Friday, September 30, 2016

DÜĞÜN DERNEK-1

Bu yaz amma evlilik yaptı muhtemelen her yaz yaptığı gibi. Zamanında Diyarbakır'da İsveçli, İsviçreli ve Fransız mühendislerle paylaştığımız bir ev vardı arkasında düğün salonu olan. Gavurlar oraya wedding factory (evlilik fabrikası) adını takmışlardı. Hafta içi-sonu farketmez, istisnasız düğün olur, zurna, zılgıt, silah sesleri ortamı şenlendirirdi. Adamlar alışmış, sakince camlardan uzaklaşır, halıya oturup aileleriyle internette görüşür, görüşmezlerse bana ''neden bu kadar düğün oluyor? neden müzikte iniş çıkış, nağme ve titreşim çok?'' gibi ipe sapa gelmez sorular sorarlardı.

Bu yaz hakikaten de ne çok düğün oldu. Elbet hep oluyordu ama ben kendi düğünüme bile bir hafta kala gelebilmiştim, bir platformda mahsur kalmıştım. Herhalde kariyerimde toplam iştirak edebildiğim 4-5 düğün ancak olabilmişti. Bazı çok olmak istediklerim de böyle geçip gitti. Ama bu yaz olanı bu sayının çok üzerine çıkmama vesile oldu.

Genel olarak bizim şehirlerde gittiğimiz düğünler dünyanın neresine gidilirse gidilsin benzer. Farklar öyle çok marjinal değil. Geliyor arada gavur arkadaşlar, fazla yadırgamadan oynayıp gidiyorlar. Harmandalı yerine vals var, çiftetelli yerine disko, halay yerine de lambada. İşte bunlar hep küreselleşmenin handikapları. Nereye gitsek, her şey birbirine benzemeye başladı. Bekarlığa veda bile gelmiş ama utangaçlıktan tam da hakkı da verilemiyor. Öyle arada-derede şimdilik. Ama gelmiş işte. Bana göre küreselleşme şu: New York'a gider şaşırmazsın da Şarköy'de nevrin döner ya, işte bu küreselleşme.

Bu yıl iki derin gözlemim daha oldu hayata dair. İnsanın en büyük iki mucizesine tanık olduğumu düşünüyorum. Bu ne konuşması ne de yazması insanın. İlki, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı becermesi ve ikincisi de takı törenindeki takılar hep öyle kalacakmış gibi neşe içinde sırıtması. Oysa bütün olasılıklar düşünüldüğünde bile, takılar ya düğün masrafına gidecekler, ya zaten ailenin sağa sola dağıttıkları geri geliyor, ya da getirenlere evlilik-çocuk doğumu vb diye geri gidecekler. Ama o ortamlarda bu bilinçten çok uzak bir insanlık göze çarpıyor, hem de her seferinde. Her takı töreninde, John Nash tekrar tekrar ölüyor kabrinde, her neyse...

Şimdi ben bu yaz başı düşünüyordum bu düğün-dernek işleri dünyanın bütün şehirlerinde benzer ve dünya bu aynılıktan bayıyor. Yerel ve farklı olan daha anlamlı geliyor artık herkese. Bir kaç arkadaşıma da söyledim Hollanda'dan, Almanya'dan, İskandinavya'dan falan yerel düğüne turist getirsek, bu organizasyonları satsak falan diye. Burada her bahse girerim, gavuru zerre tanıyorsam her türlü parayı ödeyip gelirler bizim yerel organizasyonlara. Müzik, içki, yemek, kültür, dans ve daha neler neler. Ne ister ki bir turist başka? Tabi ben de bu yerel organizasyonları kendim de çok bilmiyordum ama öğrendim. Sağolsun Trakyalı arkadaşlardan evlenenler oldu ve oradaki organizasyonlara katıldık. Şimdiye kadar evlilik hazırlıklarından panik olanlara hep şunu derdim: ''rahat olun, ben hiç evlenemeyen görmedim'' ama Tekirdağ'daki fantastik ortamlardan sonra diyebilirim ki başınıza kına gecesine her şey gelebilir ve evlenemeyebilirsiniz. Çünkü her şey çok çılgın ve biraz da tehlikeli. Resmen motto şu: madem bir kez evleniyoruz, adam gibi ölelim.

