Friday, March 20, 2015

Racon Kesiyorum

Geldim geleli bi çok blog görüyorum ‘’Türkiye’yi neden terkettim’’ ve ‘’Turkiye’ye neden geri döndüm?’’ ekseninde. Çoğunu da okudum ve bu konuda racon kesebilecek bir isim olduğumu düşündüğüm için bir şeyler yazayım dedim. Racon kesebilirim çünkü 7 yıl yurt dışında yaşadım. Üstelik de bu tecrübenin hepsini Batı’da değil, Afrika ve Orta Doğu’da da edindim.

Önce şunu bi koyayım ortaya, Türkiye ile Batılı bir ülkeyi kağıt üzerinde karşılaştırdığımızda Türkiye hep kaybeden taraf oluyor, bu aşikar. Ancak unutmamak gerekir ki ben Uganda’da iken bile Türkiye’den daha rahat yaşıyordum. Çünkü bulunduğum ülkenin sorunları beni asla Türkiye kadar ilgilendirmiyor oluyordu. Tabir yerindeyse, tamamen ekmeğimin peşindeydim. Sorunlara duyarsız kalmak daha kolay oluyordu. Yok muydu Norveçli’nin sorunu? Olmaz mı, sapır sapır intihar ediyodu adamlar ama derinlemesine düşünmüyordum. Bu, ülkeden bağımsız yurt dışında yaşamanın bir avantajı. Bu nedenle karşılaştırma Türkiye yerine, doğduğum yere neden döndüm-doğduğum yerden neden gittim ekseninde yapılırsa daha objektif olunacağı kanısındayım. Yoksa benim M.I.T. mezunu olup Tanzanya’ya dönen arkadaşım da var. Bakınca ABD’de kalması daha mantıklı geliyor ama çocuğu dinleyince hak veriyorum. Yurt dışının rahatlığı sizin asıl yaşam alanınız olmamasından, ‘’benim bölgem değil’’ kafasından. Sessiz kalmak çok daha kolay çoğu zaman. Suudi Arabistan’da beni aile günü diye alışveriş merkezine almadıklarında arkamı dönüp başka yere gittim. Ama Türkiye benim asıl yaşam alanım. Bölgeme işerseniz, ben de üzerine işeme ihtiyacı duyarım. 7 yılın ardından doğduğum yere, anadilini konuştuğum yere dönmekte sayısız güzellik de buldum. İnsanın memleketi çocukluğudur. Ben resmen çocukluğuma döndüm. Etrafım bildiğim insanlarla dolu, bu da başlı başına bir konfor.

Hollanda adetiyle Kadıköy’de insanları selamlayıp, gülümseyerek dolaşıyorum. İnsanlar ya gıcık oluyor, ya da korkuyor. Fazla sürdüremiyorum. Koşarak dolmuşa yetişiyorum. Dolmuşçuya 50 TL uzatınca dolmuşçu: ‘’koşarak gelince bozuğun var sandım’’ tribine giriyor. Aynadan beni keserek uzun sure para üstünü bekletiyor. Sonra bozuğum olup olmadığını soruyor. Olmadığını söyleyince aynadan göz hapsini uzatarak beni baskı altına alıyor. O an istediği camı açarak araçtan kendimi dışarıya atmam. Atlamamak için direniyorum.  20 dakika para üstü gelmiyor. Sonra yanımda oturanlar araya giriyor, parayı bozup beni kurtarıyorlar. Bakın ne kadar da çocukluğum kokan bir anı. Resmen özlemişim.

Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Bunu da biraz iş ararken, biraz da karar aşamasında Türkiye’de çalışan arkadaşlarla yaptığım muhabbetlerde, biraz da etrafı gözlemlerken buldum. Türk toplumunun çok temel problemlerinden birisinin neredeyse istisnasız her alanda güç savaşı olduğu teşhisini ilk kez açıklıyorum. En acı tarafı da bu rolleri insanların istisnasız kabul ediyor oluşu. Ben de Hollanda gibi bi yerden gelmesem farkedemeyebilirdim ama şu an çok fazla gözüme batıyor. Bu, politikadan iş dünyasına, aile hayatından trafiğe her yere yansımış durumda. İki kişi karşilaştığı, birlikte bir şey yapacağı zaman demokratik bir ortam gelişemiyor, bir taraf diğer tarafı direk altına almaya çalışıyor. Toplumda roller buna göre hazırlanmış zaten. Sadece ezen taraf üsttenci bir pozisyon almıyor, ezilen taraf da çoğu zaman küçülmeye çoktan razı oluyor. Toplumdaki taciz-tecavüz-aile içi şiddet olaylarının da temeli burada, iş yerlerindeki baskı-mobbing şiddetinin de temeli buralarda gibi.

Hollanda’ya uçakla giderken yanıma Türk kökenli bir iş adamı oturmuştu. Yıllardır Hollanda’da iş yapıyomuş, anladığım kadarıyla maddi durumu da oldukça iyiydi. Bana demişti ki ‘’Göreceksiniz, Hollanda’yı hiç sevmeyeceksiniz. Ben Mercedes alıyorum, işçimde BMW var. Ben ailemle lüks restorana gidiyorum, bi bakıyorum ustabaşı da orada. İnsan zenginliğini yaşayamıyor’’ Adam bunu yaşamak için Türkiye’ye geliyomuş. Vale onun Mercedes’ini restoranın önünde bırakınca seviniyor. Diğer arabaları otoparkın ücra köşelerine çekiyorlar ya ülkemizde, bu abimizi çok sevindiriyormuş.

