en ufak bir fikir yok...”Alacak aynen yazacak, yakacak bizi” diye düşünüyor sanırım...Alman’a sorsan “Sabah 7’de buluşalım,geçir diyor” Tövbeler olsun, akla bak...Ödevi kopyalamak için sabah 7de okulda olunacak. Arkadaşım o kadar erken kalksam zaten kendim yaparım ben....Rus’a sorsan: “ Tamam” diyo ama bi karış surat...Sadaka mı veriyon be! Ondan da alınmaz...Allahtan Türk arkadaşlar var...Her zaman güler yüzle karşılarlar “Ödevi senden alsam olur mu?” sorusunu, ve her zaman o rahat, yatıştırıcı tavırla: “ Hallederiz abi, rahat ol”
Rahat olalım arkadaşlar...
Monday, December 31, 2007
Wednesday, December 12, 2007
Bayram
Efendim İtalya’yı bir Christmas çılgınlığı aldı ki anlatmak güç...Birkaç hafta önce münferit olarak balkonlara asılan süsler bugün caddelere taşmış, her tarafta süslü ağaçlar, Pazar günleri noel baba tiplemeleri, sokak müzisyenleri falan derken...Mutluluktan ölecekler...Noel Baba da bi acayip, arabasını eşekler çekiyo...Holywood yine yaktın bizi yaw! Hani geyik?...İlk gördüğünde “Sakalından utan be!” diyesi geliyo insanın...Hani hediye? Eşekler sokaklara pisliyo, arkadan gelen görevliler pisliklere talaş döküyo...Bi telaş bi telaş...Üstelik bu Noel Baba şahsiyeti hediye dağıtmak şöyle dursun, milletten para topluyo...Garip bişey görünce taş atma isteğimi bastıramıyorum...Neredeyse noel babanın eşeğini taşlıcaktım da “Abi yapma” dedi çocuklar.. Haklılar da; kutsal eşeği taşlamak olmaz....Misyonerler de kalp yumuşaklığından faydalanmak için cirit atıyolar...2 Amerika’lı çocuk geldi...Lafa tuttu...arkadaşım bize ters dedim...”Ben Türk’üm”. Ama dedim bak sen gel “Müslüman ol” dedim...”Noel babanın doğduğu yer bizim orda, Antalya’da” dedim. Misyonerler kaçtı gitti, beni meczup sandılar...İstanbul’da hostelde çalışırken de demiştim de onlar da gülmüştü...Aç bak dedim sizin şu kitaba... "Lonely Planet” Yarım saattir muhabbet ediyoduk, adam bana inanmıyo, kitaba inanıyo...Tam turist...
Tabi bayram havası öyle ki çocuklar çok seviyolar dini...Ben taktiği anladım...Akşam erkenden kapanan dükkanlar, Pazar günü kapılarını kilitleyen dükkanlar artık Noel süresince hep açık...Bu arada da etrafta Hz. İsa fotoğrafları, süsler falan eşzamanlı yer almaya başlayınca tabi ki küçük çocuklar etkileniyo bu enerjiden...Bi arkadaşım derdi: “ Ah o gün Viyana’yı alsaydık, şimdi Avrupa’ da sarı sarı imamlar olacak” diye...
Noelle kurban çakışıyo bu sene...Türkiye’de de aynı coşku bende kurban bayramlarında olur mesela...Yemek yemeyi sevmemle alakası olabilir...Hayvanlara da üzülürüm bi yandan ama coşku da duyarım...Çok karışık duygular içerisine girerim...Dün ot verdiğin hayvanın ciğerini yemek kolay mı? Batılı bilmez bu duyguları....Ona çam olsun, noel baba olsun...Ne çam yenir ne noel baba? Arkadaşım nasıl bayram bu yemedikten sonra...Biz bi bayram şekere tavan yaptırırız, bi bayramda da kolestrole ve kalbe...Bayramlarda iyice yaklaşırız Allah’a (Öbür tarafa)...Zaten bu İtalyanlar’da göbek etrafındaki simitler de yok. Arkadaşım simitlerin olacak ki “Bak ne şekerden, ne kalpten korkmam, Allah’tan korkarım” imajı yapacaksın....Ne kadar felsefi, ne kadar! ....
Christmasla ilgili tatilden sonra en güzel şey sokak müzisyenleri...yerel enstrümanlar, yerel şarkılar...çok güzel müzikler duymak mümkün...Bizdeki gibi sokak müzisyenleri 3 telli saz, 5 telli gitar tarzı sanat showları yapamasa da enstrüman hakimiyetleri oldukça iyi...Bir tanesinin yanında kayıt yaptım...Adam çok para verecem sandı galiba, döndür babam döndür çaldı aynı şarkıyı...Ben de farkettim “Boku yedin” dedim içimden kendi kendime ama yapacak bişey yok, kayıdı durdurup kaçtım....
Dün derste Kolombiyalı arkadaşla fısıldaşıyoduk. İngilizce fısıldışmanın iğrençliği yetmezmiş gibi hoca artislik yaptı. Bize İtalyanca sinirlendi. “Bıdır bıdır” konuştu, bişeyler dedi, bizi İtalyan sandı sanırım...Ama biz çaktırmadık..Sınıftakiler önümüzdeki İtalyan çocuğa kızıyo sandı. Biz de hemen ezik gurbetçi öğrenci profiline geçtik....Hocanın dediği onca kelimeden 2,3 tanesini anladım ama 1989 yılından beri profösyönel öğrenci olduğum için hemen çözdüm: “ Oğlum, aranda konuşma...Gülünecek bişey varsa söyle, hep beraber gülelim!” Bunu dediğine neredeyse eminim...Hatta lisede olsa “Gelirsem oraya kırarım kafanı” da eklerdi büyük olasılıkla ama bize bu kadarını dememiştir sanırım...Şurası Bürüksel...Giderim “insan hakları, şiddet falan” derim...
Haydi bakalım herkese iyi bayramlar! Herkesin Bayramı kutlu olsun...
Tabi bayram havası öyle ki çocuklar çok seviyolar dini...Ben taktiği anladım...Akşam erkenden kapanan dükkanlar, Pazar günü kapılarını kilitleyen dükkanlar artık Noel süresince hep açık...Bu arada da etrafta Hz. İsa fotoğrafları, süsler falan eşzamanlı yer almaya başlayınca tabi ki küçük çocuklar etkileniyo bu enerjiden...Bi arkadaşım derdi: “ Ah o gün Viyana’yı alsaydık, şimdi Avrupa’ da sarı sarı imamlar olacak” diye...
Noelle kurban çakışıyo bu sene...Türkiye’de de aynı coşku bende kurban bayramlarında olur mesela...Yemek yemeyi sevmemle alakası olabilir...Hayvanlara da üzülürüm bi yandan ama coşku da duyarım...Çok karışık duygular içerisine girerim...Dün ot verdiğin hayvanın ciğerini yemek kolay mı? Batılı bilmez bu duyguları....Ona çam olsun, noel baba olsun...Ne çam yenir ne noel baba? Arkadaşım nasıl bayram bu yemedikten sonra...Biz bi bayram şekere tavan yaptırırız, bi bayramda da kolestrole ve kalbe...Bayramlarda iyice yaklaşırız Allah’a (Öbür tarafa)...Zaten bu İtalyanlar’da göbek etrafındaki simitler de yok. Arkadaşım simitlerin olacak ki “Bak ne şekerden, ne kalpten korkmam, Allah’tan korkarım” imajı yapacaksın....Ne kadar felsefi, ne kadar! ....
Christmasla ilgili tatilden sonra en güzel şey sokak müzisyenleri...yerel enstrümanlar, yerel şarkılar...çok güzel müzikler duymak mümkün...Bizdeki gibi sokak müzisyenleri 3 telli saz, 5 telli gitar tarzı sanat showları yapamasa da enstrüman hakimiyetleri oldukça iyi...Bir tanesinin yanında kayıt yaptım...Adam çok para verecem sandı galiba, döndür babam döndür çaldı aynı şarkıyı...Ben de farkettim “Boku yedin” dedim içimden kendi kendime ama yapacak bişey yok, kayıdı durdurup kaçtım....
Dün derste Kolombiyalı arkadaşla fısıldaşıyoduk. İngilizce fısıldışmanın iğrençliği yetmezmiş gibi hoca artislik yaptı. Bize İtalyanca sinirlendi. “Bıdır bıdır” konuştu, bişeyler dedi, bizi İtalyan sandı sanırım...Ama biz çaktırmadık..Sınıftakiler önümüzdeki İtalyan çocuğa kızıyo sandı. Biz de hemen ezik gurbetçi öğrenci profiline geçtik....Hocanın dediği onca kelimeden 2,3 tanesini anladım ama 1989 yılından beri profösyönel öğrenci olduğum için hemen çözdüm: “ Oğlum, aranda konuşma...Gülünecek bişey varsa söyle, hep beraber gülelim!” Bunu dediğine neredeyse eminim...Hatta lisede olsa “Gelirsem oraya kırarım kafanı” da eklerdi büyük olasılıkla ama bize bu kadarını dememiştir sanırım...Şurası Bürüksel...Giderim “insan hakları, şiddet falan” derim...
Haydi bakalım herkese iyi bayramlar! Herkesin Bayramı kutlu olsun...
Saturday, December 1, 2007
San Siro-Giuseppe Meazza
Geçen hafta içerisinde İnter-Fenerbahçe maçını izlemeye nam-ı diyar San Siro’ya gittik...Diğer adıyla Meazza. Interli’ler Meazza’yı tercih ederken, Milanlı’lar San Siro’yu tercih etmekteler. Ödevden bunaldığımız şu günlerde güzel bir soluk oldu. Burada sadece İnter tribününden bilet alabildik ama çoğu kişi İnter tarafında olmak istiyordu zaten. Salı akşamı yola koyulduk.
