Geldim
geleli bi çok blog görüyorum ‘’Türkiye’yi neden terkettim’’ ve ‘’Turkiye’ye
neden geri döndüm?’’ ekseninde. Çoğunu da okudum ve bu konuda racon kesebilecek
bir isim olduğumu düşündüğüm için bir şeyler yazayım dedim. Racon kesebilirim
çünkü 7 yıl yurt dışında yaşadım. Üstelik de bu tecrübenin hepsini Batı’da
değil, Afrika ve Orta Doğu’da da edindim.
Önce
şunu bi koyayım ortaya, Türkiye ile Batılı bir ülkeyi kağıt üzerinde
karşılaştırdığımızda Türkiye hep kaybeden taraf oluyor, bu aşikar. Ancak unutmamak
gerekir ki ben Uganda’da iken bile Türkiye’den daha rahat yaşıyordum. Çünkü
bulunduğum ülkenin sorunları beni asla Türkiye kadar ilgilendirmiyor oluyordu. Tabir
yerindeyse, tamamen ekmeğimin peşindeydim. Sorunlara duyarsız kalmak daha kolay
oluyordu. Yok muydu Norveçli’nin sorunu? Olmaz mı, sapır sapır intihar ediyodu
adamlar ama derinlemesine düşünmüyordum. Bu, ülkeden bağımsız yurt dışında
yaşamanın bir avantajı. Bu nedenle karşılaştırma Türkiye yerine, doğduğum yere
neden döndüm-doğduğum yerden neden gittim ekseninde yapılırsa daha objektif
olunacağı kanısındayım. Yoksa benim M.I.T. mezunu olup Tanzanya’ya dönen
arkadaşım da var. Bakınca ABD’de kalması daha mantıklı geliyor ama çocuğu
dinleyince hak veriyorum. Yurt dışının rahatlığı sizin asıl yaşam alanınız
olmamasından, ‘’benim bölgem değil’’ kafasından. Sessiz kalmak çok daha kolay
çoğu zaman. Suudi Arabistan’da beni aile günü diye alışveriş merkezine
almadıklarında arkamı dönüp başka yere gittim. Ama Türkiye benim asıl yaşam
alanım. Bölgeme işerseniz, ben de üzerine işeme ihtiyacı duyarım. 7 yılın
ardından doğduğum yere, anadilini konuştuğum yere dönmekte sayısız güzellik de
buldum. İnsanın memleketi çocukluğudur. Ben resmen çocukluğuma döndüm. Etrafım
bildiğim insanlarla dolu, bu da başlı başına bir konfor.
Hollanda
adetiyle Kadıköy’de insanları selamlayıp, gülümseyerek dolaşıyorum. İnsanlar ya
gıcık oluyor, ya da korkuyor. Fazla sürdüremiyorum. Koşarak dolmuşa
yetişiyorum. Dolmuşçuya 50 TL uzatınca dolmuşçu: ‘’koşarak gelince bozuğun var
sandım’’ tribine giriyor. Aynadan beni keserek uzun sure para üstünü
bekletiyor. Sonra bozuğum olup olmadığını soruyor. Olmadığını söyleyince
aynadan göz hapsini uzatarak beni baskı altına alıyor. O an istediği camı
açarak araçtan kendimi dışarıya atmam. Atlamamak için direniyorum. 20 dakika para üstü gelmiyor. Sonra yanımda
oturanlar araya giriyor, parayı bozup beni kurtarıyorlar. Bakın ne kadar da
çocukluğum kokan bir anı. Resmen özlemişim.
Gelelim
zurnanın zırt dediği yere. Bunu da biraz iş ararken, biraz da karar aşamasında
Türkiye’de çalışan arkadaşlarla yaptığım muhabbetlerde, biraz da etrafı gözlemlerken
buldum. Türk toplumunun çok temel problemlerinden birisinin neredeyse
istisnasız her alanda güç savaşı olduğu teşhisini ilk kez açıklıyorum. En acı
tarafı da bu rolleri insanların istisnasız kabul ediyor oluşu. Ben de Hollanda
gibi bi yerden gelmesem farkedemeyebilirdim ama şu an çok fazla gözüme batıyor.
Bu, politikadan iş dünyasına, aile hayatından trafiğe her yere yansımış
durumda. İki kişi karşilaştığı, birlikte bir şey yapacağı zaman demokratik bir
ortam gelişemiyor, bir taraf diğer tarafı direk altına almaya çalışıyor. Toplumda
roller buna göre hazırlanmış zaten. Sadece ezen taraf üsttenci bir pozisyon
almıyor, ezilen taraf da çoğu zaman küçülmeye çoktan razı oluyor. Toplumdaki
taciz-tecavüz-aile içi şiddet olaylarının da temeli burada, iş yerlerindeki
baskı-mobbing şiddetinin de temeli buralarda gibi.
Hollanda’ya
uçakla giderken yanıma Türk kökenli bir iş adamı oturmuştu. Yıllardır
Hollanda’da iş yapıyomuş, anladığım kadarıyla maddi durumu da oldukça iyiydi.
Bana demişti ki ‘’Göreceksiniz, Hollanda’yı hiç sevmeyeceksiniz. Ben Mercedes
alıyorum, işçimde BMW var. Ben ailemle lüks restorana gidiyorum, bi bakıyorum
ustabaşı da orada. İnsan zenginliğini yaşayamıyor’’ Adam bunu yaşamak için
Türkiye’ye geliyomuş. Vale onun Mercedes’ini restoranın önünde bırakınca
seviniyor. Diğer arabaları otoparkın ücra köşelerine çekiyorlar ya ülkemizde,
bu abimizi çok sevindiriyormuş.