Bi de bu lanet Batı’da ‘’iş tanımı’’ diye bi şey var. Kontratınız o olmadan aslında boş kağıda imza gibi ve ben bunun Türkiye’de çok uygulanmadığını da gözlemledim. Yani sen ne iş yapmaya karşılık imza atıyorsun? Bunun baştan imzalanmadığı yerde tabi ki güç oyunu saçma yerlere gidiyor. Şöyle bakalım, Türkiye’de benim Batı’da hiç görmediğim müdür-mühendis ilişkileri var. Müdür mühendise sahip neredeyse. Oysa Batı’da müdürün de iş tanımı belli, mühendisin de, işçinin de…Mühendislerin bazıları bu iş tanımını beğeniyor ve ömür boyu mühendis olmayı seçebiliyor. Ve inanmazsınız ama bazı mühendisler müdürlerinden fazla bile kazanabiliyor. Oysa Türkiye’de belli bir süre sonra terfi etmek anladığım kadarıyla zorunlu. Bir terfi çılgınlığı var. İyi de müdürlük normalde, en tecrübeli mühendisin illa da yapacağı bir iş değil ki. Bambaşka bir sorumluluk alanı. Hal böyle olunca müdür-mühendis ilişkisi Batı’da asla buradaki gibi bir güç oyununa dönüşmüyor. Kim neden müdürünün çantasını taşısın ki? Adam müdür olmayı kendisi seçmiş ve kimsenin iş tanımında çanta taşımak yok.

Aynı örneği politikacılarda düşünün. Politikacı geçmek için trafiği kapatacak? Ne o adam kendisini vatandaştan üstün görebilir ne de vatandaş o elbiseyi giyip eziklenebilir. Suudi Arabistan’dan Hollanda’ya gidince işçilerle diyalogu oturtmakta bu açıdan çok zorlanmıştım. Suudi Arabistan’da Asyalı işçiler vardı. Temel insani haklarına erişimleri bile sorunlu kimseler. Hollanda’da ise iş tanımı dışında tek bir iş yapmayan bireyler. 16:31’de işçi çoktan tulumunu çıkarıyor oluyor.

Tecavüz vakalarının ülkemizdeki çokluğu da aynı temelde. Polisin öğrencilere uyguladığı şiddet de.

Bu kafayla bi kaç görüşmeye gittim ve pek iyi geçmedi sanırım. İş tanımımı falan sordum, yamuldu herkes. Büyük ihtimalle başa bela bir tip imajı çizdim. Aslında bu herkesin durumunu kolaylaştıracak bir hadise ama anlaşılamadım şimdilik. Ha bir de şu var, çok değişik kültürlerden insanlarla çok değişik yerlerde çalıştım. İnsanlar sizinle ilgili kararlarını ilk veya maksimum ikinci kontaklarında veriyorlar. Bir şeye üç kere evet deyip, dördüncüde hayır demektense en baştan tavır koymanın diyaloglarda büyük önemi olduğunu zorlu tecrübelerle öğrendim.

İş maceraları şimdilik bu kadar olsun. Her tecrübe kişiye özel. O nedenle genel olarak Türkiye’den niye gittim-Türkiye’ye niye geldim tatavasını yersiz buluyorum. Aydın’dan Ankara’ya okumaya neden gittiysem benzer nedenlerle yurt dışına gidip gelebilirim. Ne fazlası ne eksiği. Fazla da duygusallaştırmaya karşıyım. Yurt dışı da göründüğü gibi değil çoğu zaman. Yurt dışını öven yazılarda da çokça vicdan masturbasyonu görüyorum. Yeter ki korkak olunmasın, cesaret edilsin. Sizin kültürünüzün hakim olmadığı yerde bir şeyler başarmak için uğraşmak kişisel olarak çok öğretici. Basitleştirmiyorum ama çok da duygusallaştırmıyorum.

Şimdi Londra’da beş-on yıllık sektörel deneyimle merkeze yakın ev tutmak adina üç kişiyle ev paylaşır mısınız? Al işte, bu da yurt dışı. Benzer tecrübede birisi Türkiye’de çok daha fazla konfor satınalabiliyor ama bu toplumun her alanına sirayet etmiş güç dövüşünü maalesef içine sindirmek kaydıyla. Bu bir tercih.

Benim mesela 10 iş falan değiştirmiş arkadaşım var. Şimdi durumu oldukça iyi ama adam zamanında tulum götürüp iş yerinde yatmış. Bi de aylarca maaşını alamamış. Nihayet patron bi gün çağırmış odasına. ‘’Tamam’’ demiş bizimki, birikmiş paralar geliyor. Patronu zaten alamadığı maaşına %100 zam yapmış ve ödememeye devam etmiş. Şu güne kadar hala o iş yerinden maaş alamamış. İnanılmaz değil mi? Ödenmeyen maaşa yapılan zam toplantısı.


Haydi kalın sağlıcakla. Demem o ki her yerin artısı eksisi var. Daha öte bir tespitim de yok. Hayat dediğin raslantılar eninde sonunda...

No comments: