Tuesday, March 20, 2012

Sin City

Bu hafta bir milleti daha çözmenin haklı gururunu yaşıyorum. Evet, Almanlar'ı çözdüm. Sırf çözmeyeyim diye gözlerime uzun süre bakmıyorlardı ama çözdüm. Beklediğimden çabuk oldu. Şüphesiz diğer yabancı mühendislerle yaptığımız ofis dedikodularının çok faydasını gördüm. Bu yazı Almanların neden içe kapanık olduğunu, neden kendilerine benzemeyenleri öldürdüklerini, neden her şeyi kendileri ürettiklerini falan açıklayacaktı ama geçen hafta sonu Amsterdam'a gitmem Almanları deşifre yazısını başka bahara bıraktı.

Amsterdam'a ani bir kararla gittim. Zaten valiz hazır benim iş için. Bilet aldım, 1 saat içinde kendimi trende buldum. Amsterdam merkez istasyonunda elimde küçük bir valizle inip etrafa ilk baktığım an yine içimden o cümleyi söyledim: "Amsterdam sen mi büyüksün ben mi?" Tanımadığım bi yere ne zaman trenle gitsem ve küçük bir bavul taşısam, ilk indiğimde bu saçma cümle kafamdan geçiyor. Bir türlü vazgeçemedim şu lanet huyumdan. İki gün gezmeye geldik alt tarafı, sakin olmak lazımdı.

Zaten her şehre atar yapacan ama Amsterdam'a yapmayacaksın arkadaş. Amsterdam adamı harcar. Şehrin coğrafyası zaten manyakça. En yüksek rakım 1.5 metre. Sanat desen almış yürümüş, müzeler falan. Ama Amsterdam'ı Amsterdam yapan özgür düşünce, bireysel özgürlük. Zaten bu olunca bilim de sanat da uçuyor.

2 günde feleğim şaştı. 28 yaşında görece oturmuş bir karakterle gitmeme rağmen aklımı aldı. Herhalde ilk yurt dışına çıkışım falan Amsterdam'a olsa aklımı oynatırdım. Bak şimdi şu listeye bak: eşcinsellik, kumar, uyuşturucu, seks...Ben doğduğum toplumda kötü olarak ne bildiysem burada göz önünde. Yani bi Amsterdam züccaciyesine bardak almaya girsen adamı elinde bi cam penis bir de bongla uğurluyorlar. Hani sevgilinle kanal boyu yürüyüş yapmaya çıksan ister istemez camekanda striptiz yapıp, gülümseyen seks işçileri var. Sokakta sağlıklı bir koşuya çıkayım desen kafenin tekinden gelen ağır esrar dumanı var.
İnsanın her yerde kafasına kakılan saçma sapan ahlak kurallarını sorgulaması için süper bir yer. Düşünsenize yukarıda saydıklarımın olmadığı bir ülke var mı dünyada? Hepimiz biliyoruz ki yok. E biz salak mıyız da dünyanın nerdeyse tüm geri kalanı olarak bu işler bizde olmaz triplerine giriyoruz. 2 günde bir şey farkettim; dünyayı cehenneme çeviren Amsterdam'da serbest olan şeyler değil. Evlilik davetiyelerini dağıtırken gülümseyen eşcinsel çift, camekanda sigortalı soyunan hayat kadını, esrar içip mal gibi kuşlara bakan adam veya kumar makinasında oturan yaşlı teyze dünyayı kesinlikle zindan etmiyor insana...Pedofili sıkandalıyla sarsılan bir papalık, bütün mahallenin tecavüz ettiği kadın, sigortasız-kayıtsız alınıp satılan, dayak yiyen kadın...işte bunlar yeryüzünün cehennemleri. Bu arada belirtmek lazım ki Hollanda kişisel uyuşturucu tüketiminde dünyada 10. falan. Seksin yasallaşmasıyla kadın ticaretinin ve kadının fuhuşa zorlanması oranlarında büyük düşüş olmuş falan falan...
Bir garip istatistik de Avrupa'nın oransal olarak en büyük müslüman nüfusuna sahip olmaları. En yaygın erkek ismi Muhammed. Hoşgörüye hasta olmamak elde değil. Helal gıdanın dükkan komşusu Bob Marley kafe...

Biz de gittik kumarda kişi başı 8er Euro kaybettik. Artık derim para saçtım, yeri geldi bi gecede 8 Euro yedim diye. Kafamı bozdu bu Amsterdam işi. Liman şehirlerini hep sevmişimdir açık görüşlü olmalarından dolayı ama bu şehir ütopya gibi. Sözde değil özde "ne olursan ol yine gel." Sonunda insanın insanı sevdiği bir yer gördüm şu hayatta, mutluyum. İnsanın iki yüzlülük yapmadan ahlaklı olabileceği az yerden birisi.

