Tuesday, April 28, 2009

Lecco-Münih Hattı






























Sıra beklemekteyim bir sonbahar sabahında, tahta bir masanın önüne dizilmişiz. Yanımda babam var, yurt kayıdına gelmişiz. Sene 2001. Az sonra hayatıma çok yönüyle damgasını vuracak olan ODTÜ yurt hayatım imzamla birlikte resmen başlayacak. Lisedeki yurt tecrübem nedeniyle oda ortamının öneminin farkındayım. Kendimden kültürel olarak çok farklı insanlarla kalmak istemiyorum. Gözüm doldurulan formlardaki doğum yeri bölümünde yazan şehirlerde. Okumakta zorlanıyorum. 2 tane şortlu bebe gözüme ilişiyor. Şort giyen başka birileri yok. Bunlar bizim o tarafın insanı gibi duruyor diyerekten götüm götüm yaklaşıyorum. Çaktırmadan doğum yerlerini okumaya çalışıyorum. Net görünmüyor. Hatta daha sonradan anlayacağım ki yanlış okuma da yapmışım ama gençler nihayetinde İzmir’li çıkıyor. Benim gibi bir Aydın efesine iyi kızanlık ederler. “Ben de sizinle kalabilir miyim?” diyorum. O an yüzümdeki nuru görmüş olacaklar ki: “Olur” diye kestiriyorlar. Sonra nerelisin,bölüm ne falan derken kendimizi bir odada buluveriyoruz. Bir kaç saat sonra babam da bana şans dileyip ayrılıyor. Sonra ben bu çocuklarla 3 sene aynı odada yatıyorum, yetmiyor beraber eve çıkıp 2 sene daha aynı evi paylaşıyoruz. Birbirimizin arkadaşlarıyla tanışıyoruz, tuvalet temizleme sırası geldiğinde birbirmizin bokunu temizliyoruz. Velhasılkelam, ben yurt kaydına o saatte değil de 15 dk sonra gitseydim, benim için ODTÜ kampüsünde gördüğüm diğer binlerce öğrenciden pek farklı olmayacak bu insanlarla 5 sene beraber kalıyorum.

2006’da bir tanesi pılını pırtısını toplayıp evimizdeki ilk gurbet rüzgarlarını estirerekten Almanya’ya gidiyor. Diğeri de bir kaç ay sonra ayrılıp önce askere,sonra çalışmaya Belçika’ya, sonra da başladığı yere Ankara’ya dönüyor. Ben de bir sene sonra 2007’de İtalya’ya uçuyorum (Yelken açmayı çok isterdim). Yollarımız ayrıldıktan sonra Almancı olanını hiç görme fırsatım olmuyor, Ankara’da olanıyla görüşüyorum ama arasıra...