Bu blogun ileriki yazılarında bazı kına-eğlence ritüellerine yer vereceğim ama şöyle başlıkları sıralayarak bir girizgah yapmak istiyorum bu seferlik ki sizi uzun bir yazıyla sıkmayayım: içki, parayla satın alamayacaklarınız da dahil. Gelinin amcasının sevgiyle mayaladığı damacanalarda şaraplar, su şişelerinde boğma rakılar. Müzik, halay ve dans. Öylesine ki temel fizik kurallarına ters şeyler gördüğümü düşünüyorum bu danslarda, anlatacağım.  Yerel müzisyenler, öyle ki bunlar hakkında sonsuz yazabilirim. Testi kırmaca, damadın arkadaşlarını dövme özgürlüğü, damadı denize atma, kaynanayı ateş üzerinde sallama, sabahın ikisinde damat uyandırma, gizemli baklava ve ötesi için sonraki yazılarımı bekleyeceksiniz ama işte böyle bir fantaziler geçidiydi.

Globali tükettik, yerele abanalım. Her şeyin yavaşı moda oluyor, ben de yavaş evlilik (slow wedding) başlatıyorum. Yine iyisiniz köftehorlar, yeni bir trend set edişime denk geldiniz. Seneye herkes köyünde evlenir artık. Görüşürüz.







Sneak Peek:

Tuesday, September 6, 2016

İlk Kısa Öykü Denemem


Canım yeğenim Can İlber’in anısına….








Bir insan aramızdan ayrılır, insanları değiştirir. İnsanlar değişir, insanlık gelişir.




















Övgü TOKÖZ
2016-İstanbul
KÖKLER

Mart 2025


Ahmet Bey’in telefonu İsviçre ülke koduyla arandığında, oğlundan gelen günlük bir arama olduğunu düşünerek  ekrana baktı. Artık 57 yaşındaydı. Dükkana yılların alışkanlığı ile geliyor, satışa ve mal alımına karışmadan patronluk taslıyordu. Çıraklar da, müdürlüğü emanet ettiği genç akrabalar da durumun farkındaydı ama herkes rolünü oynuyordu. Genç çocuklara dükkanın önünü temizlemeleri ve çayı demlemeleri yönünde talimatı çoktan vermişti. Herkes onlarca yıldır işlerin böyle yürüdüğünü bilirdi ya yine de kısıtlı patronluk imkanı olduğu için bu fırsatları tepmiyordu. Alnında biriken teri sildi. Havalar Mart’ta hiç böyle sıcak olmazdı evvelden. İsviçre’deki oğlundan duyduğu küresel ısınma ve karbon salınımı mevzularını herkese satmış olmanın haklı gururuyla sırıtmaktaydı. Esnaf ona artık ‘’Karbon Ahmet’’ deme noktasındaydı. Oğluyla öyle gurur duyuyordu ki, takılan bu isimler umrunda bile değildi.

Telefonu açtı, konuşmadan olduğu yere çöktü ve ağlayarak bağırmaya başladı.