Stadyumun etrafında erken saatlerde gelmiş, bekleyen çok sayıda gurbetçi taraftar vardı. Almanca hakim dildi. Almanya’dan,Avusturya’dan, İsviçre’den ve tabi ki İtalya’dan gelen gurbetçilerimiz stadın etrafını doldurmuştu. Tabi biz elimize İnter minderleri aldığımız için bize acayip uyuz oldular ama genel olarak gurbetçi kardeşliği hakimdi. Stada girmeden birer bira yuvarlayıp maç havasına girdikten sonra stadyuma girdik.
Bu noktadan sonra futbol camiasının “hacı”sı oldum sanırım. Gerçi daha izlenmemiş bir İnter- Milan derbisi var ama.... İçeride İnter tribününden bilet almış çok fazla Türk vardı. Hatta ODTÜ’lü fenerbahçeliler pankartını bile gördüm. Maç başlamadan önce sağı solu incelerken Mustafa Denizli ve Ömer Üründül’ü gördüm. Mustafa hoca hemen önümüzde basın tribünündeydi. “Hocam hocam” diye bağırdım ama bakmadı. Sanırım uçan kafayı yedikten (http://www.youtube.com/watch?v=GBSSoGuHR-I) sonra artık muhattap olmuyo tarafarla. Sonra o müthiş şampiyonlar ligi şarkısı çalmaya başladı seromoni sırasında, duygulandım nedense...Evimi, star Tv’yi ve o saçma maç yorumlarını özledim. Kısa süreliğine “Home sick” yaşadım. Arada da o müziği açıp kederleniyorum artık evde. Sanırım bir arıza var...
Maç başladı. İlk dakikalarda herkes sakin sakin oturmaktaydı. Sonra Fenerbahçe taraftarları hep bir ağızdan İtalyanca küfür etmeye başladı. Ama ne küfür...Ve de ne senkron...Takdire şayan...Sen gel İnter’e hep bir ağızdan söv. Futbol deyimiyle çalışılmış hareket. Tabi sonrası malum, 80 yaşındaki İtalyan amcalar bile sinirlenip bağırmaya başladı, takım gaza geldi ve ikinci yarı 3 tane gol görerek paramızın karşılığını almış olduk. Oysa Fenerli taraftarlar böylesine sövmese belki maç 0-0a bağlanacak.
Maçtan daha ilginç olanı Türk vatandaşların stadyumdaki hal ve hareketleriydi. Şimdi sadece benim duyduğum ve şahit olduğum 4 tane olayı aktarıyorum:
1)Ev arkadaşım ve ben koltuklara basa basa tuvalete gitmekteydik. Bunu gören ve bizi İtalyan sanan bir Türk yanındaki başka bir Türk’e: “ Baksana abi, bunlar da aynı biz gibi koltuğa basıyo....muahhhaaa...”
2)3-4 Türk vatandaşın devre arasında stadyumda görevli siyahi bir vatandaşın etrafını çevirip arkadaşlarına bağırması : “Ahmet, koş len, Appiah’la fotoğraf çektiriyoruz” ve bu arada siyahi arkadaşın şaşkınlığı...
3)Stadyumun kafesine viski satıldığından emin olmaya çalışan bir Türk ve görevli arasında geçen konuşma...eliyle gösterip: “Viski?” görevli: “Si,si...vuoi? (ister misin?)” Türk taraftar Türkçe: “ Sağol abi, ben müslümanım” Görevliden safça bakışlar....Neden merak edersin ki viskiyi kardeşim madem içmiyosun!!!
4)Hakem Avusturya’lı olduğu için arkalardan bir Türk’ün: “Ben seni Avusturya’da yakalarım leeeyyynn!” deyip deyip Almanca sövmesi....
Bi de maç daha başlamadan tuvalete gittim. İnter tarafında olduğum için rengi belli etmek istemiyorum ama adamlar pisivuvarların arasını ayırmamışlar. Çişini yaparken kafayı indirdiğin an yanındakinin görmemen yerlerini görüyosun...Bazen sussan da ayırt ediliyosun...Baktım adam ters ters yüzüme bakıyo...Dedim kesin aşağıya baktı bu pis herif...Bu katoliklerin sünnetle arası pek yok....Orda ne olduğumuz gayet net anlaşıldı....”Kızma arkadaşım! Aynı hedefe farklı yoldan gitmek bizimkisi....” desem mi diye düşündüm de çok misyoner cümlesi olduğu için vazgeçtim....
Neyse ki Fener rahat tempoda yenildi de olaysız bir şekilde evimize geldik...Olayları düşününce gece yatmadan “biz ne güzel milletiz yaw!” dedim...uyumuşum...
Ciao!
Stadyumun etrafında erken saatlerde gelmiş, bekleyen çok sayıda gurbetçi taraftar vardı. Almanca hakim dildi. Almanya’dan,Avusturya’dan, İsviçre’den ve tabi ki İtalya’dan gelen gurbetçilerimiz stadın etrafını doldurmuştu. Tabi biz elimize İnter minderleri aldığımız için bize acayip uyuz oldular ama genel olarak gurbetçi kardeşliği hakimdi. Stada girmeden birer bira yuvarlayıp maç havasına girdikten sonra stadyuma girdik.
Bu noktadan sonra futbol camiasının “hacı”sı oldum sanırım. Gerçi daha izlenmemiş bir İnter- Milan derbisi var ama.... İçeride İnter tribününden bilet almış çok fazla Türk vardı. Hatta ODTÜ’lü fenerbahçeliler pankartını bile gördüm. Maç başlamadan önce sağı solu incelerken Mustafa Denizli ve Ömer Üründül’ü gördüm. Mustafa hoca hemen önümüzde basın tribünündeydi. “Hocam hocam” diye bağırdım ama bakmadı. Sanırım uçan kafayı yedikten (http://www.youtube.com/watch?v=GBSSoGuHR-I) sonra artık muhattap olmuyo tarafarla. Sonra o müthiş şampiyonlar ligi şarkısı çalmaya başladı seromoni sırasında, duygulandım nedense...Evimi, star Tv’yi ve o saçma maç yorumlarını özledim. Kısa süreliğine “Home sick” yaşadım. Arada da o müziği açıp kederleniyorum artık evde. Sanırım bir arıza var...
Maç başladı. İlk dakikalarda herkes sakin sakin oturmaktaydı. Sonra Fenerbahçe taraftarları hep bir ağızdan İtalyanca küfür etmeye başladı. Ama ne küfür...Ve de ne senkron...Takdire şayan...Sen gel İnter’e hep bir ağızdan söv. Futbol deyimiyle çalışılmış hareket. Tabi sonrası malum, 80 yaşındaki İtalyan amcalar bile sinirlenip bağırmaya başladı, takım gaza geldi ve ikinci yarı 3 tane gol görerek paramızın karşılığını almış olduk. Oysa Fenerli taraftarlar böylesine sövmese belki maç 0-0a bağlanacak.
Maçtan daha ilginç olanı Türk vatandaşların stadyumdaki hal ve hareketleriydi. Şimdi sadece benim duyduğum ve şahit olduğum 4 tane olayı aktarıyorum:
1)Ev arkadaşım ve ben koltuklara basa basa tuvalete gitmekteydik. Bunu gören ve bizi İtalyan sanan bir Türk yanındaki başka bir Türk’e: “ Baksana abi, bunlar da aynı biz gibi koltuğa basıyo....muahhhaaa...”
2)3-4 Türk vatandaşın devre arasında stadyumda görevli siyahi bir vatandaşın etrafını çevirip arkadaşlarına bağırması : “Ahmet, koş len, Appiah’la fotoğraf çektiriyoruz” ve bu arada siyahi arkadaşın şaşkınlığı...
3)Stadyumun kafesine viski satıldığından emin olmaya çalışan bir Türk ve görevli arasında geçen konuşma...eliyle gösterip: “Viski?” görevli: “Si,si...vuoi? (ister misin?)” Türk taraftar Türkçe: “ Sağol abi, ben müslümanım” Görevliden safça bakışlar....Neden merak edersin ki viskiyi kardeşim madem içmiyosun!!!
4)Hakem Avusturya’lı olduğu için arkalardan bir Türk’ün: “Ben seni Avusturya’da yakalarım leeeyyynn!” deyip deyip Almanca sövmesi....
Bi de maç daha başlamadan tuvalete gittim. İnter tarafında olduğum için rengi belli etmek istemiyorum ama adamlar pisivuvarların arasını ayırmamışlar. Çişini yaparken kafayı indirdiğin an yanındakinin görmemen yerlerini görüyosun...Bazen sussan da ayırt ediliyosun...Baktım adam ters ters yüzüme bakıyo...Dedim kesin aşağıya baktı bu pis herif...Bu katoliklerin sünnetle arası pek yok....Orda ne olduğumuz gayet net anlaşıldı....”Kızma arkadaşım! Aynı hedefe farklı yoldan gitmek bizimkisi....” desem mi diye düşündüm de çok misyoner cümlesi olduğu için vazgeçtim....
Neyse ki Fener rahat tempoda yenildi de olaysız bir şekilde evimize geldik...Olayları düşününce gece yatmadan “biz ne güzel milletiz yaw!” dedim...uyumuşum...
Ciao!
Tuesday, November 20, 2007
MILANOYA BAŞARILI OLMAYA GELDİM...HOCAM FIRSAT VERİRSE ÇIKAR;ELİMDEN GELENİ YAPARIM.