Geçen hafta içerisinde Türkiye’de olan İtalya’ya geldi, 2 kişilik bir Smart arabaya bindik Almancı olanı görmeye gittik. Rotamız İtalya’nın oldukça kuzeyinden benim yaşadığım şehirden başladı. Alp dağlarının hemen güneyinden. Alpler’i aşıp Münih’e... Arabamız başlarda pek güven vermediyse de sonradan güneşte, yağmurda ve dağların tepesinde nihayetinde karda güvenimi olmasa da kalbimi kazandı. İtalya kısmında belki 20 km boyunca sürekli olmasa da %90’ı olmak üzere tünelin içerisinden ilerledik. Sonra ver elini Alpler. Müthiş manzara eşliğinde kilometre kilometre kültürel değişimi gördük. İtalya’da yer yer silik yol çizgileri, ışıkları bozuk bir tünel, farı yanmayan arabalar, 60 km sınır olan yerde 120 ile uçan sürücüler ve hatta sadece bir tane de makas atma olayına tanıklık ettik. Çok değil, 5-10 km sonra İsviçre’ye sınır kontrolü olmaksızın geçtiğimizde yollar hafif düzelme gösterirken davranış biçimleri az da olsa değişti. İsviçre’nin İtalyanca konuşulan kısmından Almanca konuşulan kısmına geçince ise sıcaklık 1 saat içerisinde 15 dereceden 4 dereceye düştü ve trafik adeta bir ahlak dersine dönüştü. Sokaklarda cirit atan İtalyan ekolünü evlerinde sıcak çikolata yudumlayıp,kitap okuyan sarı kafa ekolü aldı. Sonra daha da yükseldik ve Avusturya’ya geçtik. Avusturya’ da her şey mükemmeldi. Dalga geçecek bir şey bulmak çok zor adamlarla ilgili. Yollar inanılmaz güzelleşti. Araba adeta kendisi gitmeye başladı ya da ben sürmediğim için öyle geldi. Yalnız dağın tepesindeki donmuş göller ve şu mevsimde bastıran kar, parayla huzur olmadığının göstergesiydi adeta. Az aşağıda İtalyanlar çizgisiz yollarında keyifle şarap içerken burada fırtına kıyamet. 30 dakika kadar da böyle gittikten sonra bayır aşşağıya Münşen (Münih) ovasına doğru aktık. Ovaya inince kar yerini yağmura, 60 km’lik hız limiti yerini limitsiz “das autobahn”a, 4*4 dağ jipleri de yerini spor BMW’lere bıraktı. Kaptanımız konuştu : ”Kemerlerinizi takın,inişe geçiyoruz, aracımız dandik ama yüreğimiz büyük” . Tabi bu davranışın altında sürücü kurslarımızda Avrupa’nın aksine genel trafik davranışı eğitimi değil de sadece çamaşır makinası kullanma kılavuzunu öğrenir gibi eğitim almamızın ve sonuçta çamaşır makinasını çalıştırmanın yeterlilik sayıldığı bir trafik eğitimi almamızın büyük payı var. Ben bunu düşünürken kendi maksimum hızımıza yani 140 km/sa’e çıkıp diğer lüks araçlarla sidik yarıştıraraktan Münih’e yanık kokuları arasında girmiştik bile. Meğer bizim tamponlar plastik olduğundan ve araba şehir içine uygun yapıldığından fazla ısınma olmuş ve tamponlar hafif erime yapmış. Araba durunca TV’li odada, TV izleyip yatınca duyulan büzülme(genleşme tersi olan) nedenli çıtırtılar duyulmaya başlandı. Su akar yolunu bulur deyip arabayı bıraktık ve dönüşte de aynı kokularla İtalya’ya dönmekte bir sıkıntı görmedik.

Almancı arkadaşımız Darwin’in “Güçlü türler değil, değişime ayak uyduran türler yaşamını sürdürebilir” tezine uyaraktan bir Katolik yurdunda elhamdülillah yer bulmuştu. Alt katta gördüğümüz Hans’a sora sora arkadaşımızı bulduk. Telefonlarımız devre dışı kalmıştı çünkü ben kontör almama rağmen sınır kapısında son anda yüklerim mantığıyla kontör kartımı cebime atmıştım, kapı falan da olmayınca İsviçre’de artık kontör yükleyemediğimi geç de olsa farketmiştim, arkadaşımın telefonu ise İtalya’da kalmayı seçip bizimle gelmemişti. Kapıyı çaldık, kapı açıldı ve hasret bitti. Göz yaşları içinde sarıldık birbirimize 3 yıl sonra, Ankara’dan uzakta, kayıtta tanışmamızdan 9 yıl sonra yağmurlu bir Münih akşamında kavuşmuştuk. O şortlu çocuklar ne kadar da büyümüştü. Koridordaki Almanlar davranış biçimimize bir anlam verememişti. Sonuçta 3 adam birbirine ayılar gibi sarılıyor, el şakaları yaparaktan bir şey kutluyorlardı.

Nasılsın ,iyi misin faslından sonra Münih sokaklarına çıktık. Bira evlerine gidip biralar içtik, konuştuk. Tabi masaya muhabbete girmek üzere programlı ve her zaman her meyhanede bulunan o orta yaşlı insan geldi. Bu insanlar iki çeşit olur ya: güzel muhabbet eden, insanı coşturan ve karşısında mal varmış gibi atıp tutan, muhabbetin içine eden...İşte bize malesef 2. tip olandan geldi. Yan masada arkadaşı yemek yerken sızdığı için bu ıskartaya çıkmış, soluğu yanımızda almıştı. Sormadan yanıma oturdu. Yer vermedim ama götüyle ittirerekten yamandı masaya. Türkler Arap’tırdan başka da bişey demedi. Biz de kalkıp gittik, daha mekandan çıkmadan yeni bi masaya dadanmıştı bile sarhoş Alman insanı.