Ekim 2024

Mehmet bir grup yüksek lisans ve proje arkadaşı ile Cenevre’de bir barda bira içiyordu.  Henüz geleli 4 gün olmuştu ve yerleşememişti bile. Fransız arkadaşının yanında masaya Nubar da geldi. Sohbet İngilizce dönerken mevzu Türk yemeklerine gelince Mehmet annesinin sarmalarından bahsetti. Henüz tanımadığı yabancı, kırık Türkçesi ile sordu: ‘’Zeytinyağlı mı, etli mi?’’ Bu çok uluslu ortamda böyle bir uzman sorusunu hem de Türkçe hiç beklemiyordu. ‘’Zeytinyağlı ama tarçınsız’’ dedi. Muhabbet buradan aldı yürüdü. Özel mevzulara pek girmeden ama samimi bir sohbet bütün gece sürdü aralarında. Nubar da lisans sonrası eğitim için Cenevre’deydi ve tuttuğu dairede hala bir kişilik yer vardı.  Teklif etmeden önce Mehmet’i tartmayı tasarladı. Ailesinin kökenlerinin dayandığı İstanbul’dan gelen bu çocukla zaman geçirmenin kendisini tanıma yolculuğunda faydası olacağını düşünmüştü. Eninde sonunda dedesi ve babannesinden her gün duyduğu bu dili konuşan birisi idi Mehmet. Kendisi de onların yanında epey Türkçe öğrenmiş ama asla çok konuşma fırsatı yakalayamamıştı.  Mehmet de dedesinden yıllarca çocukluğunun İstanbul’undaki Ermenileri dinlemiş ama artık bulundukları muhitte kimse kalmamış olduğu için tanışamamıştı. Gecenin sonunda Nubar, ertesi gün apartmandaki odayı göstermek üzere Mehmet’i davet etti.

Mehmet odayı gördüğünde küçüklüğüne inanamadı ancak öte yandan da bir an önce yerleşmek istedi. Yıllardır ticaret yapan, Anadolu’ya kundura dağıtan bir ailede kendisini bildi bileli varlıklı idi. Şimdi bu mütevaziliğe alışması zaman alacaktı ama mekanların insanlarla güzelleştiğine inanırdı. Bu yüzden çok dert etmedi. Bu Nubar kafa dengi diye düşündü. Aynı gün hosteldeki iki valizi ve bilgisayar çantası ile odaya yerleşti.

Günler günleri, mevsimler mevsimleri, muhabbetler muhabbetleri kovaladı…



Mart 2025:

Nubar, telefonunun üçüncü çalışında söverek saatindeki cevap tuşuna dokundu. Arayan fakülte dekanıydı ve Nubar’ı görmesi gerekiyordu, derhal okula gelmesini istedi. Nubar da pazar günü erken saatte kendisinin okula çağrılmasından dolayı önemli bir şey olsa gerek diye düşündü. Yataktan kalktı, duşa gitti. Mehmet’in oda kapısı kapalıydı. Halen uyuyor olmalıydı, kim pazar günü sabahın köründe uyanırdı ki! Espresso’sunu ve kruvasanını yuvarlayıp, evden çıktı.

Dekanın odasına vardığında tatsız bir durum olduğunu anladı. Dekan ayağa kalkarak, Nubar’ın yanına yaklaştı, lafı uzatmadan ‘’Kötü haberlerim var, Mehmet’i talihsiz bir kaza sonucu kaybettik’’ dedi. Nubar’ın kötü haber beklediği yer artık 78 yaşında olan, uzun süredir bugünden çok geçmiş hikayelerinde yaşayan dedesi Amo idi. Mehmet’in adını duyunca koltuğa çöktü. Bir süre karmaşık duygularla oturdu. Fazla bir şey de düşünemedi. Beyni fazla mesai yapan bir bilgisayar gibi çalışıyordu. Bir taraftan anıları, bir taraftan kendi sevdiği yakınlarını, bir taraftan Mehmet’in daha dünkü imajını, ortak yürüttükleri projeyi ve şimdi ne olacağını düşünürken, öte taraftan da gözyaşlarıyla mücadele ediyordu. Yaşanan bütün güzel anılar, şimdi en büyük lanete dönüşmüştü. Tıpkı bir bilgisayarın fazla yüklenmede ısındığı gibi Nubar’ın da kulakları ısınıyordu. Ne kadar zaman geçtiğini farkedememişti ama dekan sessizliği bozdu: ‘’Aileye haber vermeliyiz, Türkçe’’. Nubar bu göreve hiç gönüllü olmasa da kabul etti. Elini yüzünü yıkayarak odaya döndü. Okulun psikolojik danışma servisinden de bir kişi odaya geldi. Nubar’a nasıl yapılacağını açıkladı: ‘’Kendini tanıt, kısa tut ki karşındakinin adrenalini yükselmeden haberi hızlıca ver. Şok olmaları, stresi yükseltmemizden iyidir’’. Nubar’ın aklına yatmıştı. Bu boktan hadise yaşanmıştı, söylemenin daha az acıtacak bir yolu yoktu. Dedesini düşündü, hiçbir zaman, hiçbir mevzuyu direk söyleyemezdi. O doğulu tavrı hiç bırakamamıştı. Acaba Mehmet’in babası Ahmet de o tarza mı alışıktı? Müdürün masasındaki bilgisayara sesle arama komutunu verdiler.