Baktım blog yazıları hep gezip tozmayla ilgili olmuş. Oysa biz buraya okumaya geldik. Bu aralar bir ödev verdiler ki gerçekten zor, İtalyan zoru değil yani....2 haftadır üzerinde çalışıyorum. Bu ödev bizi sınıf arkadaşlarımızla yakınlaştırdı tabi ki...Ama Asya’lılar bireysellikten ödün vermiyor. Oysa ben devamlı “Bir elin nesi var, iki elin sesi var” probagandası yapmaktayım sınıfta. Çağrıma Kolombiya’lı Juan Pablo cevap verdi...Bu ödev yüzünden iyi bir ikili olduk. Fakat bir Türk ve bir Kolombiyalı yan yana olunca insanlar başka şeyler düşünüyolar. Oysa biz ilim irfan peşindeyiz. Gel de anlat gavura....Gerçi Politekniko’da master yapıyorum demenin İtalyanca’sını biliyorum. Burda var biraz prestiji. O zaman işler değişiyo...
Burada Milano merkez tren istasyonunda uluslararası yayınları bulabileceğimiz bir büfe bulduk. Hürriyetin gurbetçi baskısını edinebiliyoruz bu büfeden...ama gazete Türkiye’de çıkan Hürriyetten çok farklı...Her sayfasında Avrupa’daki Türklere yapılan haksızlıkları anlatan haberler ve şiddet var. Örneğin dünün gazetesinden manşetler: “Londra Teksas olmuş, 3 ayda 3 Türk genci öldürüldü”, “Eurotürk’e loto tuzağı”, “ Kayınvalidemle iki görümcem kızlığımı plastik muzla bozdu”, “Dolmuş kültürü Münih’e taşınacak”, “ Türk annenin dramı”, “Kasap Yıldırım, kurban kestirecek olanları uyardı : Belçika ve Hollanda’daki mezbahalarda etler çalınıyor.” Bunlar yetmezmiş gibi İclal Aydın da Ayşe Armana röportaj vermiş: “Acayip güzel acılar yaşadım” Tabi her sayfadaki döner makinası ve et bayii reklamları da cabası...İnsan bu gazateyi okuyunca nefretle doluyor, sokağa çıkıp sinirlenesi geliyor. (Şakadan)
Ben buna ek olarak bir de Osmanlı’nın kuruluş yıllarını anlatan Kemal Tahir romanı “Devlet Ana”yı okumaktayım.Kitap çok güzel olmakla birlikte Osman Bey, Frenk’e aman vermemekte, kafaları acımadan almakta....
Bu kadar faktör birleşince geçen gün kafede talihsiz bir olay yaşadık. İtalya’ da Türkçe konuşurken çok rahat olduğumuzu yazmıştım daha önce, yine o rahatlıktaydık. Sonra bize bir kaç yabancı arkadaş da katıldı. O ara İngilizce’ye geçmişiz. İngilizce de anlamadıklarını düşünüp yine rahat rahat konuşmaktayız. Laf döndü dolaştı Türkiye’ye oradan da 1. Dünya savaşı ve kurtuluş savaşına geldi. Biz heyecanla yabancı arkadaşlara Almanlar yüzünden nasıl yenik sayıldığımızı, kurtuluş savaşını nasıl kazandığımızı anlatırken adeta sandalyede değil, Söğüt Domaniç yaylalarındaki Türkmen atlarında oturmaktaydık. Tabi ben de dedim ki “Benim dedem de savaşmış, kızdırmasınlar keserim bu Avrupa’lıları”. O an anladık ki etrafta baya İngilizce bilen varmış. Sayabildiğim 10 kişi kadar insan bana bakmaktaydı...Tabi yabancı arkadaşlar ve biz de gülmeye başladık...Ne at kaldı ne kılıç...Sonra biz gülünce etraftaki Avrupa’lılar da rahatladı biraz....Ama yine de çoğu kahvelerini bitirip kalktı.
Bu hürriyette yalnız güzel bir haber vardı...Kamyon yazıları yarışmasının sonuçları...Şimdi oradan bazı yazıları paylaşmak istiyorum:
-Kamyon çeker 10-20 ton, gönlüm çeker Paris Hilton.
-Araman için ille de hata yapmam mı gerekir.
-Ne Müslüm’den, ne de Orhan’dan, sevdiğim tek parça “yedek parça”
-Sağlam şöför kalmaz rampada, Müslim baba sığmaz I-pod’a...
Bu arada 23 Kasım’da İtalyan Telekom’dan bizim interneti bağlamaya geleceklerini söylemek için aradılar. Umarım daha fazla uğraşmak zorunda kalmayız da bağlanır artık internet. Burada insanlar o kadar telaşsız ve umursamaz ki anlatamam. Beklemeye o kadar alışıklar ki...Kimse hiç bir konuda stress yapmıyor. Umarım ilerleyen zamanlarda ben de bu rahatlığa ulaşırım...
Ciao!
Friday, November 9, 2007
halloween-milano-floransa-bergamo
08.11.07
Kasım ayı başından itibaren çok hareketli günler geçirdim. 31 Ekim- 4 Kasım arası tatiller (Tüm azizler günü) ve hafta sonu nedeniyle tatil oldu. Bu arada Gözde de Türkiye’ den beni ziyarete geldi. Gidişi çok maceralı olsa da çok güzel vakit geçirdik. Gelirken de çok özlediğim siyah çay, demlik, rakı ve de pul biberle geldi.
31 Ekim gecesi Milano’da bir erasmus Halloween partisine katıldık. Parti yapılan mekan çok güzeldi, kokteyller de çok başarılıydı. Geceye öğrenci kostümü ile katılıp dikkatleri toplamayı başardım. Bu gecede İtalyan erkeklerinin dünyaya yayılan ününü gözlerimle gördüm. Ama içimden de “Allah sevdiğim insanları bunların içine düşürmesin” dedim. Adamlar gitten, gelden anlamıyor arkadaşım. İçeride Alman var, İngiliz var, Türk var...hatunlar git dedikçe sarılıyorlar...Sonunda da hepsini tavladılar yalnız. Parti sabaha doğru bitti,biz de trene atlayıp memleketimiz Lecco’ya geldik.
Biz bu Lecco’yu memleket bildik ama hakkında bilmediğimiz bir şey öğrendik. Lecco, “leccare” fiilinin birinci tekil şahıs, geniş ve şimdiki zamana çekilmiş haliymiş. Fiil de yalamak anlamına gelince ne oluyor: “Yalarım”. Hatta İtalyanca soru cümleleri, normal cümlelerden tonlamayla ayrıldığı için yanlış tonlamada “Yalayayım mı?” anlamına da gelebiliyomuş. Artık pek söylemiyoruz nereli olduğumuzu.
2 Kasım Cuma günü Gözde ile beraber Milano’ya gittik. Orada ev arkadaşım Can’la da buluşup dünyanın en büyük katolik kiliselerinden biri olan nam-ı diyar Duomo’yu (3. büyük kilise-San Piedro Roma ve Sevilla Catedralden sonra) ve Castello’yu gezdik. Duomo yapımı uzun yıllar süren inanılması güç bir yapı, tam bir şaheser. 12000 metrekare ve 40000 kişiyi oturarak alabilecek kapasitede. Duomo meydanında bir de MTV Europe stüdyosu var. Bağrışan gençler oluyor sanatçı geldiğinde. Yine orada çığlıklar atıyolardı ama kimin geldiğini çözemedim. Castello da bir orta çağ kalesi...Arka tarafında da Napolyan’un Milano’ya girdiği bir kapı var. Milano üzerine yorumlarımı biraz daha gezdikten sonra yazmak üzere burada kesiyorum.
3 Kasım Cumartesi günü trenle Floransa’ya gittik. Aslında Floransa’ya günübirlik gitmenin yetersiz olacağı yönünde bilgi almıştık ama gitmeye karar verdik. Milano’nun neredeyse 400 km. güneyinde. Burada ulaşım nerdeyse tamamen trenle sağlandığından tren biletlerimizi aldık ama trenlerde bir Kamil Koç tadını bulamadım. Orta hızda bir trendi, hızlı trenden bilet bulamadık. Floransa’ya Gözde, Can (ev arkadaşım), Gökhan( ev arkadaşım), Juan (Sınıf arkadaşım) olmak üzere kalabalık bir kafileyle gittik. İnanılmaz etkileyici bir şehir. Şehrin her yeri tarihi ve İtalyanlar en ufak kasabalarında bile tarihi yapıları çok hassas bir şekilde korumaktalar. Tabi ki Floransa gibi Rönesansın doğduğu bir şehri de çok iyi muhafaza etmişler. Bunun ekmeğini inanılmaz turizm gelirleriyle yemekteler. Hayatımda hiç bu kadar turisti bir arada görmemiştim desem yeridir sanıyorum. Orada da görebildiğimiz kadar yeri görmeye çalıştık ama müzelerin önünde abartmıyorum yüzlerce kişilik kuyruklar olduğu için ninja kaplumbağalardan isimlerini ezbere bildiğimiz sanatçılarımızın heykel ve resimeri göremedik. Yalnız Floransa’da akıllara durgunluk veren bir olay yaşandı. Gözde’yle hatıra olsun diye birer şehir tişörtü almak üzere bir dükkana girdik. Tişörtleri beğendikten sonraki diyaloğu aynen aktarıyorum:
Ben: How much does it cost? (Tişörtü kastederek)
Tezgahtar: 10€
Ben: This one also? (Gözde’nin tişörtü için)
T: Yes, 10€...
Ben: So both of them makes 15€? (Pazarlığa giriş)
T: and you are Turkish, right?
