Amsterdam Schiphol havaalanından yola çıkıp
Taksim’deki oteline gidecek ve aşağı yukarı bir gününü ele alacağımız
Hollandalı karakterimizin adı Bas van Dutch olsun. Aslına bakarsanız eğitim
durumu ve mesleği de çok önemli değil çünkü temel eğitimin başarılı olduğu bir
ülkede yetişmesi nedeniyle, eğitim durumu ülkemizdeki kadar kritik bir anlam
ifade etmiyor kavrayışın gelişimi açısından. Beraber çalıştığım, top oynadığım,
ailesiyle tanıştığım, kilometrelerce yol yapıp, bir şeyler öğrendiğim,
öğrettiğim, tartıştığım, eğlendiğim insanların bir ortalaması hayal ürünü bir
karakter olsun. 34 yaşında, 1.88 cm boyunda, 85 kg. Düz, arkaya taranmış sarı saçları
var, yüzü traşlı. Bisiklete biner, top teper, kanallarda küçük teknesini
yüzdürür ve Almanları sevmez. En sevdiği topçu Rijkaard'dır. İngilizce, Almanca
ve Dutch konuşur. Tekno müzik hastasıdır. Temel Hollanda insanı bilginiz yetersizse önce şuraya gözatabilirsizniz.
Bas uyandı yüzünü
yıkadı. Hafta sonu kızlı erkekli arkadaşlarıyla evin rabıtalarını değiştirme
işini tamamladıkları için kasalarca birayı gömmüşlerdi. Akşamdan kalmalığı
atmak için duşa girdi. Saat 09:00 idi ve 13:00’de uçağı vardı.
Türkiye’ye en son
2000 yılında Delft’de okurken gitmişti. Üniversiteler o zaman bir yıl izin alıp
gezmeye çıkan öğrencilerine burs vermeyi sürdürüyordu. ‘'Şimdiki nesiller o
kadar şanslı değil’’ diye düşündü. Eski Hollanda’ya hafif bi özlem duydu. Sonra
aynada kendine bakıp: ''güzel olan sen değil, o günlerdi’’ dedi. Duşunu alıp
çıktı, saçına kilolarca jöle vurup geriye taradı. Giyindikten sonra Golden cinsi
köpeğini bahçeye saldı, kız arkadaşı hala uyuyordu.
Batının ahlaksızlığını
almasına bile gerek yoktu çünkü orjinal bir batılıydı ve o yüzden 9 yıldır
beraber yaşadığı kız arkadaşıyla evlenmemişti. Kız arkadaşını liseden beri
tanıyordu ama o zaman birlikte değillerdi. Ara sıra marihuana içerlerdi ama
üniversite yılları başlayınca bunu da bıraktılar. Sonuçta ne turist, ne liseli
ne de evsizdiler. Bir hevesti geçti gitti. Hatta o yıllarda kızarkadaşı başka
bir arkadaşıyla takılıyordu ama aşırı derecede domuz eti tükettiği için bunun
bir önemi yoktu bugün. O kadar domuz eti yemişti ki neredeyse kız arkadaşını
olmayan çocuklarının anası, namusu, bir kadından öte insan olarak bile görüyor
olabilirdi.