Öte yandan da içim acıdı. Biz dinsiz diye adam yakarız, kadın-erkek eşitliğinde dünya 122.liğine gerileriz, özgür basın listelerinde dibe doğru çakılırız, işçimiz yanarak ölür ama kumar oynamayız, uyuşturucu kullanmayız, seks yapmayız, eşcinsel olmayız...
Neyse bu arada herkesin fotoğraf çektirdiği I amsterdam'ın küçüğünü buldum. Yine ovgutto farkıyla. Herkesin gittiği büyüğe değil bu küçük olana gidin. Daha bi cool ortam. Büyüğün kıçına başına tırmanan İspanyol-İtalyan burada olmuyor.

İşte bi de evler yatık ve küçük, kanalda yüzen evler var, şehrin her yeri aslında mühendislik harikası çünkü bir zamanlar deniz olan yerlerin üzerine harika binalar yapmışlar, 2. dünya savaşında 70000 Yahudi kamplara götürülmüş bu şehirden ve 61000'i ölmüş, her yıl kanallardan 20000 bisiklet toplanıyormuş (sarhoş olunca zevkine atıyorlarmış ve "Amsterdam'lı kendi bisikletini en az 2 kere satınalır" diyorlar), dünyanın ilk halka arz edilen şirketi burada ve geliri nufusa dağıtmayı yüzyıllar önce başarmışlar halka hisse satarak ha bir de çok ahlaksızlar.

Ben diyeceğimi dedim, isteyen gider-görür. Başka bir dünya sanırım mümkün...












Tuesday, March 13, 2012

Obing





Obing, küçücük bir köy. Otelin restoran-barında ardı ardına biralarımı yudumluyorum. Etrafım Bavyeralı Almanlar’la dolu. Ahşap tavan, ahşap masalar, soluk bir ışık. Biraları getiriyor garson ardı ardına, ta ki “dur” diyene kadar. Asla “dur” demiyorsunuz. Bu küçük köyde yapacak hiç bir şey yok. Kendimi iyiden iyiye Rodion Romanovich Raskolnikov gibi hissetmeye başlıyorum. “Ben burada ne yapıyorum?” Hiç bir ortak noktam olmayan bu insanların ortasında. Daha çok bira, daha çok bunaltı. Kafamı kaldırıyorum, hızlıca gözlerini kaçıran yereller. Köye gelen ve dillerini konuşmayan yabancı. Tek kelime etmeden saatlerce oturuyor. Klise çanı akşam 7:45’de vurmaya başlıyor. Bunaldım, dışarıya çıkıyorum. Sis çok kuvvetli, ışıklar solgun… Klisenin hemen yanında 1. Ve 2. Dünya Savaşı’nda ölen Obingli’lerin mezarları. İç sesim “giremezsin” diyor. Bu kafamıza garip düşünceleri sokuşturan beynin hangi kısmı acaba? Kapıya yürüyorum, 2 metre kadar girip geri dönüyorum. “Gereksiz” diyerek korkaklığı rasyonelize ediyorum gibi ama gerçekten de gereksiz. Mezarlığın diğer ucu kaldığım yere gitmiyor. Düşünüyorum, cesetler Türk’e bir şey yapmaz. Birinci Dünya Savaşında müttefik, İkinci’de nötraldik. Ama İngiliz falan olsam yanından bile geçmem. İç ses kayboldu, otele dönüyorum. Daha fazla dayanamayacağım, odama gidip Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir zamanlar Anadolu’da”sını izleyeceğim. Küçük yerler sıkıntılı, özellikle kimseyi tanımayınca…Yarın gidiyorum. Meraklı insanlar asla kim olduğumu öğrenemeyecek. Hiç birisiyle konuşmadım. Bugün de kendimi daha çok tanıdığım o yalnız günlerden biri olarak kalacak. Yalnızlıkta insan kendisini her zamankinden daha çok tanıyor ne de olsa. Düşünmeden edemiyorum yaşam amacımı böyle zamanlarda. Paralel bir evrende, küçük tostçu dükkanının önünü sulayan mutlu esnaf olabilir miyim acaba? Velinimetimiz olan müşteri için beklemede olmasaydık, bunların hiç birisini düşünemeyecekk ve yazamayacaktım. Rastlantılar ve hayat. 3 gün bekledikten sonra bu köyde, bugün iş iptal oldu. Yarın eve dönüş. Elvada Obing insanları. Sizlere üzüleceğim.