Kadın o kadar emin söyledi ki....sormadı bile....bana sadece onaylamak kaldı...Adeta kilitlenip kaldım. Tabi sonra hep beraber güldük. Güldük de indirim falan olmadı. Kadın “teşekkür”, “güle güle” falan deyip şirinlik yapsa da aldı bizim paraları. Ben de tipik Türk davranışları sergilediğim için gurur duymadım değil...Yakında okuldaki kahve makinesini de çözeceğim. 5 kere cappucinoya, 4 kere latteye basınca bedava esprossa verir belki....
5 Kasımda Gözde’nin uçağı vardı. Uçak, Orio al Serio adlı bir hava alanından kalktı. Bizdeki Sabiha Gökçen tarzı bir hava alanı. Ucuz uçaklar buraya inip kalkmakta. Uçuş sabah 07:10’da. 05:10’da hava alanında olmak imkansız olduğu için couchsurfing’den hava alanına yakın bir ev bulduk. Pazar akşamı arkadaşımız Alfredo ile buluştuk. Alfredo doğma büyüme Bergamo’lu olduğu için bize tarihi yerleri gezerken de rehberlik yaptı. Citi’ alta (Yüksek şehir) adı verilen tarihi Bergamo şehrini gezdirdi. Şehir Venedik devletine bağlı olduğu zamanlarda etrafına yapılan surlar hala ilk günkü gibi ayakta. Adeta bir uç şehir olmuş Venediklilere. İçeride hala kliseler,şapeller,kütüphaneler durmakta. İnsan tarihin böylesine korunduğunu görünce İstanbul’a üzülmeden edemiyor. Eski şehirde bir tane restorana gittik. Çok şahane İtalyan yemekleri yedik, mahsen imalatı şarap içtik. Sonunda pizza ve makarnadan başka İtalyan yemeği yiyebildiğim için çok sevindim. Alfredo, Kuzey Avrupa hariç Asya ve Avrupa’nın neredeyse tamamını gezmiş, yetmemiş, Kuzey Amerika ve Güney Amerika’da da bulunmuş tam bir gezgin. Bombardımanın üçüncü gününe kadar da Bağdat’taymış. Bağdat’taki fotoğrafları gösterirken biraz hüzünlendi. Türkiye teskereyi reddettiğinde Bağdat’ta parti yapmışlar savaş olmayacak diye...Mutfağındaki raflarda gittiği ülkelerden aldığı topraklar vardı kavanozlarda. Pamukkale, Kabadokya topraklarını da gördüm. İşin ilginç olanı, Alfredo’nun Konyalı halıcı Ali ile olan arkadaşlığı. Bizim halıcı Konya’dan halıları kamyonete doldurup İtalya’ya satmaya geldiğinde tanışmışlar. Daha sonraları Ali buraya çay,rakı falan getirmeye başlamış. Alfredo da bağımlı olmuş. Bize çay demledi. Kahve yerine çay seven bir İtalyan çok acayip...
Alfredo bizi sabah 5:15 civarında hava alanına götürdü. Vedalaştık. Sonra Gözde valizini verdi. Sonra 6:45 civarında el bagajıyla benden ayrıldı. Alıştıktan sonra uğurlamak zor oldu Gözde’yi...Bir mucize gerekiyordu ve oldu. Gözde kapıda biraz fazla oyalanınca uçağı kaçırmış. Fazladan 2 günümüz daha oldu. Allahtan myair var. İnsan uçağını kaçırsa bile kafasını duvardan duvara vurması gerekmiyor. Beraber 2 gün daha geçirip bugün sabah Gözde’yi uğurladım...
Bu haftadan sonra İtalya’yı çok daha fazla sevmeye başladım sanırım. Gerçekten görülecek çok şey var. Mesela “Last Supper”( http://www.youtube.com/watch?v=10LVlHdNMaE)Milano’da beni bekler....
Ciao!
Kasım ayı başından itibaren çok hareketli günler geçirdim. 31 Ekim- 4 Kasım arası tatiller (Tüm azizler günü) ve hafta sonu nedeniyle tatil oldu. Bu arada Gözde de Türkiye’ den beni ziyarete geldi. Gidişi çok maceralı olsa da çok güzel vakit geçirdik. Gelirken de çok özlediğim siyah çay, demlik, rakı ve de pul biberle geldi.
31 Ekim gecesi Milano’da bir erasmus Halloween partisine katıldık. Parti yapılan mekan çok güzeldi, kokteyller de çok başarılıydı. Geceye öğrenci kostümü ile katılıp dikkatleri toplamayı başardım. Bu gecede İtalyan erkeklerinin dünyaya yayılan ününü gözlerimle gördüm. Ama içimden de “Allah sevdiğim insanları bunların içine düşürmesin” dedim. Adamlar gitten, gelden anlamıyor arkadaşım. İçeride Alman var, İngiliz var, Türk var...hatunlar git dedikçe sarılıyorlar...Sonunda da hepsini tavladılar yalnız. Parti sabaha doğru bitti,biz de trene atlayıp memleketimiz Lecco’ya geldik.
Biz bu Lecco’yu memleket bildik ama hakkında bilmediğimiz bir şey öğrendik. Lecco, “leccare” fiilinin birinci tekil şahıs, geniş ve şimdiki zamana çekilmiş haliymiş. Fiil de yalamak anlamına gelince ne oluyor: “Yalarım”. Hatta İtalyanca soru cümleleri, normal cümlelerden tonlamayla ayrıldığı için yanlış tonlamada “Yalayayım mı?” anlamına da gelebiliyomuş. Artık pek söylemiyoruz nereli olduğumuzu.
2 Kasım Cuma günü Gözde ile beraber Milano’ya gittik. Orada ev arkadaşım Can’la da buluşup dünyanın en büyük katolik kiliselerinden biri olan nam-ı diyar Duomo’yu (3. büyük kilise-San Piedro Roma ve Sevilla Catedralden sonra) ve Castello’yu gezdik. Duomo yapımı uzun yıllar süren inanılması güç bir yapı, tam bir şaheser. 12000 metrekare ve 40000 kişiyi oturarak alabilecek kapasitede. Duomo meydanında bir de MTV Europe stüdyosu var. Bağrışan gençler oluyor sanatçı geldiğinde. Yine orada çığlıklar atıyolardı ama kimin geldiğini çözemedim. Castello da bir orta çağ kalesi...Arka tarafında da Napolyan’un Milano’ya girdiği bir kapı var. Milano üzerine yorumlarımı biraz daha gezdikten sonra yazmak üzere burada kesiyorum.
3 Kasım Cumartesi günü trenle Floransa’ya gittik. Aslında Floransa’ya günübirlik gitmenin yetersiz olacağı yönünde bilgi almıştık ama gitmeye karar verdik. Milano’nun neredeyse 400 km. güneyinde. Burada ulaşım nerdeyse tamamen trenle sağlandığından tren biletlerimizi aldık ama trenlerde bir Kamil Koç tadını bulamadım. Orta hızda bir trendi, hızlı trenden bilet bulamadık. Floransa’ya Gözde, Can (ev arkadaşım), Gökhan( ev arkadaşım), Juan (Sınıf arkadaşım) olmak üzere kalabalık bir kafileyle gittik. İnanılmaz etkileyici bir şehir. Şehrin her yeri tarihi ve İtalyanlar en ufak kasabalarında bile tarihi yapıları çok hassas bir şekilde korumaktalar. Tabi ki Floransa gibi Rönesansın doğduğu bir şehri de çok iyi muhafaza etmişler. Bunun ekmeğini inanılmaz turizm gelirleriyle yemekteler. Hayatımda hiç bu kadar turisti bir arada görmemiştim desem yeridir sanıyorum. Orada da görebildiğimiz kadar yeri görmeye çalıştık ama müzelerin önünde abartmıyorum yüzlerce kişilik kuyruklar olduğu için ninja kaplumbağalardan isimlerini ezbere bildiğimiz sanatçılarımızın heykel ve resimeri göremedik. Yalnız Floransa’da akıllara durgunluk veren bir olay yaşandı. Gözde’yle hatıra olsun diye birer şehir tişörtü almak üzere bir dükkana girdik. Tişörtleri beğendikten sonraki diyaloğu aynen aktarıyorum:
Ben: How much does it cost? (Tişörtü kastederek)
Tezgahtar: 10€
Ben: This one also? (Gözde’nin tişörtü için)
T: Yes, 10€...
Ben: So both of them makes 15€? (Pazarlığa giriş)
T: and you are Turkish, right?
Kadın o kadar emin söyledi ki....sormadı bile....bana sadece onaylamak kaldı...Adeta kilitlenip kaldım. Tabi sonra hep beraber güldük. Güldük de indirim falan olmadı. Kadın “teşekkür”, “güle güle” falan deyip şirinlik yapsa da aldı bizim paraları. Ben de tipik Türk davranışları sergilediğim için gurur duymadım değil...Yakında okuldaki kahve makinesini de çözeceğim. 5 kere cappucinoya, 4 kere latteye basınca bedava esprossa verir belki....