Öte yandan ne
anası ne de kayınvalidesi yapmayı düşündükleri çocuğu kakalayabilecekleri bir
kapı olarak görünmüyordu gözüne. Anne bile diyemediği bu kadından ne bekleyebiirdi ki? Zaten kendisi haftada 35 saat çalışmanın yükü
altında eziliyor kız arkadaşı da 3 gün çalışması yetmiyormuş gibi yerel çim
hokeyi liginde iddialı bir takımın koçluğunu yapıyordu. Bir keresinde akşam
yemeğinde çocuğu iteleyebilir miyim diye ebeveynlerinin ağzını aramış, 9 birayı
çoktan gömmüş olan babası % 40 vergi ödediğini, devletin bakması gerektiğini
ağzından kaçırıvermişti. Sonuçta Bas’ı bile babası atmıştı 19 yaşında sokağa ve
Bas ne yapacağını bilmez halde ülkenin en prestijli okullarından birinde
okuyuyup mühendis olmak zorunda kalmıştı. O da yetmemiş devletin bursuyla
İsyanya-İtalya-Hırvatistan-Yugoslavya-Yunanistan-Türkiye gezisine çıkmak
bahtsızlığına itilmişti. Hatta döndğünde okulu bırakıp tesisatçı olarak para
kazanmayı da düşünmüştü ama artık eski tip Hollanda evleri çok yapılmadığı için
ve o da tek düze apartman tesisatçılığını heyecanlı bulmadığı için okula devam
etmişti. Her neyse, zaten BMW’si steyşın vagon bile değildi. Çocuk işi yaştı
yani…
Buz dolabını
açtı, dilimlenmiş ekmeğinin üzerine tereyağı sürdü, biraz peynir biraz salam
koydu, yanına 1 litre süt açtı. Bunu bitirince de bu sefer ekmeğe çikolata sürüp
onu yedi. Dün çakal arkadaşları getirdiklerinden çoğunu yemişlerdi ve bu bariz
sinir bozucuydu. Kendisini bildi bileli yediği kahvaltı buydu zaten. Adeta
refleksmişçesine bitirdi yemeği. Bu yarı iş yarı eğlence dolu yolculuğa
çıkmadan isterdi ki karısı kalksın iki yumurta kırsın. Ama düşünemezdi bile.
Deri valizini aldı, vurdu çıktı kapıyı.
Bisikletle bastı
gitti istasyona. Oradan da trenle havaalanına. Bilete baktı, Türk Hava Yolları’nın
kapısına yollandı. Vay babam vay, zaten kapı kendini belli etmiş. Memlekete giden
Türk şımarıklığı kavramı Bas’ın gözlerinin önünde. Mapustaki son saatlerini geçiren
mahkum heyecanındaki yetişkinler, memleketindeki fındık bahçelerini anlatan
Karadenizliyle, kayısı bahçelerini anlatan Kayserili’nin muhabbeti, ağzı koli
bandıyla bantlanmış Hollanda peyniri dolu çöp poşeti taşıyan teyzeler, enerji
patlamasıyla sarsılan ve Usain Bolt’un rekoruna göz dikmişçesine koşan küçük
veletler… Kesin doğru kapıda. Bir ara ülkücü çetelerle ilkokulda kendisini
döverek kurt işareti yaptıran sınıf arkadaşı Mehmet’i görür gibi oldu. 4
çocuğunu bağırış çağırış oturtmaya çalışan Mehmet’in yanına gidip muhabbet
edecek bir kültürden gelmediği için devam etti. Aynı zamanda Mehmet onu görse
kesin gelip çocuklarına: ‘’biz bunları ne döverdik aq’’ diyecek ve geçen 25
yılda taksi filosunu nasıl büyüttüğünü anlatacağından neredeyse emindi.
Açtı kitabını,
kapı açılınca bindi. 24 B’ye oturdu.
Koltuk aralıkları 1.70’e gore dizayn edildiği için bacakları sığmadı.
Şirketinden KLM uçuşu istemiş olsa da pinti şirketi onu bu uluslararası uçuşta
THY’ye koydu. Gönül isterdi ki bileti alan sekretere bi email döşesin ve cc’ye
kendi müdürlerini de koysun, cümle alem görsün onun taşşaklılığını. Kendisine güveni de tamdı esasında ama insanların ağzına mail yoluyla sıçma teknoloşisi henüz yaygın değildi. Daha çok iletişim amaçlı kullanılan bir metoddu.
Hostes acil çıkış
kapısını tıkayan 500 kilolık teyzeyi kapının önünden kaldırmak için konuyu
dolandırarak onu oradan kaldırmak istiyor şimdi. Teyze de ısrarla kalkmıyor.
Dualarıyla uçakta acil bir durum olmayacağının teminatını veriyor. Bas teyzeye
neden şişman olduğu için orada oturamayacağının bir türlü söylenememesini
anlayamıyor. Niçin 10 kelimeyle anlatılacak bir şey 100 cümleyle anlatılamaz ve
içinden çıkılamaz bir hal alır? Sonunda teyze bağıra çağıra asla resmiyete
dökmeyeceği şikayet tehditleriyle kalkıyor. Bas da fırsattan istifade kapı önüne
geçmeyi kabul ederek teyzeyle yer değiştiriyor. Artık bacakları rahat.