Bi
de bu lanet Batı’da ‘’iş tanımı’’ diye bi şey var. Kontratınız o olmadan
aslında boş kağıda imza gibi ve ben bunun Türkiye’de çok uygulanmadığını da
gözlemledim. Yani sen ne iş yapmaya karşılık imza atıyorsun? Bunun baştan
imzalanmadığı yerde tabi ki güç oyunu saçma yerlere gidiyor. Şöyle bakalım,
Türkiye’de benim Batı’da hiç görmediğim müdür-mühendis ilişkileri var. Müdür mühendise
sahip neredeyse. Oysa Batı’da müdürün de iş tanımı belli, mühendisin de,
işçinin de…Mühendislerin bazıları bu iş tanımını beğeniyor ve ömür boyu
mühendis olmayı seçebiliyor. Ve inanmazsınız ama bazı mühendisler müdürlerinden
fazla bile kazanabiliyor. Oysa Türkiye’de belli bir süre sonra terfi etmek
anladığım kadarıyla zorunlu. Bir terfi çılgınlığı var. İyi de müdürlük
normalde, en tecrübeli mühendisin illa da yapacağı bir iş değil ki. Bambaşka
bir sorumluluk alanı. Hal böyle olunca müdür-mühendis ilişkisi Batı’da asla
buradaki gibi bir güç oyununa dönüşmüyor. Kim neden müdürünün çantasını taşısın
ki? Adam müdür olmayı kendisi seçmiş ve kimsenin iş tanımında çanta taşımak
yok.
Aynı
örneği politikacılarda düşünün. Politikacı geçmek için trafiği kapatacak? Ne o
adam kendisini vatandaştan üstün görebilir ne de vatandaş o elbiseyi giyip eziklenebilir.
Suudi Arabistan’dan Hollanda’ya gidince işçilerle diyalogu oturtmakta bu açıdan
çok zorlanmıştım. Suudi Arabistan’da Asyalı işçiler vardı. Temel insani
haklarına erişimleri bile sorunlu kimseler. Hollanda’da ise iş tanımı dışında
tek bir iş yapmayan bireyler. 16:31’de işçi çoktan tulumunu çıkarıyor oluyor.
Tecavüz
vakalarının ülkemizdeki çokluğu da aynı temelde. Polisin öğrencilere uyguladığı
şiddet de.
Bu
kafayla bi kaç görüşmeye gittim ve pek iyi geçmedi sanırım. İş tanımımı falan
sordum, yamuldu herkes. Büyük ihtimalle başa bela bir tip imajı çizdim. Aslında
bu herkesin durumunu kolaylaştıracak bir hadise ama anlaşılamadım şimdilik. Ha
bir de şu var, çok değişik kültürlerden insanlarla çok değişik yerlerde
çalıştım. İnsanlar sizinle ilgili kararlarını ilk veya maksimum ikinci kontaklarında
veriyorlar. Bir şeye üç kere evet deyip, dördüncüde hayır demektense en baştan
tavır koymanın diyaloglarda büyük önemi olduğunu zorlu tecrübelerle öğrendim.
İş
maceraları şimdilik bu kadar olsun. Her tecrübe kişiye özel. O nedenle genel
olarak Türkiye’den niye gittim-Türkiye’ye niye geldim tatavasını yersiz
buluyorum. Aydın’dan Ankara’ya okumaya neden gittiysem benzer nedenlerle yurt
dışına gidip gelebilirim. Ne fazlası ne eksiği. Fazla da duygusallaştırmaya
karşıyım. Yurt dışı da göründüğü gibi değil çoğu zaman. Yurt dışını öven
yazılarda da çokça vicdan masturbasyonu görüyorum. Yeter ki korkak olunmasın,
cesaret edilsin. Sizin kültürünüzün hakim olmadığı yerde bir şeyler başarmak
için uğraşmak kişisel olarak çok öğretici. Basitleştirmiyorum ama çok da
duygusallaştırmıyorum.
Şimdi
Londra’da beş-on yıllık sektörel deneyimle merkeze yakın ev tutmak adina üç
kişiyle ev paylaşır mısınız? Al işte, bu da yurt dışı. Benzer tecrübede birisi
Türkiye’de çok daha fazla konfor satınalabiliyor ama bu toplumun her alanına sirayet
etmiş güç dövüşünü maalesef içine sindirmek kaydıyla. Bu bir tercih.
Benim
mesela 10 iş falan değiştirmiş arkadaşım var. Şimdi durumu oldukça iyi ama adam
zamanında tulum götürüp iş yerinde yatmış. Bi de aylarca maaşını alamamış.
Nihayet patron bi gün çağırmış odasına. ‘’Tamam’’ demiş bizimki, birikmiş
paralar geliyor. Patronu zaten alamadığı maaşına %100 zam yapmış ve ödememeye
devam etmiş. Şu güne kadar hala o iş yerinden maaş alamamış. İnanılmaz değil
mi? Ödenmeyen maaşa yapılan zam toplantısı.
Haydi
kalın sağlıcakla. Demem o ki her yerin artısı eksisi var. Daha öte bir tespitim
de yok. Hayat dediğin raslantılar eninde sonunda...