Sunday, November 18, 2012

The Prize-Ganimet

Bir arkadaşımın tavsiyesiyle zamanında bir adama bulaştım ve dünyayı anladım. Giriş biraz iddialı gelebilir ama bu ismi siz de tanısanız hakverirsiniz. Kendisinin ismi Daniel Yergin. Bugün dışarıya çıkıp adım atıyorsanız ve eğer kapitalizm içerisinde öyle ya da böyle yer alıyorsanız (ki alıyorsunuz) bu isme aşina olun. Ben bugün yeni bir kitabını daha edindim ve hemen okumaya başladım: The Quest. Kendisi The Prize adlı eseriyle dünyayı sallamıştı, şimdi de devam ediyor. Dünya 100 yılda nasıl bu hala geldi bilmek isteyenler için. He biz olanı biteni bilsek de bilmesek de değişime katkımız olur olmaz orası ayrı ama bence herkesin başına gelenleri bilmek hakkı.

Eminim ki youtube'den vıdoları izlemek, okumaktan daha kolay gelir çoğumuza ama kitaplar da oldukça sürükleyici. Videolar da kısa sayılmaz ama güzel. İlk video burada:


Monday, October 22, 2012

B.R.D.

Son yazidan sonra Tukiye'de guzel isler yaptim, az biraz gaz da cikarttik. Donuste beni almaya gelecek helikopter bozulunca gemiyle karaya ciktim. Almanyaya gelip ofis islerini hallettikten 2 gun sonra tekrar tatil icin Turkiye'ye dondum. Tatil'de Izmir'de buyukleri ziyarete gitmisken bir arkadasimin orada oldugunu farkettim. Sans eseri onlar da Guney'e akiyorlarmis, atladim gittim. Zaten hayatim bir kucuk valiz degil mi benim? Yol uzerinde de Libya'ya transferimi ogrendim, umursamadim fazla. Bu isin icinde her yer var sonucta.
Cok efsane bir gezi yaptik Foca, Didim, Bodrum, Datca, Marmaris, Koycegiz, Kalkan, Kas, Antalya belli basli sehirler oldu ve aralarda da bir kac plaj gorduk. Ne guzel bir yer bu bizim vatan arkadas, inanilir gibi degil. Yurt disini gordukce ulkenin guzelligini ve bu guzelligi umursamayisimizi daha iyi anliyorum.
Derken tatil bitti Almanya'ya geldim. Tatil yazayim diyordum ama Libya isi cikinca Almanya yazmaya karar verdim.
Hazirliklari tamamladim, simdi kagit islerini bitirmek icin Turkiye'ye geri gidecegim. Almanya'ya elveda deme vakti geldi. Valizi toplamam sadece 53 dakika surdu. Neredeyse bir  yili bir saattten az bir zamanda toparladim. Son kez bi yuruyus yaptim etrafta. Duygularimi tarttim, fazla bir sey hissetmiyorum. Almanlari da tam cozmustum, sanirim anladilar ve beni yollamaya karar verdiler.
Simdi size ovgutto farkiyla "Almanlar'in sizden bir istekte bulunmasini nasil bertaraf edersiniz" tiyosu verecegim. Bilindigi gibi Alman'lar tutumlulukla pintilik arasindaki ince cizgide dansederler. Simdi bunlardan ikisi benden pulbiber istemisti. Alanya denen kucuk Alman sehrine gidip gelirken ogrenmisler. Daha onceden de baska bir tanesi Antakya biberi istemisti. Her gidisimde Almanlar bir seyler siparis etmeye dadanacak diye bir formul dusundum ve buldum. Adamlar'dan pulbiberlerin parasini almadim. O Almanlar'in mekanizma oyle bir dagildi ki bu olay karsisinda anlatamam. Adama hayatinda aile arasi Krismis kutlamasi ve dogum gunu disinda hediye alinmamis. Bana borclandilar ama borclanmak istemediler, ote yandan pintilik motorlari bedava urun aldigindan dolayi sevinc hormonu basti, ayni zamanda ezberleri bozuldu...vb. O "para istemez" dedigim anda beyin noronlarina asiri yuklenme oldu ve yuz kaslarini kontrol edemeyip Jim Carrey-Ahmet Kural arasi bir forma girdiler. Ama Almanlar'i asil bozan bildikleri-alistiklari duzen disinda ezber bozan bir cikisla karsilasmalariydi. Almanlar'in en gicik oldugu sey duzenlerinin ve aliskanliklarinin hicesayilmasidir. Bu duzen disinda yasayanlara fenalik edebilirler. Soyle bir gecen yuzyilin ortalarina gidersek ne demek istedigim anlasilir. Velhasilkelam, simdi adamlar bana hem borclu hissettikleri icin iyi davraniyorlar, hem Turkler yuce gonullu diyorlar hem de ayni hadiseyle karsilasmamak icin benden hic bir sey talep edemiyorlar.
Misal bi ev arkadasim var. Banyonun camini devamli acik tutuyor, ve isiticiyi kapatiyor. Ben de her defasinda cami kapatip isiticiyi aciyorum. Su an bu mucadelenin 2. haftasina girdik. Zaten evde de karsilasmamaya ozen gosteriyoruz. Buzdolabinda da onun sosislerine karsilik benim sucuklarim savasi var. Su an duzeni bozuldugu icin cildirdigina eminim, geceleri kapimi iceriden kilitliyorum. Adam sonucta  Alman. Bizde mesela "namusumla oynadin" raconu vardir onlarda da "duzenimle oynadin" raconu var gibi ve ben adamin duzeninin icine eden gocmenim su anda. Hic selam vermemeler, gulmemeler...Eski ben olsam belki takardim, yakinlasmaya calisirdim ama biz de artik cok insalar tanimisiz, yuregimizi yalnizlikla bilemisiz, Nihat Dogan style bir yasami secmisiz. Iste Alman dedigimiz insan tipi ortalama olarak budur. Siz o Erasmuslar'a gelen, Turkiye asigi Almanlar'i baz almayin. Ben oilfieldin icinden, dumduz Almanlar'dan bahsediyorum. Sonucta biz de klasik Turk'u temsil etmiyoruz cogu zaman.
He son bir not, Alman'ya gozumde asla bir Italya olmayacak. Misal Almanya'da bile Italyan restoranlarinda, bar ve kafelerinde saatlerce oturup Italyanlarla lak lak ettim ama hayatimin geri kalaninda bir Alman'la boyle bir diyalogum olacagini sanmiyorum. Daha da gelmem mecbur kalmazsam bu diyarlara.
Simdi Almanlar'i cozmenin hakli gururuyle ceketimi alip cikiyorum...TSCHUSS!