5 Kasımda Gözde’nin uçağı vardı. Uçak, Orio al Serio adlı bir hava alanından kalktı. Bizdeki Sabiha Gökçen tarzı bir hava alanı. Ucuz uçaklar buraya inip kalkmakta. Uçuş sabah 07:10’da. 05:10’da hava alanında olmak imkansız olduğu için couchsurfing’den hava alanına yakın bir ev bulduk. Pazar akşamı arkadaşımız Alfredo ile buluştuk. Alfredo doğma büyüme Bergamo’lu olduğu için bize tarihi yerleri gezerken de rehberlik yaptı. Citi’ alta (Yüksek şehir) adı verilen tarihi Bergamo şehrini gezdirdi. Şehir Venedik devletine bağlı olduğu zamanlarda etrafına yapılan surlar hala ilk günkü gibi ayakta. Adeta bir uç şehir olmuş Venediklilere. İçeride hala kliseler,şapeller,kütüphaneler durmakta. İnsan tarihin böylesine korunduğunu görünce İstanbul’a üzülmeden edemiyor. Eski şehirde bir tane restorana gittik. Çok şahane İtalyan yemekleri yedik, mahsen imalatı şarap içtik. Sonunda pizza ve makarnadan başka İtalyan yemeği yiyebildiğim için çok sevindim. Alfredo, Kuzey Avrupa hariç Asya ve Avrupa’nın neredeyse tamamını gezmiş, yetmemiş, Kuzey Amerika ve Güney Amerika’da da bulunmuş tam bir gezgin. Bombardımanın üçüncü gününe kadar da Bağdat’taymış. Bağdat’taki fotoğrafları gösterirken biraz hüzünlendi. Türkiye teskereyi reddettiğinde Bağdat’ta parti yapmışlar savaş olmayacak diye...Mutfağındaki raflarda gittiği ülkelerden aldığı topraklar vardı kavanozlarda. Pamukkale, Kabadokya topraklarını da gördüm. İşin ilginç olanı, Alfredo’nun Konyalı halıcı Ali ile olan arkadaşlığı. Bizim halıcı Konya’dan halıları kamyonete doldurup İtalya’ya satmaya geldiğinde tanışmışlar. Daha sonraları Ali buraya çay,rakı falan getirmeye başlamış. Alfredo da bağımlı olmuş. Bize çay demledi. Kahve yerine çay seven bir İtalyan çok acayip...
Alfredo bizi sabah 5:15 civarında hava alanına götürdü. Vedalaştık. Sonra Gözde valizini verdi. Sonra 6:45 civarında el bagajıyla benden ayrıldı. Alıştıktan sonra uğurlamak zor oldu Gözde’yi...Bir mucize gerekiyordu ve oldu. Gözde kapıda biraz fazla oyalanınca uçağı kaçırmış. Fazladan 2 günümüz daha oldu. Allahtan myair var. İnsan uçağını kaçırsa bile kafasını duvardan duvara vurması gerekmiyor. Beraber 2 gün daha geçirip bugün sabah Gözde’yi uğurladım...
Bu haftadan sonra İtalya’yı çok daha fazla sevmeye başladım sanırım. Gerçekten görülecek çok şey var. Mesela “Last Supper”( http://www.youtube.com/watch?v=10LVlHdNMaE)Milano’da beni bekler....
Ciao!
Wednesday, October 24, 2007
23.102007
Gecen hafta sonu eve taşındım. 2 odam var. Bir tanesi küçük bir tanesi büyük ama 2 odam var. Hafta sonu IKEA’ya gidip bişeyler aldım. Daha tam yerleşemedik ama artık hergün otobüse binip yurda dönmek zorunda olmamak güzel. Ev okula 5-10 dk. Öğle arası gelip evde bişeyler yeme imkanım var. Ev 1980lerde yapılmış. Tabandan ısıtmalı. Bizden önce güzellik salonuymuş. Dolaplardan hala ağda çubuğu buluyoruz ve evin her yerinde aynalar var J alışınca fena değil. İnternetimiz hala yok. Bu aralar başvurcaz ama bakalım ne zaman bağlanır. İnterneti özledim iyice. Okulda da kablosuzum çalışmadı. Nedeni de anlaşılamıyo. Bir tane kafe var. Kahve içince internet kullanabiliyorum ama sadece şarjım bitene kadar. Saatlece oturmak yok,şarj bitene kadar.
Artık tam anlamıyla yerleşebileceğim sanırım. Geldiğimden beri valizimi nasılsa taşınacağım diye tam olarak açmamıştım. İlginç olan halen kendimi turist gibi hissetmem. Bazen döneceğim yakın bir zaman varmış ve onu bekliyormuşum gibi geliyor ama en az 2 sene daha burada kalacağımı farkedince turist ruh halini hemen terketmem gerektiğini farkediyorum. Ben küçükken turistlerden korkardım. Anlamamak,anlatamamak çok korkunç gelirdi. Yolda turist görünce yolumu değiştirirdim. Ya bir şey sorarlarsa diye çok korkardım. Turistlikten kurtulmanın en zor tarafı yemekler. Türkiye’deki her türlü yemeği çok özlüyorum. Bu da tam adaptasyonu zorlaştırıyor. Üstelik İtalyan mutfağı da oldukça zengin ama her yemeği bizdeki yemeklerle karşılaştırıyorum hala. İşin garip yanı mutfaklarına çok güveniyolar. Dünyada başka yerde içtiğin kahve, kahve değil falan diyodu sınıf arkadaşları. Espressso burda içilir falan diyolar. “bırakın ya,espresso kahve değil” dedim, kızdılar bana...Bu cümleyi de demezdim de Ahmet Çakar’ı da insan arıyo burda. Bi an onun jargonuyla konuşmak istedim,tepki çekti.
Türk Milli futbol takımı da geçen hafta Yunanistan’a kaybetmiş. Haberi duyunca bir gurbetçi duygusallığı çöktü. Üzüldük burada. Gurbetçi duygusallığının tadına bakmış olduk böylece. Şöyle UEFA’yı alsak da balkona bayrak assak...
Dersler beklediğimden daha ağır. Bir de insanlar çok rekabetçi. Açıkçası her gün şaşırıyorum bu duruma. Günü gününe çalışan bir sürü insan var. Bunu görmek canımı sıktı çünkü benim ütopyamdı günü gününe çalışmak. Hakkında konuşmanın çok eğlenceli olduğu ama uygulanması imkansız bir idealdi. Ama idealimin pratik hayat olaması canımı sıktı.
Milano Fashion Week:
Erkeklerin 30%’unun seçimini homoseksüellikten yana kullanmakta olduğu bir bölgeden erkek modasıyla ilgili bir şeyler yazmak istemiyorum. Batı batı dediniz, alın size batı durumu J Ama erkekler boğaza bir şeyler bağlamayı seviyo ....(Hıncal gibi)
Kadınlarda yüksek çizme çok moda...Süet çizmeler de oldukça yaygın. Çizmeden 5 cm yukarıda biten ince çoraplar(çorapların üst kısmı dantelli) da bu yıla damgasını vuracak gibi görünüyor. Deri mont sayısında da bir artış var gibi(Geçen yılı biliyomuşum gibi oldu-çok deri mont var diyeyim)...Büyük güneş gözlükleri sadece yazın değil,kışın da vazgeçilmezlerinden olacak gibi...Düşük bel ve yırtık kota dikkat!
Ciao!
Gecen hafta sonu eve taşındım. 2 odam var. Bir tanesi küçük bir tanesi büyük ama 2 odam var. Hafta sonu IKEA’ya gidip bişeyler aldım. Daha tam yerleşemedik ama artık hergün otobüse binip yurda dönmek zorunda olmamak güzel. Ev okula 5-10 dk. Öğle arası gelip evde bişeyler yeme imkanım var. Ev 1980lerde yapılmış. Tabandan ısıtmalı. Bizden önce güzellik salonuymuş. Dolaplardan hala ağda çubuğu buluyoruz ve evin her yerinde aynalar var J alışınca fena değil. İnternetimiz hala yok. Bu aralar başvurcaz ama bakalım ne zaman bağlanır. İnterneti özledim iyice. Okulda da kablosuzum çalışmadı. Nedeni de anlaşılamıyo. Bir tane kafe var. Kahve içince internet kullanabiliyorum ama sadece şarjım bitene kadar. Saatlece oturmak yok,şarj bitene kadar.
Artık tam anlamıyla yerleşebileceğim sanırım. Geldiğimden beri valizimi nasılsa taşınacağım diye tam olarak açmamıştım. İlginç olan halen kendimi turist gibi hissetmem. Bazen döneceğim yakın bir zaman varmış ve onu bekliyormuşum gibi geliyor ama en az 2 sene daha burada kalacağımı farkedince turist ruh halini hemen terketmem gerektiğini farkediyorum. Ben küçükken turistlerden korkardım. Anlamamak,anlatamamak çok korkunç gelirdi. Yolda turist görünce yolumu değiştirirdim. Ya bir şey sorarlarsa diye çok korkardım. Turistlikten kurtulmanın en zor tarafı yemekler. Türkiye’deki her türlü yemeği çok özlüyorum. Bu da tam adaptasyonu zorlaştırıyor. Üstelik İtalyan mutfağı da oldukça zengin ama her yemeği bizdeki yemeklerle karşılaştırıyorum hala. İşin garip yanı mutfaklarına çok güveniyolar. Dünyada başka yerde içtiğin kahve, kahve değil falan diyodu sınıf arkadaşları. Espressso burda içilir falan diyolar. “bırakın ya,espresso kahve değil” dedim, kızdılar bana...Bu cümleyi de demezdim de Ahmet Çakar’ı da insan arıyo burda. Bi an onun jargonuyla konuşmak istedim,tepki çekti.
Türk Milli futbol takımı da geçen hafta Yunanistan’a kaybetmiş. Haberi duyunca bir gurbetçi duygusallığı çöktü. Üzüldük burada. Gurbetçi duygusallığının tadına bakmış olduk böylece. Şöyle UEFA’yı alsak da balkona bayrak assak...
Dersler beklediğimden daha ağır. Bir de insanlar çok rekabetçi. Açıkçası her gün şaşırıyorum bu duruma. Günü gününe çalışan bir sürü insan var. Bunu görmek canımı sıktı çünkü benim ütopyamdı günü gününe çalışmak. Hakkında konuşmanın çok eğlenceli olduğu ama uygulanması imkansız bir idealdi. Ama idealimin pratik hayat olaması canımı sıktı.