Efendim bu bira içtiğimiz yer çok orijinaldi. Bira tarih müzesi gibi bir yer. Eskiden Almanya’da şarap modaymış. Sonra ekonomik sıkıntılarla bira ithal etmeye başlamışlar. En sonunda da biz yapalım bari demişler. Almanya bira işine böyle girmiş. Önceleri mekanın önüne çıkıp işiyolarmış ama çıkanların birası çalındığı için içeriye işeme olayını bulmaları gerekmiş. Üstün Alman mühendisliği her oturağın altına, bir boruyla insana oradan da kanallara bağlanaraktan sokağa işenen yani oturduğunuz yerden işeyebileceğiniz bir sistem kurmuş. Tabi elbise de adapte olmuş. Şu Bayern Münih taraftarlarının maçlarda giydiği deri tulum benzeri Bavyera’lı kıyafeti o zaman icat edilmiş(Hala giyenler vardı). Olayı da şu: Önden düğmeleri açtığınız anda organınız meydanda, sonra ordan boruya işemece ve sonra düğmeleri ilikleyip içmeye devam. Elbette bugün artık tuvaletleri var mekanın. Ama Almanlar için biranın yeri bir başka. Her şeyleri bira olmuş, özellikle Münih’te. October Fest’in vatanı olan bu şehirde biranın değişik çeşitleri çok da fazla olmayan fiyatlara litrelerce tüketiliyor. October fest de orjinalinde şehrin dükünün düğünüymüş ama yıllar olayı şehre maletmiş. Bugün nüfusu 1.5 milyon olan şehrin nüfusu festival zamanı 7 milyona kadar çıkıyormuş ve pasaportunu kaybedenler için çadır şeklinde konsolosluklar kurulmaktaymış.

Şehirde çoğu yapı 2. Dünya savaşında büyük hasar almış ve orjinalitesi bozulmuş. Ancak Hitler’in adım adım yükselişini gözlemlemek için birebir aynı zamanda. İlk eymelerini burada yapmış, ilk mahkümiyeti de yine Münih’teki bir yürüyüş sırasında olmuş. Sonra güçlenmiş, ilk toplama kampı olan Dachau’yu da buraya kurdurmuş. Dachau kampını daha sonra yazmak üzere konuyu kapatıyorum ama yola çıkmadan kampa gidişimizden bahsetmek isterim çünkü kampa giderken “Getürkt” yaptık. Getürkt maalesef bizim deyimimizle bir işi dandik yapmanın Almancası. Bizim araç 2 kişilik ama biz 3 kişiydik. Kamp 15km uzakta. Tren pahalı. Çözüm basit, araca getürkt’leme binme. Arabanın ön koltuğu 3’ledik. Zaten vites de otomatikti, bizim için sıkıntı olmazdı ayrıca araba da İtalya plakalıydı. Yani her rezilliğimizin gideceği adres belliydi. İşte bu yüzden ışıklarda bize gülen Almanlar’a bakıp biz de gülerekten: “İtalyanlara gülüyo mallar” dedik. Ancak polisten de acayip korkuyorduk çünkü cezası 500 euro civarı...O nedenle gözümüz yoldaydı. Bir ara polisi gördük 100 metre ilerde. Hemen birimiz arabadan inip yürüdü, biz de onu ilerde bekledik ve sonra tekrar aldık. Polizei’ı atlatmıştık. Kampı gezdikten sonra vedalaşıp bir dahaki sefere ne zaman, hangi koşullarda buluşabileceğimizi düşünerekten ayrıldık. Biz İtalya’ya dönerken “Getürkt” elektronik mühendisimiz, Münih otobüsüne yol aldı.

Dönüş yolunda şartlar dağlarda daha normaldi. Yalnız dönüşte bi meraktan Davos’a uğradık, temsili olarak düşmanı denize dökme benzeri : ” One minute” piyesi oynayıp, “Daha gelmem Davos’a” şiirini okuyup İtalya’ya döndük, pizzamızı kahveyle süsleyip gezimizi bitirdik.

Benden size bir tavsiye, yaşı genç olanlar yurt arkadaşlarını iyi seçsin, yaşı büyük olanlar da bizim rotayı hayatlarında bir kere de olsa geçsinler çünkü anlatılmaz manzaralar var. Herkese ortak mesajım ise Davos’a ben olsam da daha gelmem çünkü küçük İsviçre şehirleri çok sıkıcı...

1 comment:

Orcun said...

vay be 9 sene oldu mu yaw, hey gidi günler..
bu arada fatih akin "Getürkt" adli bi kisa filmde cekmis. merak ettim acaba nasil bisi :
http://www.imdb.com/title/tt0162345