Tuesday, September 4, 2012

Ayarlicam Ben Onu

Yilin 200 gununde ancak evinde uyuyan bir insanin duzenli blog yazamamasindan dogal ne olabilir ki...Seyehatlar ve isler sirasinda olan enteresanliklari "bloga yazarim" durtusuyle yasamama ragmen, hic zaman ayiramadim. Yeniden form tutma cabalarim olacak elbette ama hayat artik cok hizli. Kendime kalan az zamanin cogunu saatlerce ve hatta gunlerce uyuyarak gecirmek, sadece tuketerek degerlendirmek istiyorum.
Karaburun aciklarinda, Turk Karasulari"nin hemen disinda bir platformdan yaziyorum. Offshore cok garip bir yer, ilk gelisim degil ama en uzun kalisim sanirim. Kimi platform otel gibi olsa da bu seferki daha cok yurt gibi. Oda paylasmaca-cekmeyen telefon hatlari-olmayan internet, gunlerce ayni yuzler...Insan hareket alaninin kisitliligindan bir sure sonra sIkintI duymaya basliyor. Aksamlari helikopter pistinin etrafinda yuruyus yapiyorum. Toplam 20 metre herhalde. Iste ozgurluk...Sahip olduklarima sukretmek icin o kadar cok firsatim oluyor ki.
Gelis-gidisteki helikopterin heyecani guzel ama...Bir de Istanbul'un uzerinden ucup gelmek.
Almanya'dan gelip havaalani degistirirken bir taksiye bindim. Baslarda akli basinda gorunen taksici uzun yolda acildi. Garip sorular, anlamsiz hikayeler anlatmaya basladi. Once insanin tanimadigi kisilerle samimiyetine hasret kaldigimdan cok sevindim. Dusunsenize, adini bile bilmediginiz bir adamla sohbet ediyorsunuz. Almanya'da olacak is mi bu? Derken kopruye geldik. Amca dedi ki: "3. ayda burada birisi intihar etti. Onumdeki taksiden indi. Ardina bile bakmadan, cek-yattan atlar gibi atladi". Sonra dikiz aynasindan uzgun gozlerle bakti ve ekledi:" Demek ki onun kaderinde boyle olmek varmis, benim kaderimde de donup kalarak onu durduramamak"...Cevap verdim:" Abi nasil durduracaktin ki?" Taksici abi ne dese begenirsiniz? "Carpmam lazimdi ona". Afalladim. "Adami sen mi oldurecektin? Bir de kendi basini yakacakmissin, iyi ki yapmamissin" dedim. Yillarin tecrubesi taksici abi biraz da alinarak atildi lafa: " Olur mu hic ya? Ayarlayacaktim ben onu, tik diye vuracaktim, bacaklarini kirip birakacaktim. Olmadi iste."
Bunun uzerine laf soyleyemedim. "Ayarlicam ben onu" diyarlarini ozlemisim. Hele bi baslayalim, kervan yolda duzulur, su akar yolunu bulur, her is olacagina varir...Insan ozluyor hep bunlari...

Tuesday, May 22, 2012

Parizyen'den Müjde

Cuma sabah 9'da telefon çaldı. Emir büyük yerden, saat 15'de Bremen'den uçağa binilecek, Diyarbakır'a gidilecek. Zaten hiç açmadığım bir valizim var. Biraz takviye yaptım. Yola koyuldum. Mevsim yaz, seyehat etmek daha az sıkıntılı. Böylelikle Vechta-Bremen-Paris-İstanbul-Diyarbakır-İstanbul-Amsterdam-Bremen-Vechta yolculuğum başlamış oldu. Batı'nın Paris'inden, Doğu'nun Paris'ine uzanan bu yolun en eğlenceli kısmı Diyarbakir'da çalışan gerçek Parizyen mühendisti. "Burası da Paris gibi" dediğim dakikadan, ayrıldığım dakikaya kadar dert yandı. Ben hep gavurları gözlemledim ama bizi gözlemleyen gavur da çok eğlenceliymiş. Özellikle arka taraftaki düğün salonundan havaya keleş sıkılınca sakince "camdan uzak dur" deyişindeki serinkanlılık beni aldı götürdü...Sonra da düğünlerde çalan müziklerdeki (özellikle zurna) titreşim efektini sordu bana. Hakikaten de doğu müziği çok titreşiyor, orada farkettim. 
Yabancı dil konuşanlara bakılıyor Diyarbakır'da. Parizyen kendisini orada sirk hayvanı gibi hissettiğini söyledi ve buna katılmamak mümkün değildi. Böyle oturduğumuz masanın yanına gelip bize bakan insanlar vardı. Bir de insanların trafikteki hal ve hareketlerine alışamadığını belirtirken şu cümleyi kullandı; "İnsanlar şehirde nasıl davranılacağını bilmiyor". Aslında bu bir şehrimize ait değil, genel olarak bizler şehirde nasıl davranılacağını pek kavrayamamışız gibi bir halimiz var. Buna rağmen insanların sıcaklığının-yardımseverliğinin Paris'e bin basacağını da söyledi. Zaten ünlü Türk misafirperverliği de bir gün ölürse, geriye pek bir şeyimiz kalmayacak gibi duruyor. 
Diyarbakır'ı bu güne kadar hep medyadaki olumsuz haberlerden tanıdım. Çoğumuz da öyleyizdir herhalde. Ancak medyadaki imajına kıyasla çok normal bir yer. Özellikle Orta Anadolu'nun insanın üzerine gelen tutuculuğunu görmedim. Ayrıca sırf kahvaltısı bile bir çok derdi unutturmaya değer. Aslında turizm potansiyeli de olan bir yer ama maalesef bu belki gelecekte olur. Araba ile geçerken sokakta 10-12 yaşlarında bir çocuğun elinde bir tabanca görmem dışında her şey normaldi. Bu hadise biraz aşırı ama şaşırtıcı mı? Zamanla daha az şeye şaşırır oluyorum.
Yemekler ise muhteşem. Öğle yemeğinde şirkete sipariş veriyoruz. Mumbar söyledim. Öğle yemeğinde mumbar yiyen adam Diyarbakir'lı arkadaşları çok şaşırttı. "Şefim bu öğleyin yenmez" dediler, haklılar ama kolay bulunan bir gıda değil. Fırsat olunca yemek lazım. İnşallah adımız öğle yemeğinde kol kadar bağırsağı yutan mühendis olarak kalmaz çünkü biraz iddealı kaçtı bu hareketim.
İşimizi yaptık, Almanya'ya döndük. Arada da İstanbul'da arkadaşları gördük kısa bir süreliğine. Güzel oldu ama hep dar zamanlar kalıyor sevdiklerime. Bazen de geniş zamanları olsun istiyor insan.




Almanya'ya döndük de oturduk mu? Tabi ki hayır. İş bu blogu Bavyera'nın kalbi Münih tren istasyonundan yazıyorum. Bir saat sonra hangi şehre hareket edeceğimin kararının verileceği bir telefonu beklerken. Bu akşam ya bir tren koltuğunda ya da bir otel odasında uyurum yani...Sağlıcakla!