Milano Fashion Week:
Erkeklerin 30%’unun seçimini homoseksüellikten yana kullanmakta olduğu bir bölgeden erkek modasıyla ilgili bir şeyler yazmak istemiyorum. Batı batı dediniz, alın size batı durumu J Ama erkekler boğaza bir şeyler bağlamayı seviyo ....(Hıncal gibi)
Kadınlarda yüksek çizme çok moda...Süet çizmeler de oldukça yaygın. Çizmeden 5 cm yukarıda biten ince çoraplar(çorapların üst kısmı dantelli) da bu yıla damgasını vuracak gibi görünüyor. Deri mont sayısında da bir artış var gibi(Geçen yılı biliyomuşum gibi oldu-çok deri mont var diyeyim)...Büyük güneş gözlükleri sadece yazın değil,kışın da vazgeçilmezlerinden olacak gibi...Düşük bel ve yırtık kota dikkat!
Ciao!
Tuesday, October 16, 2007
Havalara tam uyum sağlayamadığımdan olacak ki biraz bitkin hissediyorum. Bu hafta sonu için yaptığım gezi planlarını iptal etmek zorunda kaldım. Hafta sonunu yine Lecco’da geçirdim.
Cuma akşamı arkadaşlara Turkiye’de “Ramadan Festival” başladı bugün dedim. Sağolsunlar geldiler gece. Ama bi baktım şarabı, viskiyi, brandyi kapan gelmiş. Böyle de olmaz ki! Anlattım durumu ama vazgeçiremedim. Ramazanı kutladık. Kabahat bende, festival deyince yanlış anladılar...
İnsanlar çalışma temposuna girdiler artık. Çinliler, Vietnamlılar pirinç takviyesiyle akşamları 4-5 saat çalışıyorlar. Bi de bana “Sence öğlenleri kaç kalori almalıyız? Akşamları yoruluyorum, çalışamıyorum” diye sordu bir tanesi. Arkadaşım “Doyana kadar ye,ne kalorisi” dedim ben de. Galiba bu işin dieti var. Dayanamadım sordum “Nasıl bu kadar kondisyonlu çalışabiliyosunuz?” Asya’da mühendisler işe alınırken neredeyse tek kriter not ortalamalarıymış. Orada çok uzun saatler fabrikada,ofiste çalışacakları için, dersine çok çalışanı makbulmüş. Bu da bir nevi kültür olmuş. Bir de sanırım geri dönme ihtimali onlar için çok kötü. Evli çıktı bi de adam. Enteresan hayatlar. Tabi adamla bu muhabeti yapınca ben de tırstım. İçimden “Biz hiç çalışmamışız ya!” dedim. Hemen koşarak odama girdim ve itiraf edeyim 2 saat kadar ders çalıştım. Sonra bi düşündüm ki “ Daha 2. hafta, Türkiye’de olsa çayımızı demler,suyu bitince üstüne ekler,çay leş gibi olur ama 4-5 saat muhabbet ederdik. Bizde de kültür bu. Acaba bizde işe alma kriteri ne?”. Bu düşüncelere dalınca çalışmayı bıraktım.
Bu arada çok soru geliyo Türkiye ile ilgili.Rahmetli Barış Manço için “Keşke biraz daha yaşasaydı” diyorum içimden. O da Japonlarla uğraşmaktan gerisine zaman bulamadan gitti.
Pazar günü bazı kafeler hariç her yer kapalı. Sadece çalışan bir Türk dönerci buldum “Sultano Kebap”(isim tam bir adaptasyon harikası). Döneri özlemişim. Çıkarken fişi almamıştım. “Hemşerim!” diye bağırdı arkamdan “ Burda her zaman fişini al”. Paket yaptırmıştım.Mağaza çıkışlarında zabıtalar taşıdığınız malların fişini sorabiliyomuş. Fiş olmazsa ceza kesiyolarmış. 2 haftadır Allah korumuş.
Kafelerde internet aradım. Wireless’a bağlanmak için pasaportumun faksını güvenlikle ilgili bi yere fakslamam gerekiyomuş. Ordan bi kod alacakmışım. Herkes için standart bir uygulamaymış. İnternet kafeler bile pasaport veya geçerli bir kimlik olmadan kullandırtmıyor. Kimin ne saatte girdiği saptanıyomuş. Tabiki faks falan çekmedim. Hala okul labı hariç internetim yok. Allah bilir kodu alsam da çalışmaz wireless. İtalya’da bir işi halletmek dil sorunu da olunca o kadar yorucu oluyo ki,anlatamam.
Sokak hayvanı hiç yok. Kuşlara yaramış, yürüyüp duruyolar sağda solda. Ama neden yok? Çünkü herkesin köpeği var. İnanılmaz sayıda evcil köpek oluyo sokaklarda sahipleriyle dolaşan. Tabi Versace’leriyle dolaşan kadınların köpeklerini de tahmin etmek zor değil. Köpekler de markalı adeta. Gelgelelim kuşlardan korkuyor köpekler. (Büyük köpekler de yok değil). Bizde sokak köpeği var dedim İtalyanlar’a. Şaşırdılar, “kötü” falan dediler. Ama dedim “sizinkiler gibi yola,taşa pislemiyolar, gidip kuma yapıyolar.” Konuyu değiştirdiler...(Ben ordan daha bizim tuvaleti ne kadar önce kullanmaya başladığımıza gelecektim oysa).
Kafede otururken küçük bi çocuk geldi. 3-4 yaşlarında. Gülümsüyodu, ben de ona gülümsedim. “Ciao” “Come stai?” (Mehaba,nasılsın) dedim. Arkadaş olduk. İtalyanca seviyemi anlatması bakımından yazdım. Umarım bir kaç ay içerisinde 7-8 yaş grubuyla “bisikletin var mı?” muhabbeti yapacak seviyeye gelirim.
Blogu takip etmeye devam edin. Çok yakında kış modasını ve daha sonrasında da ilkbahar-yaz sezonunda nelerin moda olacağını yazacağım. Ovgutto.blogspot.com ile ilk bilen siz olun.
Arrivederci!
Cuma akşamı arkadaşlara Turkiye’de “Ramadan Festival” başladı bugün dedim. Sağolsunlar geldiler gece. Ama bi baktım şarabı, viskiyi, brandyi kapan gelmiş. Böyle de olmaz ki! Anlattım durumu ama vazgeçiremedim. Ramazanı kutladık. Kabahat bende, festival deyince yanlış anladılar...
İnsanlar çalışma temposuna girdiler artık. Çinliler, Vietnamlılar pirinç takviyesiyle akşamları 4-5 saat çalışıyorlar. Bi de bana “Sence öğlenleri kaç kalori almalıyız? Akşamları yoruluyorum, çalışamıyorum” diye sordu bir tanesi. Arkadaşım “Doyana kadar ye,ne kalorisi” dedim ben de. Galiba bu işin dieti var. Dayanamadım sordum “Nasıl bu kadar kondisyonlu çalışabiliyosunuz?” Asya’da mühendisler işe alınırken neredeyse tek kriter not ortalamalarıymış. Orada çok uzun saatler fabrikada,ofiste çalışacakları için, dersine çok çalışanı makbulmüş. Bu da bir nevi kültür olmuş. Bir de sanırım geri dönme ihtimali onlar için çok kötü. Evli çıktı bi de adam. Enteresan hayatlar. Tabi adamla bu muhabeti yapınca ben de tırstım. İçimden “Biz hiç çalışmamışız ya!” dedim. Hemen koşarak odama girdim ve itiraf edeyim 2 saat kadar ders çalıştım. Sonra bi düşündüm ki “ Daha 2. hafta, Türkiye’de olsa çayımızı demler,suyu bitince üstüne ekler,çay leş gibi olur ama 4-5 saat muhabbet ederdik. Bizde de kültür bu. Acaba bizde işe alma kriteri ne?”. Bu düşüncelere dalınca çalışmayı bıraktım.
Bu arada çok soru geliyo Türkiye ile ilgili.Rahmetli Barış Manço için “Keşke biraz daha yaşasaydı” diyorum içimden. O da Japonlarla uğraşmaktan gerisine zaman bulamadan gitti.
Pazar günü bazı kafeler hariç her yer kapalı. Sadece çalışan bir Türk dönerci buldum “Sultano Kebap”(isim tam bir adaptasyon harikası). Döneri özlemişim. Çıkarken fişi almamıştım. “Hemşerim!” diye bağırdı arkamdan “ Burda her zaman fişini al”. Paket yaptırmıştım.Mağaza çıkışlarında zabıtalar taşıdığınız malların fişini sorabiliyomuş. Fiş olmazsa ceza kesiyolarmış. 2 haftadır Allah korumuş.
Kafelerde internet aradım. Wireless’a bağlanmak için pasaportumun faksını güvenlikle ilgili bi yere fakslamam gerekiyomuş. Ordan bi kod alacakmışım. Herkes için standart bir uygulamaymış. İnternet kafeler bile pasaport veya geçerli bir kimlik olmadan kullandırtmıyor. Kimin ne saatte girdiği saptanıyomuş. Tabiki faks falan çekmedim. Hala okul labı hariç internetim yok. Allah bilir kodu alsam da çalışmaz wireless. İtalya’da bir işi halletmek dil sorunu da olunca o kadar yorucu oluyo ki,anlatamam.