********

Çalışanları Ahmet Bey’i eve götürdü. Karısı Münevver Hanım’a haberi kendisi vermek istedi. Başkası dese de inanmazdı zaten Münevver Hanım oğlunun kaybına. Gelen telefonları açacak gücü bulmaları üç gün sürdü. Dükkanı konsolosluktan bir görevli aramıştı. Cenaze işlemleri için birisinin konsoloslukta işlemleri takip etmesi gerekiyordu. Ahmet Bey o an oğlunun yabancı dil öğrenmesi için yaptığı baskıların haklılığını anladı ama böyle tasarlamamıştı geleceği. Hangi gelecek ölüm düşünülerek tasarlanırdı ki zaten. Hayatı boyunca Türkiye dışına çıkmamış, tutuculuğundan sebep hiç uçağa binmemişti. Aklına oğlunun ne olur ne olmaz diye verdiği Ermeni çocuğun telefon numarası geldi. Hem kötü haberi veren de oydu. Çocuğun az buçuk Türkçe konuşabildiğini hatırladı. Mehmet uzun uzun anlatmıştı Nubar’ı, ailesinin İstanbullu oluşunu. Ahmet Bey sevinmişti de bu duruma ama yine de oğlan Ermeni ile kalıyor diyememişti esnaf arastasında. Bu düşüncelerle telefona gitti, Nubar’ı aradı yardım için.

Nubar telefonu açtı, acılı baba lafı dolandırdı, tıpkı Amo dedem gibi diye düşündü Nubar. Zaten Nubar da dedesi gibi oluveriyordu duygusallaşınca. Bir an borçlu hissetti kendisini Ahmet Bey ve Münevver Hanım’a. ‘’Tamam, ben hallederim’’ dedi. Dil bilmeyen bu adama yardım ederken Paris’e ilk taşındığı zamanki dedesine yardım etmiş gibi hissetti. Dilini bilmediğin bir yerde, evinden uzakta, hayatın zorluğu başka şeye benzemezdi. Bu duygu Nubar’a tanıdık değildi ama dedesi o kadar çok anlatmıştı ki adeta kendisi yaşamışçasına bilirdi gurbeti. Dedesi hiç anlatmasa, haftada bir İstanbul’dan Paris’e gelişlerini anlatırdı. On yaşındaydı dede. Fazla bir şey getirememişti ailesi, en azından canları sağ idi. Yolculuk büyük bir çile ile geçtikten sonra, bu lisanını, yemeğini bilmedikleri yer fazlasıyla zorluk çıkarmıştı. Küçük Amo İstanbul’da babasına ayakkabı imalat ve tamiratında yardım ediyordu. Paris’e doğru yola çıkarlarken her şeyi geride bırakmış, sadece tamirat için gereken kargaburunu; o çocuk haliyle yanına almıştı. Başta sıla özlemi azdı, mücadele çoktu. Neden sonra bu koşuşturmalar bitip günlük hayat rutini başlayınca bir büyük özlem oluşmuştu içlerinde. Mahalleler, komşular, alışılmış ama geride bırakılmış bir hayat standardı, ana-baba toprağı. Şimdi bir telefonda dedesinin bütün bu duyguları içine doluvermişti Nubar’ın.