Sunday, May 13, 2012

Ustalara Saygı

Arka direğe uzayan top, kalecinin topu alamaması, geriye kalesine dönerken ansızın gelen kafa vuruşu, nasıl olduğu anlaşılamayan kurtarış. Muslera bu topu çıkardığında aklıma hocası Taffarel'in UEFA finalinde çıkardığı top geldi. İtalyanlar der ki: "iyi kaleci en kötü beraberliktir" ve bazen beraberlik kupa getirir.

Sunday, April 22, 2012

Dış Mihrak

Sevgili Takipçiler,
Umarım herkes iyidir. Yağmura, sabah soğuklarına rağmen, bir bahar daha geldi. Bahar gelince arka bahçelerde mangal partileri başladı. Benim ev arkadaşı Sebastian da çağırmış bütün şirketi bizim eve. Alman olmasından mütevellit de bi 50 sosis ile 100 kadar bira almış. Gelenler de eli bos gelmeyince her yer içki oldu çıktı. Ben markette bulabildiğim 2 Efes'imi odama sakladım o ayrı. Tabi çokuluslu şirket olunca her kültüre saygılıyız. Arap camiası alkolsuz birası, helal eti ve helal et mangalıyla geldi. Mangal yakılacak olunca gözler bana döndü. Sen Türksün, sen yak diye doğulusu batılısı çevreledi etrafımı. Ben bu hünerimizin bilindiğini tahmin etmezdim. Geçtik işin başına, ikinci mangala da bi Cezayir'li geçti. "Ne yaparsam aynen yap, yaratıcı olma" dedim. Millet de acıkmış. Nereden baksan 20 kişi var, gözler üzerimde. Yine bayrağını göndere çektiren olimpik sporcu tribine girdim. Neyse kazasız belasız yaktık. Alevi başlatmak için bi gaz şişesi vardi, bitti. Yandaki Cezayir'li genç bira dökelim diye başladı. Bu arkadaş din konusunda biraz hassas ama artık içkiyi ne sanıyor bilmiyorum. Sanki bira değil ispirto içtiğimiz..."Sen faraşı getir" dedim. İnanın orada belki 15 milletten adam vardi, saç kurutma makinasından sonra en iyi mangal yelleyicinin faraş olduğunu bilen yokmuş. Verdim rüzgarı, verdim rüzgarı, odunlar çatır çatır yanınca alkış kıyamet aldı gitti. Çocuğa dedim "sen ağırdan at helal eti, önden domuzu verip tıkayalım, bizim ete çöker bunlar". Arapların bi hoşuna gitti, adeta ikinci Arap baharı yaşandı. Verdim domuz sosisini ateşe. Vay arkadaş, ne zor işmiş. Yıllardır mangalda 2 yüzeyi olan obje pişirmişim. Şimdi bu sosis bi tarafı pişiyor, yanı kalıyor, çeviriyorum, yuvarlanıyor. Bi de kıvamı nedir bilmiyorum, biraz mahvettik işi ama Batı'nın iştahını tıkamayı bildik. Sonra gelsin bizim kuzular, danalar...
Laf lafı açtı. Bi tane İngiliz sismik uzmanıyla konuşmaya başladık. Bu adamlar bugün burada, 3 gün sonra Afrika'da, haftaya Amerika'da çalışan, dünyayı yemiş bitirmiş adamlar. Hatta Diyarbakir'da defalarca işe gitmiş, Erzurum'da kayak yapmış falan...Ben burada Türk esnafa gidince üniversite mezunu olduğumuzu duyunca hemen oturtup çay ısmarlıyorlar(İyi okuyun, Kenny'i esnafa bağlıcam). Biraz eziklik var. Üniversite okuyan Türk burada hala milli gurur. Özellikle petrol endüstrisinde çalıştığımı duyunca çok büyük oranda duyduğum bi isyan var. "Irak'da, İran'da fışkırıyor, bizde olmaması mümkün değil. Nedir bu oyun?" şeklinde. Buradaki insanlar Almanya'ya gelme sebeplerinin ülkemizdeki ekonomik zorluklar olduğunu kabullenmekte güçlük çekiyorlar. Yani Türkler'in tribi genelde biz süper gücüz ama Batılılar bizi durduruyor, yoksa Almanya olmamız an meselesi boyutunda. Son dönem medyasında süper büyüyen ekonomi pompası burada karşılık buluyor gibi. Sebebi de inanmak istemeleri. 10 dakika konuşunca neden Türkiye Almanya olamaz diye anlatınca, ikna oluyor insanlar. Ama versen pompayı, uçup gitmeleri de işten değil. Neyse, esnafımızın sorularına kesin cevap vermek için ben de konuyu bu İngiliz uzmana açtım. Sismikçiler titreşim ölçünleriyle rezarvuar tahmini yapan adamlar. Tam bu işin adamları yani. Aynen sordum "Kenny, bu Irak'ta var, İran'da var bizde nasıl olmaz, biz milletçe isyandayız...Anlat" dedim. Biraz gülümsedi, "biz sizin sınırı ona göre çizdik, sizin G.Doğu Anadolu'da 30-40 yıl daha  maliyetini kurtaracak bir şey çıkmaz" dedi. O an şimşekler çaktı kafamda "Kenny bir dışmihraktı". Yıllardır soyut bir kavram olan dışmihrak ete kemiğe bürünmüş karşımdaydı. Şişeyi kafasında kırsam kırardım ama bu Kenny çok da iyi adam. Dış mihraka sempati duyduğum için kendimden de tiksindim...Buradan ovgutto okuyucuları bilsin ki petrol çıkarma teknolojisi gelişmezse veya petrol fiyatlarıcı iyice artıp, bugün karsız olan işler karlı hala gelmezse, biz bu geyiği çok yaparız. Kuyu kazılmış, üstüne beton atılmış hikayesi de budur. Bor konusunda bi uzman bulursam, onu da sorarım ama petrol-gaz budur. Dış mihraka da "çok götsünüz" dedim hepimiz adına ama herif İskoç'muş. "Biz değiliz de İngilizler göt, bizim de petrolü sömürüp zengin oldular" dedi. Anlaştık. 
Yazacak da çok şeyim birikmiş ama bu ibretlik öykü şimdilik hepimize yeter...
İyi pazarlar.