Sokak hayvanı hiç yok. Kuşlara yaramış, yürüyüp duruyolar sağda solda. Ama neden yok? Çünkü herkesin köpeği var. İnanılmaz sayıda evcil köpek oluyo sokaklarda sahipleriyle dolaşan. Tabi Versace’leriyle dolaşan kadınların köpeklerini de tahmin etmek zor değil. Köpekler de markalı adeta. Gelgelelim kuşlardan korkuyor köpekler. (Büyük köpekler de yok değil). Bizde sokak köpeği var dedim İtalyanlar’a. Şaşırdılar, “kötü” falan dediler. Ama dedim “sizinkiler gibi yola,taşa pislemiyolar, gidip kuma yapıyolar.” Konuyu değiştirdiler...(Ben ordan daha bizim tuvaleti ne kadar önce kullanmaya başladığımıza gelecektim oysa).
Kafede otururken küçük bi çocuk geldi. 3-4 yaşlarında. Gülümsüyodu, ben de ona gülümsedim. “Ciao” “Come stai?” (Mehaba,nasılsın) dedim. Arkadaş olduk. İtalyanca seviyemi anlatması bakımından yazdım. Umarım bir kaç ay içerisinde 7-8 yaş grubuyla “bisikletin var mı?” muhabbeti yapacak seviyeye gelirim.
Blogu takip etmeye devam edin. Çok yakında kış modasını ve daha sonrasında da ilkbahar-yaz sezonunda nelerin moda olacağını yazacağım. Ovgutto.blogspot.com ile ilk bilen siz olun.
Arrivederci!
Thursday, October 11, 2007
lecco
ARTIK “ÇOK AMA SIK” YEMİYORUM, KISA CÜMLELER KURUYORUM...
Derslerimiz iyiden iyiye başladı. Haftada 24 saat dersim var. Beklediğimin oldukça üzerinde. Lisansta bu kadar olmuyodu haftada. Bi de 1 saat 45 dakika aralıksız yapıyorlar sonra çıkıp ölümüne kahve içiyorlar, sonra bir 1 buçuk, 2 saat daha. İtalyanlar alışkın ama yabancı öğrenciler olarak bizler uyuyakalıyoduk başta. Sonra bizde kahveye ağırlık vererek çözdük. Kahve makinaları için USP tarzı bir alet aldık. Kontör yükletiyoruz, onu sokup alıyoruz kahveleri, devamlı bozuk aramıyoruz.
Öğle aralarında devamlı pizza yiyorum. Malum, alt tarafı pizza. Bir haftada bütün çeşitlerden yedim sanırım. Bugün arkadaşlara takılıp Çin lokantasına gittim. Ucuza güzel yemek yedim. İlk gidişimdi ama bence Çin yemekleri baya güzel. Ama Türk yemekleri kadar güzel değil hiç birisi. Dolayısıyla üniversite yıllarımda bana çok yakışmış olan motto “Sık ama çok yer” tarihe karışacak gibi duruyor.
Geçen hafta içerisinde bir taraftan da ev aradık. Sonunda bulduk sanırım güzel bir tane. Haftaya Çarşambadan sonra(17 ekim) eve taşınma ihtimalim yüksek. Ev arkadaşlarım da Türkiye’den. İtalyan’lar çoktan evlerini tutmuşlar zaten. Burdaki çocuklar futbola çağırdılar ama gidemedim. Bi de devamlı Play Station oynamaya çağırıyolar. Bakalım Politecnico’lu Giancarlo ve Matteo bir ODTÜ’lü Onur, Kazım olabilecek mi playstation’da?
Belki Play Station sayesinde biraz İtalyanca’m gelişir. Kafede otururken kahve sipariş ettim. Ezberledim tabi sipariş cümlesini ama hemen soruyu yapıştırdı garson ablamız. Soru gelince mütamadiyen sırıtarak “Si” ya da “No” diyorum. Genelde de ekstra hizmeti kaçırmamak için de “Si” diyorum. Bu yetmemiş gibi bi soru daha sordu...”Caldo o freddo?” Caldo soğuktur diye çakallık yaptım, sevinçle “caldo caldo” dedim (anladım sanmanın heyecanı da var tabi). Tabi caldo sıcak demekmiş, ilk sorduğu da sanırım “likör ister misin?”miş. Likörlü sıcak kahveyi de devirdik bi güzel mecburiyetten. Diyemedim ki “Bacım ben ne istedim sen ne getirdin!”. Deneme yanılma gidiyoruz şimdilik,kısa cümleler kurarak.
Bir itirafla bitiriyorum; parada Atatürk resmi olmamasına alışamadım. Parada Atatürk’ü göremeyince paraymış gibi gelmiyor. Kafamda nasıl yer ettiyse artık. Şöyle bir düşüncem var. Burda insanlar çok az çalışıyorlar. Saat en geç 16:00’da herkes dükkanları kapatıyo. Sadece marketler ve kafeler açık kalıyo. Bence bunun nedeni paralarında Atatürk olmaması. Onlara da para kazanıyolarmış gibi gelmiyo sanırım ama ne aradıklarını da bilmiyo gibiler. Söylesem mi düşüncelerimi?
Lecco’dan resimler koyuyorum...Bi de bizim yurdun oradan göl manzaraları...
Ciao!
Derslerimiz iyiden iyiye başladı. Haftada 24 saat dersim var. Beklediğimin oldukça üzerinde. Lisansta bu kadar olmuyodu haftada. Bi de 1 saat 45 dakika aralıksız yapıyorlar sonra çıkıp ölümüne kahve içiyorlar, sonra bir 1 buçuk, 2 saat daha. İtalyanlar alışkın ama yabancı öğrenciler olarak bizler uyuyakalıyoduk başta. Sonra bizde kahveye ağırlık vererek çözdük. Kahve makinaları için USP tarzı bir alet aldık. Kontör yükletiyoruz, onu sokup alıyoruz kahveleri, devamlı bozuk aramıyoruz.
Öğle aralarında devamlı pizza yiyorum. Malum, alt tarafı pizza. Bir haftada bütün çeşitlerden yedim sanırım. Bugün arkadaşlara takılıp Çin lokantasına gittim. Ucuza güzel yemek yedim. İlk gidişimdi ama bence Çin yemekleri baya güzel. Ama Türk yemekleri kadar güzel değil hiç birisi. Dolayısıyla üniversite yıllarımda bana çok yakışmış olan motto “Sık ama çok yer” tarihe karışacak gibi duruyor.
Geçen hafta içerisinde bir taraftan da ev aradık. Sonunda bulduk sanırım güzel bir tane. Haftaya Çarşambadan sonra(17 ekim) eve taşınma ihtimalim yüksek. Ev arkadaşlarım da Türkiye’den. İtalyan’lar çoktan evlerini tutmuşlar zaten. Burdaki çocuklar futbola çağırdılar ama gidemedim. Bi de devamlı Play Station oynamaya çağırıyolar. Bakalım Politecnico’lu Giancarlo ve Matteo bir ODTÜ’lü Onur, Kazım olabilecek mi playstation’da?
Belki Play Station sayesinde biraz İtalyanca’m gelişir. Kafede otururken kahve sipariş ettim. Ezberledim tabi sipariş cümlesini ama hemen soruyu yapıştırdı garson ablamız. Soru gelince mütamadiyen sırıtarak “Si” ya da “No” diyorum. Genelde de ekstra hizmeti kaçırmamak için de “Si” diyorum. Bu yetmemiş gibi bi soru daha sordu...”Caldo o freddo?” Caldo soğuktur diye çakallık yaptım, sevinçle “caldo caldo” dedim (anladım sanmanın heyecanı da var tabi). Tabi caldo sıcak demekmiş, ilk sorduğu da sanırım “likör ister misin?”miş. Likörlü sıcak kahveyi de devirdik bi güzel mecburiyetten. Diyemedim ki “Bacım ben ne istedim sen ne getirdin!”. Deneme yanılma gidiyoruz şimdilik,kısa cümleler kurarak.
Bir itirafla bitiriyorum; parada Atatürk resmi olmamasına alışamadım. Parada Atatürk’ü göremeyince paraymış gibi gelmiyor. Kafamda nasıl yer ettiyse artık. Şöyle bir düşüncem var. Burda insanlar çok az çalışıyorlar. Saat en geç 16:00’da herkes dükkanları kapatıyo. Sadece marketler ve kafeler açık kalıyo. Bence bunun nedeni paralarında Atatürk olmaması. Onlara da para kazanıyolarmış gibi gelmiyo sanırım ama ne aradıklarını da bilmiyo gibiler. Söylesem mi düşüncelerimi?
Lecco’dan resimler koyuyorum...Bi de bizim yurdun oradan göl manzaraları...
Ciao!
Wednesday, October 10, 2007
İlk İzlenimler:
1 Ekim 2007 öğlen saatlerinde Bergamo yakınlarındaki Milan Orio al Serio hava alanına sorunsuz bir şekilde indim. Beklentilerim inince alkış kopacağı yönündeydi ama kimse alkışlamayınca ellerimiz havada kaldık. Ama sonradan öğrendim ki bazı arkadaşların uçaklarında alkışlama hadisesi yaşanmış.
Etraftakilerin de yardımıyla bir otobüse ve bir de trene binerek güzel şehrimiz Lecco’ya saat 14:00 sularında vardık. Elimizdeki tarif yardımıyla okulu kolayca bulduk. Yolda karşıdan karşıya geçerken bakalım İtalyanlar trafikte yol veriyo mu dedik,yaya geçidinin yanında durduk. Arabalar hemen durdular. “Vay” dedim içimden “Avrupa”.
Okulda hemen başımıza bi rehber verdiler, sırasıyla postaneye (oturma iznine postaneden başvuruluyo), bankaya (hesap açtırmaya ve vergi numarası almaya) götürdüler. Çok önemli bi kağıt verdiler. Şifre falan var üzerinde. Polis durdurursa veya ülke dışına çıkarsam bu başvuruyu gösterecekmişim.