Nihayet bağırış,
çağırış ve kaos yerini küçük dudak kıpırdamalarıyla dualara bırakırken, Bas da
içsel huzuruna kavuşuyor. Ancak bu sessizlik çok uzun sürmeyecek. Bas uçak
havalandıktan kısa bir sure sonra ayakkabılarını yeni çıkardığı sırada yandan
ilk yoklama atışı geliyor: ‘’yolculuk nereye?’’. Bu ne biliyonuz mu? Bu
efelerin dağdaki çatışmalarda düşman kuvvetlerinin sayı ve yeteneğini anlamak
için yaptığı test atışı. Cevap gelecek 3.5 saatlik vuruşma için çok kritik. Bas
yıllarca denizcilik ve tüccarlık yapmış bir ecdadın torunu olduğu için bu ilk
atışa sempatik cevap veriyor. O an hayal ettiği ve akşamdan da kalma olduğu
için ona ilaç olacak uykuyu bir anda feda ettiğinin bilincinde olamayacak kadar
naifçe: ‘’İstanbul ya siz?’’ diyor. Kavga İsanbul dediğinde kaybedilmiyor da
‘’ya siz’’i eklediğin anda bitiyor. Şimdi Çakırcalı kızanlarıyla üstüne çökecek
Bas.
Muhabbet ana
hatlarıyla Ahmet Bey’in nasıl başarılı bir iş adamı olduğu, ne kadar çok para
kazandığı üzerinden yürüyor. Tabi ki Bas kendisinden böyle bahsetmekten
utandığı için oldukça ezik bir imaj çizmek zorunda kalıyor. Ahmet diyor ki: ‘’
Valla Hollanda’yı sevmiyorum, ben Mercedes alıyorum, işçimde de Mercedes var.
Ben bi restorana gidiyorum, ustabaşı da orada. Türkiye öyle mi, çalışanı
ödüllendiriyor. Arabamı restoranın önüne çekiyorlar, en kral masayı veriyorlar,
insan riskinin karşılığını alıyor’’. Bas çocukluğundan beri bambaşka bir ideale
inanmış. Anlatıyor falan sosyal devleti. Ahmet diyor "ben de sosyal demokrata
basıyorum Hollanda’da o ayrı’’. Bu arada uçaktaki yemekten kalanları Bas çantasına dolduruyor. Ahmet kafasını diğer tarafa çeviriyor.
Derken Ahmet, arabasıyla bırakmayı teklif
ediyor Bas’ı gideceği yere. Bas seyehat rehberlerinde bu tarz tekliflerin
riskli olabileceğini okumuş ama yine de insanlara ilk tanışıldığında yüksek
kredi verilen bir kültürden geldiği için bu teklife sıcak bakıyor. Üstüne de
Hollanda hesapçılığı biniverince olur diyor.
İnince Ahmet
arabaya yürümeden Bas’a çay içmeyi teklif ediyor Atatürk Havaalanında. Bas 7 TL çay fiyatını görünce
‘’ben istemiyorum ama otururum’’ diyor. Ahmet, Bas’ı fakir sanıp acıyor. ‘’Ben
alayım sana’’ diyor. Gidiyor tost simit getiriyor. Bas da sırıta sırıta yiyor.
Zaten kılığı da pek hırpan bu Bas’ın. Kot tshirt bi de deri mont giymiş. Sonra
garajdaki arabaya yürüyüp dalıyorlar şehre. Yolda Ahmet İstanbul’un nasıl
geliştiğini falan anlatıyor. Bu arada bildiğin araba asfaltın üzerinde 15
dakikadır duruyor çünkü gelişen muhitte normal olarak araba ilerlemez. Bas
normalde bu sürelerde Hollanda’dan çıkıp Belçikayı falan geçiyor neredeyse ama
demek ki kırlık yer olunca hızlı gidiliyor. Bizde gelişmiş şehir mi var aq
diye düşünüyor. Neyse, 3-4 saat gibi bi süre sonra otele varıyorlar. Yolculuk beleş
olduğu için Bas çok üzülmüyor. Üstelik de Ahmet kendisine seçim dönemi
olduğundan bazen yolların kapatıldığını, miting meydanı, milli irade vb
kavramlarıyla demokrasi 101 crash course veriyor. Bildiğiniz gibi Hollanda bir
krallık çünkü. Olur böyle tıkanmalar trafikte, halk sandıkta geçiş üstünlüğüne
karar verir. Ahmetle vedalaşıp otele giriyor.