Tuesday, March 20, 2012

Sin City

Bu hafta bir milleti daha çözmenin haklı gururunu yaşıyorum. Evet, Almanlar'ı çözdüm. Sırf çözmeyeyim diye gözlerime uzun süre bakmıyorlardı ama çözdüm. Beklediğimden çabuk oldu. Şüphesiz diğer yabancı mühendislerle yaptığımız ofis dedikodularının çok faydasını gördüm. Bu yazı Almanların neden içe kapanık olduğunu, neden kendilerine benzemeyenleri öldürdüklerini, neden her şeyi kendileri ürettiklerini falan açıklayacaktı ama geçen hafta sonu Amsterdam'a gitmem Almanları deşifre yazısını başka bahara bıraktı.

Amsterdam'a ani bir kararla gittim. Zaten valiz hazır benim iş için. Bilet aldım, 1 saat içinde kendimi trende buldum. Amsterdam merkez istasyonunda elimde küçük bir valizle inip etrafa ilk baktığım an yine içimden o cümleyi söyledim: "Amsterdam sen mi büyüksün ben mi?" Tanımadığım bi yere ne zaman trenle gitsem ve küçük bir bavul taşısam, ilk indiğimde bu saçma cümle kafamdan geçiyor. Bir türlü vazgeçemedim şu lanet huyumdan. İki gün gezmeye geldik alt tarafı, sakin olmak lazımdı.

Zaten her şehre atar yapacan ama Amsterdam'a yapmayacaksın arkadaş. Amsterdam adamı harcar. Şehrin coğrafyası zaten manyakça. En yüksek rakım 1.5 metre. Sanat desen almış yürümüş, müzeler falan. Ama Amsterdam'ı Amsterdam yapan özgür düşünce, bireysel özgürlük. Zaten bu olunca bilim de sanat da uçuyor.

2 günde feleğim şaştı. 28 yaşında görece oturmuş bir karakterle gitmeme rağmen aklımı aldı. Herhalde ilk yurt dışına çıkışım falan Amsterdam'a olsa aklımı oynatırdım. Bak şimdi şu listeye bak: eşcinsellik, kumar, uyuşturucu, seks...Ben doğduğum toplumda kötü olarak ne bildiysem burada göz önünde. Yani bi Amsterdam züccaciyesine bardak almaya girsen adamı elinde bi cam penis bir de bongla uğurluyorlar. Hani sevgilinle kanal boyu yürüyüş yapmaya çıksan ister istemez camekanda striptiz yapıp, gülümseyen seks işçileri var. Sokakta sağlıklı bir koşuya çıkayım desen kafenin tekinden gelen ağır esrar dumanı var.
İnsanın her yerde kafasına kakılan saçma sapan ahlak kurallarını sorgulaması için süper bir yer. Düşünsenize yukarıda saydıklarımın olmadığı bir ülke var mı dünyada? Hepimiz biliyoruz ki yok. E biz salak mıyız da dünyanın nerdeyse tüm geri kalanı olarak bu işler bizde olmaz triplerine giriyoruz. 2 günde bir şey farkettim; dünyayı cehenneme çeviren Amsterdam'da serbest olan şeyler değil. Evlilik davetiyelerini dağıtırken gülümseyen eşcinsel çift, camekanda sigortalı soyunan hayat kadını, esrar içip mal gibi kuşlara bakan adam veya kumar makinasında oturan yaşlı teyze dünyayı kesinlikle zindan etmiyor insana...Pedofili sıkandalıyla sarsılan bir papalık, bütün mahallenin tecavüz ettiği kadın, sigortasız-kayıtsız alınıp satılan, dayak yiyen kadın...işte bunlar yeryüzünün cehennemleri. Bu arada belirtmek lazım ki Hollanda kişisel uyuşturucu tüketiminde dünyada 10. falan. Seksin yasallaşmasıyla kadın ticaretinin ve kadının fuhuşa zorlanması oranlarında büyük düşüş olmuş falan falan...
Bir garip istatistik de Avrupa'nın oransal olarak en büyük müslüman nüfusuna sahip olmaları. En yaygın erkek ismi Muhammed. Hoşgörüye hasta olmamak elde değil. Helal gıdanın dükkan komşusu Bob Marley kafe...