Ertesi gün, Nubar Türkiye Cumhuriyeti Cenevre Başkonsolosluğu’nun yolunu tuttu. Ölüm belgesi, otopsi raporu, cenaze şirketinin ayarlanması, uçak ve kargo şirketiyle görüşülmesi… Bir dolu işi halletmesi 10 günü buldu. Aslında Mehmet’le bu kadar yakınlaştığını da farketmemişti onun varlığı sırasında. Ölümü sonrası gereken prosedürlerin her aşamasında bulunma isteği ona yeni bir şey öğretiyordu. Sevdiklerimiz ölümlerinden sonra bile bizim için korkunç olamıyorlardı ve onları uğurlamak bizzat yapmak istediğimiz bir şey haline geliyordu. Tren kalkmadan, gardan ayrılamamak gibiydi bu, sonuna kadar camın önünde bekleme duygusu. Her gün uzun uzun Ahmet Beyle telefonda konuştular. Okul, işlerin hallolmasında yardımcı olmak adına kendisine bir araç da tahsis etmişti. Okul ve proje dışında kalan çoğu zamanı cenaze işleri ve Mehmet’in eşyalarını toparlamakla geçirdi. Ne zordu gurbette ölüp, o ölü bedeninle vatanına dönmeye çalışmak. Yorucudan da öte, bitmişssin zaten. Böyle zamanlarda arkadaşlarının koluna girmeliydi insan, nihayetinde koltuk değneği yoktu ölülerin.

Bürokratik işlemler tamamlandığında sınıf arkadaşlarından oluşan bir grup cenaze ile birlikte Türkiye’ye gitmek istedi. Mehmet, Nubar’ı defalarca davet etmişti İstanbul’a ama Nubar dedesinin İstanbul anlatısı ile babasının İstanbul anlatısı arasında hep kararsız kalmıştı. An gelir, hayatın akışı kararsızlıklarımıza  noktayı koyar. Verilemeyen karar, verilmişti. Şimdi Nubar İstanbul’a gidecekti, yollar biraz da iradesi dışında çizilmişti. Çözümü ertelenmiş sorunlar çözüldüğünde gelen rahatlama ile gökyüzüne baktı. Gökyüzü her yerde aynıydı, insan her yerde aynıydı.

Babasını aradı, durumu anlattı. Babası Aram belli ki çok da sevinmemişti ama belli etmemeye çalıştı. Dedesi Amo’nun yaşadıkları için hep Türkiyeyi sorumlu tutardı babası. Dede istedi telefonu babasının ardından. Babasının aksine sesi çok mutlu geliyordu. İnsanın memleketi çocukluğu idi eninde sonunda. Amo Dede de 10 yaşında terkettiği şehre torununun gidişine oldukça sevinmişti bu nedenle. Sordu:

-Evlat, kaydedebilecek misin?
-Söyle dedem, kayıttayım.

Dede konuştu. Dedenin huyuydu, konuşmaların sonunu dinlemezdi. Diyeceğini bağırarak söyleyip telefonu kapattı.

Ertesi gün sınıf arkadaşları ile Cenevre Havaalanı’nda buluştular. Mehmet’in cenazesi ile aynı uçakla İstanbul’a doğru yola çıktılar. İstanbul’a indiklerinde aile, öğrenci grubunu karşıladı. Ahmet Bey ve Münevver Hanım ‘’Nubar kim?’’ diye sorarak, aradılar çocuklarının anısını. Bulduklarında ağlayarak sarıldılar. Bazı akrabalar da cenaze işleriyle ilgilendiler. Aynı günün ikindisinde cenaze namazı için cami’nin yolu tutuldu.