Otele adımını
atar atmaz bell boy’dan lobiye bir muamele ki güya yüzlerce yıldır tüccarlık
yapanlar Baslar değil de bizimkiler. İnsan kendisini rock star sanacak. Bas’la
bell boy arasında valiz taşıma sürtüşmesi yaşanıyor. Bas valizi hiyerarşiye
alışık olmadığından vermek istemiyor. Bell boy da bahşiş alacağını sanarak
asıldıkça asılıyor. Sonunda Bas bırakıyor da çocuk taşıyor. Tabi ki Bas’dan üç
kuruş bahşiş çalışmıyor. Çocuk lobiye dönünce yapıştırıyor arkadaşlarına:
‘’yavşak sarı bahşiş vermiyor gençler, hiç kasmayın. Biliyordum ya Hollandalıdan
iş çıkmaz, bi bakayım dedim’’ Kapıcı çocuk Sultanahmet ‘den yetişme zaten. 6
dili yazamadan konuşuyor, gözler para detektörü…
Bas otel
yemeklerinin fiyatı çok olunca Beşiktaş’a iniyor. Taksi çağıralım diyorlar,
yürümeyi seçiyor esnaf düşmanı namussuz. Oralarda bi sürü ucuz şey bulup yiyor.
Beşiktaş da gelişmiş son gelişine göre yine ama o kadar da değil. Zaten Bas
fazla gelişmemiş semtlerini seviyor İstanbul’un. Esnaftan bir iki kendisini kertmeye
çalışıp az para üstü veren vb çıkıyor ama yabancı olması aptal olmasını gerektirmediği için fark ediyor. Sonra bira içmeye Taksim’e
gidiyor taksiye atlayıp. Tabi ki taksici 50 Lira alıp 5 Lira aldığını iddea ediyor, tartışıyorlar.
O görmeyeli
istiklal baya gelişmiş. Ağaçları sökülmüş, eskiden kalabalık olan bazı
sokaklarında hayat kalmamış en güzeli de meydana tertemiz bi beton atılmış. Bas
ilk kez bu kadar geniş bir alanın betonlandığını görüyor. Malum Hollandalı, 10
metrekare toprak için yüzyıl çırpınan fukaranın memleketi.
Gezip tozarken
saatin bir hayli ilerlediğini farkediyor. Yol kenarındaki çakma saat
satıcısından iki tane Tissot alıyor arkadaşlarına vermek için. Sonra
gerisingeri otele.
Lobide aynı
toplantı için geldikleri Luigi ve saat 22:00’de İtalyan meslektaşının
muhabbetinden ve ses yüksekliğinden baymış ve uyumaya gitmek üzere olan
Rudolf’u görüyor. Yanlarına yürürken Mohammed selam veriyor. Mohammed’e
Arabistan dışında rastlamak büyük nimet çünkü biliyor ki gece olunca Mohammed
fütursuzca tekila ısmarlar. Sandalyesini çekiyor, diğerleri yemek yerken dışarıda
akşam yemeğini ucuza kapatmış olmanın mutluluğuyla oturuyor. Hem zaten 6 çeşit
kebap ısmarlamış olan Mohammed az sonra doğunun o tüm verimkarlığıyla kendisini elleriyle de besleyecek...Günün sonunda bu kadar az para harcamış olmanın büyük ferahlığıyla
kafasını koyduğu an uyuyacak olmanın dayanılmaz hafifliğiyle sohbete giriyor:
‘’Nasıl buldunuz Türkiye’yi? Çok gelişmiş değil mi?’’ Cevap Mohammed’den
geliyor: ‘’Bence Riyad daha gelişmiş’’
Aha işte bu esnaf düşmanı Bas
dünyayı böyle böyle geziyor hem de itoğlusunun Hollanda kanallarında yüzdürdüğü
bir küçük teknesi bile var...