Biz de gittik kumarda kişi başı 8er Euro kaybettik. Artık derim para saçtım, yeri geldi bi gecede 8 Euro yedim diye. Kafamı bozdu bu Amsterdam işi. Liman şehirlerini hep sevmişimdir açık görüşlü olmalarından dolayı ama bu şehir ütopya gibi. Sözde değil özde "ne olursan ol yine gel." Sonunda insanın insanı sevdiği bir yer gördüm şu hayatta, mutluyum. İnsanın iki yüzlülük yapmadan ahlaklı olabileceği az yerden birisi.

Öte yandan da içim acıdı. Biz dinsiz diye adam yakarız, kadın-erkek eşitliğinde dünya 122.liğine gerileriz, özgür basın listelerinde dibe doğru çakılırız, işçimiz yanarak ölür ama kumar oynamayız, uyuşturucu kullanmayız, seks yapmayız, eşcinsel olmayız...
Neyse bu arada herkesin fotoğraf çektirdiği I amsterdam'ın küçüğünü buldum. Yine ovgutto farkıyla. Herkesin gittiği büyüğe değil bu küçük olana gidin. Daha bi cool ortam. Büyüğün kıçına başına tırmanan İspanyol-İtalyan burada olmuyor.

İşte bi de evler yatık ve küçük, kanalda yüzen evler var, şehrin her yeri aslında mühendislik harikası çünkü bir zamanlar deniz olan yerlerin üzerine harika binalar yapmışlar, 2. dünya savaşında 70000 Yahudi kamplara götürülmüş bu şehirden ve 61000'i ölmüş, her yıl kanallardan 20000 bisiklet toplanıyormuş (sarhoş olunca zevkine atıyorlarmış ve "Amsterdam'lı kendi bisikletini en az 2 kere satınalır" diyorlar), dünyanın ilk halka arz edilen şirketi burada ve geliri nufusa dağıtmayı yüzyıllar önce başarmışlar halka hisse satarak ha bir de çok ahlaksızlar.

Ben diyeceğimi dedim, isteyen gider-görür. Başka bir dünya sanırım mümkün...












Tuesday, March 13, 2012

Obing





Obing, küçücük bir köy. Otelin restoran-barında ardı ardına biralarımı yudumluyorum. Etrafım Bavyeralı Almanlar’la dolu. Ahşap tavan, ahşap masalar, soluk bir ışık. Biraları getiriyor garson ardı ardına, ta ki “dur” diyene kadar. Asla “dur” demiyorsunuz. Bu küçük köyde yapacak hiç bir şey yok. Kendimi iyiden iyiye Rodion Romanovich Raskolnikov gibi hissetmeye başlıyorum. “Ben burada ne yapıyorum?” Hiç bir ortak noktam olmayan bu insanların ortasında. Daha çok bira, daha çok bunaltı. Kafamı kaldırıyorum, hızlıca gözlerini kaçıran yereller. Köye gelen ve dillerini konuşmayan yabancı. Tek kelime etmeden saatlerce oturuyor. Klise çanı akşam 7:45’de vurmaya başlıyor. Bunaldım, dışarıya çıkıyorum. Sis çok kuvvetli, ışıklar solgun… Klisenin hemen yanında 1. Ve 2. Dünya Savaşı’nda ölen Obingli’lerin mezarları. İç sesim “giremezsin” diyor. Bu kafamıza garip düşünceleri sokuşturan beynin hangi kısmı acaba? Kapıya yürüyorum, 2 metre kadar girip geri dönüyorum. “Gereksiz” diyerek korkaklığı rasyonelize ediyorum gibi ama gerçekten de gereksiz. Mezarlığın diğer ucu kaldığım yere gitmiyor. Düşünüyorum, cesetler Türk’e bir şey yapmaz. Birinci Dünya Savaşında müttefik, İkinci’de nötraldik. Ama İngiliz falan olsam yanından bile geçmem. İç ses kayboldu, otele dönüyorum. Daha fazla dayanamayacağım, odama gidip Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir zamanlar Anadolu’da”sını izleyeceğim. Küçük yerler sıkıntılı, özellikle kimseyi tanımayınca…Yarın gidiyorum. Meraklı insanlar asla kim olduğumu öğrenemeyecek. Hiç birisiyle konuşmadım. Bugün de kendimi daha çok tanıdığım o yalnız günlerden biri olarak kalacak. Yalnızlıkta insan kendisini her zamankinden daha çok tanıyor ne de olsa. Düşünmeden edemiyorum yaşam amacımı böyle zamanlarda. Paralel bir evrende, küçük tostçu dükkanının önünü sulayan mutlu esnaf olabilir miyim acaba? Velinimetimiz olan müşteri için beklemede olmasaydık, bunların hiç birisini düşünemeyecekk ve yazamayacaktım. Rastlantılar ve hayat. 3 gün bekledikten sonra bu köyde, bugün iş iptal oldu. Yarın eve dönüş. Elvada Obing insanları. Sizlere üzüleceğim.

Tuesday, February 14, 2012

Yarı Gurbet

Sevgili Dostlar,
Soğuklarda hayatta kalma derdinden yazmayı unuttuk. Dünyanın çivisi ahlaken çıktı mı bilmem ama iklimen çıktı-çıkacak gibi. Havalar soğuyunca beni bir açlık korkusu aldı. Zaten yediğimiz patates Deutschland'da. Bizim Türk mühendislere ağladım canım sucuk istiyor diye. Sağolsunlar, bir kangal sucuk almışlar. İnsan dolabında sucuk olduğunu bildiği zaman hayattan korkmuyor. Sabah uyansa da, akşam işten geç gelse de, ekmek arası yapması gerekse de, ansizin bombardiman başlasa da...Hızlı, her derde deva, her daim güzel gıda. Sanmayın sucuk satan yer yok etrafta. O sıkıntı İtalya'da kaldı şükürler olsun. İlla ki memleketten arkadaş sucuk getırecek veya uzak bir Türk bakkala giden bulunacaktı. Sucuğu olanın davranışları değişecek falan. Ne zor zamanlardı. Mesela memleketten sucuk gelen Türkü bakışından tanırdın. Uzaktan gözlemleyince neşeli, coşkulu ama yanına gidip "nasılsın?" diye sorunca yerlere bakmalar, evine gideriz diye korkmalar. Almanya balon gurbet. Her şey var. İşte şimdi de zaman yok. Ben işten çıkınca adam kapatmış oluyor. Velhasılkelam, madem sucuğum var, yazayım dedim.
Bi de şu haberi izledim. Adamın hayatından bir sene yok yere gitmiş. Uzak bir hikaye mi? Bana hiç uzak gelmedi. Zamanında ben de alakam olmayan bir suç yüzünden ifade vermiştim. Hatırlamak bile istemediğim bir haftaydı ama çok şükür organize suçlar bürosu beni almadan ben gidip yerel bir karakolda ifade vererek atlattım. Hiç alakanız olmayan bir olayla ilgili sorgulanmak korkunç bir duygu. Bu haberdeki gibi sonuçlanmadığı için çok çok mutluyum. Hayat ülkemizde garip. Her şey ol ama talihsiz olma bizim ülkede...
Hatırlamak bile istemedim şimdi bu anımı. Geçeyim.
Neden Almanya'ya yarım balon gurbet dediğime gelince, market rafında Yeni Rakı ve ayran bulunan yere ben gurbet demem de ondan. Geçen 40 yılda buradaki Türkler gurbetin fiziksel yanını ortadan kaldırmışlar. Yani parayla satın alınabilen her şeyi burada varetmişler. Olmayan kısım ise duygusal mevzular. O kısım, gurbet kalmaya mahkum. Yani artık standart bir Alman süpermarketinde rakıdır, ayrandır, peynirdir var. Ama burada olmayan o rakıyı içince özlenenler olarak kalmış. Arkadaşlar, aileler, sıcak kanlılık, çocukluğun geçtiği sokaklar gibi. Bunlar da olacak işler değil zaten. Şimdi bizim Alman işçilerin bazıları o kadar soğuk ki ben bazen minimum insani ilişkileri kurmakta güçlük çektiğimi farkettim. Onlar çok soğuk (kaba diyebilirim hatta) davranıyorlar benim kriterlerime göre. Ben de aynen karşılık vereyim diyorum ama yapamıyorum. Yine de minimum bi sıcaklık var içimde bi yerlerde. Misal işe giderken sahada uzun kalacağımız için gofrettir, meyvedir alıyorum. Koyuyorum ortaya, canı çeken yesin diye. Başta kimse dokunmadı "yiyin" dememe rağmen. Sonra sonra baktım ufak ufak gofretten kemirmeye başladılar. İnşallah bir gün bu adamların da coşkuyla güldüklerini, bir file mandalinayla geldiklerini göreceğim. Onlar gibi ben davranamayacağıma göre, onların bana yaklaşmasını bekleyeceğim. İsterdim ki insan farklılılarıyla güzel falan diyeyim ama ben sevemedim bu 'seni tanımıyorum' duruşunu. Borç ver demiyoruz ki zaten birader, bi merhaba de yeter...Bu soğukluğun bence malum tarihi bir nedeni var, onu da başka sefere, daha çok gözlemden sonra tartışalım.
Şimdi yanlış da anlaşılmak istemiyorum.. Benim Alman arkadaşım da var, müdürüm de var. Mert olurlar, cesur olurlar, 1. Dünya Savaşı'nda omuz omuza çarpışmışlığımız da var üstelik...
İçliklerinizi giyin, üşütmeyin.

Sunday, January 29, 2012

Offshore-Kuzey Denizi















Sevgili Ovgutto Takipçileri,
Yeni yıl tüm bereketi ile üzerime çöktü. Önce offshore kursunda takla atan helikopterden çıkmaca ve gaz maskesı ile karanlık bir ofisten yangın anında kaçmaca eğitimleri aldıktan sonra, gerçek bir offshore platformuna adım attım. Offshore hayatı biraz sıkıcı. 4 katlı bir apartman dairesinde ömür geçirmek gibi. İnternet çok sınırlı, telefonlar çekiyor çekmiyor. TV kanallarının hepsi Almanca. Apartmandan çıkıp sahaya inince ise her şey yasak. Yanınıza ne telefon alabiliyorsunuz ne de internet. İşler ise maliyetlerden dolayı her zaman mükemmel gitmek zorunda. Her şeye rağmen ilk maceram iyi gitti. Ekipte bir Rumen, bir İskoç, bir Polonyalı ve 2 Alman vardi. Yine İskoç çok kafa çıktı. Herhalde şimdiye kadar çalıştığım milletler arasında İskoçlar favorim. Kuzey insanı gibi değiller ve çok iyi bir espiri anlayışları var. İngilizleri sevmediklerini her yere sıkıştırmaları da ayrı bir keyif...Bu İskoçyalı devamlı Polonyalı'yı Almanlara karşı doldurdu. "Ülkeni bombalayıp, insanlarına tecavüz ettiler" cümlesini 10 kere duymuşumdur. Alman işçilerle aramız da iyiydi ama tanıştırdıkları herkese "Türk mühendis" olarak taktim etmeleri biraz canımı sıktı. Gerçi offshore sıkıntısından normalde Almanlarla konuşmayacağımız bi sürü şeyi de konuştuk. Bir ara Nazilerden bile bahsettik. Genelde her akşam bir Nazi belgeseli var TV kanallarından birinde ama pek konuşmuyorlar gibi, özellikle yabancılarla. Konuyu onlar açınca ben de ne diyeceğimi bilemedim. Zaten bir tanesi de utanıp ayrıldı...Biz de konuyu kapattık.
Ne ilginç ki yine İskoçya'lı petrollerinin Londra olimpiyatlarına gittiğinden dem vurup "ayrılmalıydık ama artık çok geç" dedi. Almanlar'dan birisi de öteki doğu Alman olduğu için, "hapishanede yaşadı bunlar, sonra özgür oldular" falan dedi. Her yerde insanın insana uyguladığı ötekileştirmeyle karşılaşmak gerçekten çok ilginç. Daha önce Norveçi 'de olanı da yazmıştım. İnsan insanı kolay sevemiyor ama bizdeki kadar da kolay öldürmüyor sanırım.
Size Hollanda-Almanya-Norveç'ten bir kaç fotoğraf koyaraktan uzaklaşıyorum. Maalesef platformda ve eğitimlerde gerek yasaklardan gerek yoğunluktan fazla fotoğraf çekemedim...Sadece bir mankene kalp masajı yaparken ve hayat öpücüğü verirken kaydım var, o da anlamsız...

Sunday, January 1, 2012

Yilbaşı Kutlamaları

Bana biraz enteresan geldi kullanılan patlayıcı miktarı. Saat 23:55 sularında bır yerde mahsur kaldık çünkü her tarafta bir şey patlamaya başladı.
Kendimi adeta bir savaş sahnesinde hissettim.