Namaz kılındı, imam sordu: ‘’Nasıl bilirdiniz?’’ Herkes: ‘’iyi’’ derken, Nubar: ‘’Dünyadaki ekonomik adaletsizliğe kafayı takmış’’ diye geçirdi içinden. Mehmet dünyadaki en zengin yüzde birin, global ekonominin yüzde seksenini yönetmesi üzerine düşünürdü hep. Durum yıllar geçtikçe daha da kötüye gittiği için, haksız da değildi. Mehmet ve Nubar Birleşmiş Milletler destekli bir projede beraber çalışıyorlardı. Proje internet ortamındaki tüm datanın değerlendirilmesi sonucu tarihi olayların bilgisayar hakemliğinde sonuçlandırılıp sonuçlandırılamayacağının bir pilot projesiydi. Proje kapsamında incelenen olayların başında 1915 olayları geliyordu. Nihayetinde insanın duygularının karıştığı işlerde karar vermek oldukça güçleşiyordu. Nubar ve Mehmet defalarca beraber yaşadıkları evde banyoyu o hafta temizleme sırasının kimde olduğu konusunda tartışmıştı. Bunun için bile zar-zor uzlaşan insan, elbette 1915’den kalma büyük veriler içeren konularda bir sonuca varmakta yetersizdi.  BM de madem bilgisayar teknolojisi böylesine gelişti neden bir pilot proje başlatmayalım demiş olacak ki veri uzmanı yazılım öğrencileri ve hukukçular ağırlıklı olmak üzere birçok kişiyi davet etmişlerdi. Pilot proje bir sonuç verirse, 193 ülkenin yararlanacağı büyük bir hakemlik yazılımı için yol açılmış olacaktı. Belli bir yol alınmıştı projede ama hala çok yeni sayılırdı. Proje ilerledikçe insanlar mevzuları konuşmayı tamamen bırakıp, bilgisayarlara umut bağlama eğilimine girmişlerdi. Oysa insanın en büyük alamet-i farikalarından birisinin konuşarak anlaşmak olduğu söylenirdi. Yalan. İnsan konuşsa bile hayvanların en zor uzlaşanıydı ve açığını kapatması için bilgisayarlara ihtiyaç duyar hale gelmişti. Üstelik her taraftan lobiciler analiz yazılımının tarafsız olmaması adına yoğun bir baskı içerisindeydiler. İnsan, bilgisayarın da kanına girmeye çalışıyordu kısaca. Etkilenmiyor da değillerdi hani. Hem Türk hem de Ermeni tarafları, veri analizlerinin sonuçlarını kendilerine yontma konusunda, yazılımdaki en ince ustalıklarını konuşturmalarını istiyorlardı onlardan. Mehmet ve Nubar eve gidene kadar bunlar üzerine tartışıp duruyorlardı. Nubar bugün anladı ki insanın asıl büyük yetisi konuşması falan değil, hiç ölmeyecekmiş gibi kavga edebilmesiydi.

Düşüncelerini onu öpmek üzere kendisine çeken Mehmet’in bir akrabasının yarattığı panik bozdu. Adam ekledi: ‘’Başınız sağolsun’’, Nubar başıyla selamladı.

Cenaze sonrası eve geçildi. Bir kaç saat sonra öğrenci grubu ayrılmak üzere izin istedi ve ayağa kalktılar. Nubar iki gün daha kalmak üzere bir hostel tutmuştu. Kapıya yürürken Münevver Hanım elinden tuttu ve ekledi: ‘’Sen kal Nubar, Mehmet’in son aylarını anlat bize’’. İşte dedemin tarzı diye düşündü Nubar. Bu sarmala girildiğinde çıkış olmadığını bilecek kadar tanırdı bu ekolü. Yine de bir Avrupalı gibi ‘’tamam’’ deyip oturamazdı.
-Sağolun, hostelde yerim hazır.
-Hayatta bırakmam, burası senin evin. Sen bizim evladımızsın bundan sonra.