Sonra beni şehir dışında hala kaldığım bir otele götürdüler fiat marka bi resmi hizmete mahsus araçla,sağolsunlar. Tabi burası yurt değil,otel. Çok güzel göl manzarası var, duşları falan çok güzel. Zenginlerin villları var etrafta ve hafta sonu geldikleri sayfiye yerleri. Buralar bizim Doğu Karadeniz gibi. Birbirine çok yakın mesafede şehircikler var. Ammavelakin otelde çalışma salonu yok, internet de yok. Buranın sahibi ve okul bağlatmaya çalışıyoruz dedi ama söz konusu şey araba,motorsiklet,futbol,kıyafet (artizlik) değilse, hele biraz bürokrasi de varsa İtalyanlar’da kaçak oluyo. Bu arada buranın en kötü tarafı buraya otobüslerin en geç 19:05 (CET :)) bitmesi.
Yurtta her milletten insan var. Baya komik açıkçası. Asyalılar muhteşem. Benim favorim Çinliler. Çok panikler. Bi de bizi Avrupa Birliği’nde sanıyolar ben de çaktırmıyorum. Tabi ben de rolümü oynayıp “Turkish delight” ikram ediyorum. Acaba diyorum bunlar da rol mu yapıyo? Yoksa gerçek mi?
Havalar şimdilik fena değil. Biraz nemli bi yer. Her taraf ağaç,her taraf nehir, her taraf göl. Sabahları bazen yağıyo ama öğleden sonra güneşli. Kışın kar da yağıyomuş. Hata yakınlarda bi kayak tesisisi de varmış. George Clooney geliyomuş arada Como’daki villasından (Hani şu fiat reklamının çekildiği yer). Çok çevreciler. Naylon poşetleri parayla satıyolar,kağıt pahalı falan. Bazı önlemler almışlar.
Benim bulunduğum yer Lombadia bölgesi. Burası Avrupa birliği sınırları içerisinde 2. en zengin bölgeymiş. Bunu da yurdun biraz ilerisinde bir bar var, oranın İngilizce konuşan komik barmeni söyledi. Burada İngilizce bilen barmen çok değerli. Herkes çat pat anlıyo ama iyi konuşan az. Ben adamdan bira istemeyi nasıl İtalyanca söylerim dedim ama bana küfürlerle dolu bişeyler öğretmişler. Çevedeki duyarlı italyanlar uyardı. Hep beraber güldük. Bizim hababam sınıfında 30 yıl önce yapılan muhabbet işte...Bölgenin zenginliği tekstil,çimento,şarap ve arabadanmış. Şarapta inanılmaz çeşit var ve 2€’ya çok kaliteli şaraplar içiyoruz. Enteresan ama fıçı bira; şarap,votka,tekila,rom,grappe,mohito ve viskiden daha pahalı. Bardağı 4 € falan.
Araba demişken bugün şehirde “Ferrari Festival’i” vardı. Yolları trafiğe kapatmışlar en eski modelinden tutun da en yeni modeline kadar her yerde kırmızı ve çok artistik Ferrariler vardı. Acayip güzellerdi.Biz internet isteyince yok, şehri kapatıp araba göstermeye gelince her şey hazır. Ayrıca bir de modifiye araba şampiyonası vardı. Adamlar arabaları boyamışlar, süslemişler, bangır bangır bağırtıyolardı. Başım şişti. Bi de İngilizce konuşamayan adamlar Rapci rapci American müziği dinliyolar. Uyarasım geldi ama sen kendine bak deseler ne derim?
Benim de İtalyanca bilmemem çok fena. Aslında öte yandan çok zevkli. Geçen elmayla otobüse bindim, şöför bişeyler dedi. Elmayı atıyo gibi yaptım. “No, no” dedi...Bi şey anlayamadım. Mal gibi kaldım orda,sonra yürüdüm gittim. Allahtan cana yakınlar, hep yardım etmeye çalışıyolar. Bizeki o turist sevcilik bunlarda da var. Sevicilik dediysem, turiste yardımcı olma isteği anlamında. İtalyanca bilmiyorum diyorum ama hala konuşmaya çalışıyolar. Buna da şükür. Dönüp gitse daha mı iyi?
Yazacak çok sey var ama şimdilik bu kadarla sınırlıyorum. İnternet olayı çözülünce daha sık yazarım.
Ciao!
1 Ekim 2007 öğlen saatlerinde Bergamo yakınlarındaki Milan Orio al Serio hava alanına sorunsuz bir şekilde indim. Beklentilerim inince alkış kopacağı yönündeydi ama kimse alkışlamayınca ellerimiz havada kaldık. Ama sonradan öğrendim ki bazı arkadaşların uçaklarında alkışlama hadisesi yaşanmış.
Etraftakilerin de yardımıyla bir otobüse ve bir de trene binerek güzel şehrimiz Lecco’ya saat 14:00 sularında vardık. Elimizdeki tarif yardımıyla okulu kolayca bulduk. Yolda karşıdan karşıya geçerken bakalım İtalyanlar trafikte yol veriyo mu dedik,yaya geçidinin yanında durduk. Arabalar hemen durdular. “Vay” dedim içimden “Avrupa”.
Okulda hemen başımıza bi rehber verdiler, sırasıyla postaneye (oturma iznine postaneden başvuruluyo), bankaya (hesap açtırmaya ve vergi numarası almaya) götürdüler. Çok önemli bi kağıt verdiler. Şifre falan var üzerinde. Polis durdurursa veya ülke dışına çıkarsam bu başvuruyu gösterecekmişim.
Sonra beni şehir dışında hala kaldığım bir otele götürdüler fiat marka bi resmi hizmete mahsus araçla,sağolsunlar. Tabi burası yurt değil,otel. Çok güzel göl manzarası var, duşları falan çok güzel. Zenginlerin villları var etrafta ve hafta sonu geldikleri sayfiye yerleri. Buralar bizim Doğu Karadeniz gibi. Birbirine çok yakın mesafede şehircikler var. Ammavelakin otelde çalışma salonu yok, internet de yok. Buranın sahibi ve okul bağlatmaya çalışıyoruz dedi ama söz konusu şey araba,motorsiklet,futbol,kıyafet (artizlik) değilse, hele biraz bürokrasi de varsa İtalyanlar’da kaçak oluyo. Bu arada buranın en kötü tarafı buraya otobüslerin en geç 19:05 (CET :)) bitmesi.
Yurtta her milletten insan var. Baya komik açıkçası. Asyalılar muhteşem. Benim favorim Çinliler. Çok panikler. Bi de bizi Avrupa Birliği’nde sanıyolar ben de çaktırmıyorum. Tabi ben de rolümü oynayıp “Turkish delight” ikram ediyorum. Acaba diyorum bunlar da rol mu yapıyo? Yoksa gerçek mi?
Havalar şimdilik fena değil. Biraz nemli bi yer. Her taraf ağaç,her taraf nehir, her taraf göl. Sabahları bazen yağıyo ama öğleden sonra güneşli. Kışın kar da yağıyomuş. Hata yakınlarda bi kayak tesisisi de varmış. George Clooney geliyomuş arada Como’daki villasından (Hani şu fiat reklamının çekildiği yer). Çok çevreciler. Naylon poşetleri parayla satıyolar,kağıt pahalı falan. Bazı önlemler almışlar.
Benim bulunduğum yer Lombadia bölgesi. Burası Avrupa birliği sınırları içerisinde 2. en zengin bölgeymiş. Bunu da yurdun biraz ilerisinde bir bar var, oranın İngilizce konuşan komik barmeni söyledi. Burada İngilizce bilen barmen çok değerli. Herkes çat pat anlıyo ama iyi konuşan az. Ben adamdan bira istemeyi nasıl İtalyanca söylerim dedim ama bana küfürlerle dolu bişeyler öğretmişler. Çevedeki duyarlı italyanlar uyardı. Hep beraber güldük. Bizim hababam sınıfında 30 yıl önce yapılan muhabbet işte...Bölgenin zenginliği tekstil,çimento,şarap ve arabadanmış. Şarapta inanılmaz çeşit var ve 2€’ya çok kaliteli şaraplar içiyoruz. Enteresan ama fıçı bira; şarap,votka,tekila,rom,grappe,mohito ve viskiden daha pahalı. Bardağı 4 € falan.
Araba demişken bugün şehirde “Ferrari Festival’i” vardı. Yolları trafiğe kapatmışlar en eski modelinden tutun da en yeni modeline kadar her yerde kırmızı ve çok artistik Ferrariler vardı. Acayip güzellerdi.Biz internet isteyince yok, şehri kapatıp araba göstermeye gelince her şey hazır. Ayrıca bir de modifiye araba şampiyonası vardı. Adamlar arabaları boyamışlar, süslemişler, bangır bangır bağırtıyolardı. Başım şişti. Bi de İngilizce konuşamayan adamlar Rapci rapci American müziği dinliyolar. Uyarasım geldi ama sen kendine bak deseler ne derim?
Benim de İtalyanca bilmemem çok fena. Aslında öte yandan çok zevkli. Geçen elmayla otobüse bindim, şöför bişeyler dedi. Elmayı atıyo gibi yaptım. “No, no” dedi...Bi şey anlayamadım. Mal gibi kaldım orda,sonra yürüdüm gittim. Allahtan cana yakınlar, hep yardım etmeye çalışıyolar. Bizeki o turist sevcilik bunlarda da var. Sevicilik dediysem, turiste yardımcı olma isteği anlamında. İtalyanca bilmiyorum diyorum ama hala konuşmaya çalışıyolar. Buna da şükür. Dönüp gitse daha mı iyi?
Yazacak çok sey var ama şimdilik bu kadarla sınırlıyorum. İnternet olayı çözülünce daha sık yazarım.
Ciao!
Subscribe to:
Posts (Atom)