Şimdi olmuştu, artık kabul edebileceği kadar ısrar görmüştü. Sessizce tek omuzuna astığı çantasını yere doğru kaydırdı. Diğer öğrencilere de ısrar edildiyse de onlar için sonuç değişmedi. Arkadaşları ayrıldıktan sonra Nubar oturdu, Münevver Hanım’a Mehmet’in Cenevre’deki son aylarını anlattı. Çokça ağladılar, az da olsa gülümsediler, geceyi ettiler. Nubar da yeri geldikçe dedesi Amo’nun küçük yaşındaki göç hikayesinden, büyük dedenin İstanbul’daki işlerinden, mahallesinden, artık hayatta olmayan ninesinin babannesine öğrettiği yemeklerden, 1955 Eylül’ünde yaşanan korku hikayelerinden bahsetti. Münevver Hanım ve Ahmet Bey yeri geldi başkaları adına utandı, yeri geldi oğlunun sağ iken bu konularda ne düşündüğünü sordu, yeri geldi ‘’Biz cahiliz’’ deyip işin içinden çıktı. Yatma saati geldi çattı. Işıklar söndü. Herkes uyku ile cebelleşmek üzerine yataklarına çekildi. Artık uyku, her zamankinden zordu bu evde.

Sabahın ilk ışıklarıyla gözleri açıldı Nubar’ın. Dün büyük bir kalabalık ve kaosa sahne olan evde bugün derin bir sessizlik hakimdi. Günleden pazartesi olması nedeniyle yaşlı yakın akrabalar dışında kimse kalmamıştı evde. Herkes işine gücüne akmıştı. Öte yandan bu talihsiz kaza yaşanalı zaten iki haftayı buluyordu. İnsanlar yavaş yavaş bu acı gerçeği kabullenerek, işlerine dönme çabasına girmişlerdi. Yavaşça doğruldu ve odadan çıktı. Yüzünü yıkamaya giderken mutfakta kahvaltının hazır olduğunu gördü. Oturdu, sessizce Münevver Hanım ve Ahmet Bey ile kahvaltısını yaptı. Sabahlar hep zordu. Gün boyunca insan kaybına kendisini ikna etmekle meşgul oluyor ve akşama doğru bunu kabullenmiş oluyordu. Ancak sabah gözünü açtığında hikaye yeniden başlıyordu. Kayıp akla düşüyor, acı bir göğüs ağrısı ile yeniden telkin süreci başlıyordu. Günler böylece sürüp gidiyordu işte. Bu nedenle Münevver Hanım, sabahın bu saatinde gözleri yaşlı çay dolduruyordu bardaklara. Önünde kendisini tekrar ikna etmesi gereken uzun bir gün vardı, hazır olmalıydı.

Buna karşın Ahmet Bey çareyi sokaklarda yaptığı uzun yürüyüşlerde bulmuştu son iki haftada. İnanmakta zorlandığı bu evlat kaybını yürüyerek aşmaya çalışıyordu. Kilometrelerce yürüyor, bıkmadan yürüyor, zihnini meşgul tutuyordu.

Kahvaltı bitince Ahmet Bey, yine yürüyeceğini belirterek Nubar’a sordu:
-Sen de gelmek ister misin evlat?
-Aslında gitmek istediğim bir adres var.
-Neresi? Yürürüz.

Nubar kol saatine dedesiyle yaptığı konuşmayı kaydetmişti. Tekrar oynatarak Ahmet Bey’e adresi dinletti. Ahmet Bey:

-Bugün dükkana uğrayasım yoktu ama kalk gidelim, açalım.

Nubar şaşırdı, düşündü, kavramakta zorlandı. Münevver Hanım ağladı, ki zaten ağlamakta olduğu için neye ağladığı bilinemezdi. Ahmet Bey her şeyin üzerini bir örtü gibi kaplayan, her duygudan daha yoğun bir duygunun altındaydı. Hayata evlat acısı perdesinin ardından baktığı için kafasının işlemesi ve tepki verip şaşırması beklenemezdi zaten.

Nubar şaşkınlıkla sordu:
-Ben kimim?
-Sanırım ustamin oglu Amo’nun torunusun, dükkanın sahibisin. Yolda anlatırım.

Ahmet Bey yolda 1955’de giden ustasından ve Amo’dan bahsetti. İnsanlar, onları ayıran onca bariyere rağmen ne kadar da iç içe hikayeler barındırıyor diye şaşırdı Nubar. O an anladı ki BM projesi Mehmet ve Nubar’ın değil, Afrika’da iki ayağı üzerine kalkıp yürümeye başlayan atalarının projesiydi.