Canım yeğenim Can
İlber’in anısına….
Bir insan aramızdan ayrılır, insanları değiştirir. İnsanlar
değişir, insanlık gelişir.
Övgü
TOKÖZ
2016-İstanbul
KÖKLER
Mart 2025
Ahmet Bey’in telefonu İsviçre ülke koduyla arandığında, oğlundan
gelen günlük bir arama olduğunu düşünerek
ekrana baktı. Artık 57 yaşındaydı. Dükkana yılların alışkanlığı ile
geliyor, satışa ve mal alımına karışmadan patronluk taslıyordu. Çıraklar da,
müdürlüğü emanet ettiği genç akrabalar da durumun farkındaydı ama herkes rolünü
oynuyordu. Genç çocuklara dükkanın önünü temizlemeleri ve çayı demlemeleri
yönünde talimatı çoktan vermişti. Herkes onlarca yıldır işlerin böyle
yürüdüğünü bilirdi ya yine de kısıtlı patronluk imkanı olduğu için bu fırsatları
tepmiyordu. Alnında biriken teri sildi. Havalar Mart’ta hiç böyle sıcak olmazdı
evvelden. İsviçre’deki oğlundan duyduğu küresel ısınma ve karbon salınımı
mevzularını herkese satmış olmanın haklı gururuyla sırıtmaktaydı. Esnaf ona
artık ‘’Karbon Ahmet’’ deme noktasındaydı. Oğluyla öyle gurur duyuyordu ki,
takılan bu isimler umrunda bile değildi.
Telefonu açtı, konuşmadan olduğu yere çöktü ve ağlayarak
bağırmaya başladı.
Ekim 2024
Mehmet bir grup yüksek lisans ve proje arkadaşı ile Cenevre’de
bir barda bira içiyordu. Henüz geleli 4
gün olmuştu ve yerleşememişti bile. Fransız arkadaşının yanında masaya Nubar da
geldi. Sohbet İngilizce dönerken mevzu Türk yemeklerine gelince Mehmet
annesinin sarmalarından bahsetti. Henüz tanımadığı yabancı, kırık Türkçesi ile
sordu: ‘’Zeytinyağlı mı, etli mi?’’ Bu çok uluslu ortamda böyle bir uzman
sorusunu hem de Türkçe hiç beklemiyordu. ‘’Zeytinyağlı ama tarçınsız’’ dedi. Muhabbet
buradan aldı yürüdü. Özel mevzulara pek girmeden ama samimi bir sohbet bütün
gece sürdü aralarında. Nubar da lisans sonrası eğitim için Cenevre’deydi ve
tuttuğu dairede hala bir kişilik yer vardı.
Teklif etmeden önce Mehmet’i tartmayı tasarladı. Ailesinin kökenlerinin
dayandığı İstanbul’dan gelen bu çocukla zaman geçirmenin kendisini tanıma yolculuğunda
faydası olacağını düşünmüştü. Eninde sonunda dedesi ve babannesinden her gün
duyduğu bu dili konuşan birisi idi Mehmet. Kendisi de onların yanında epey
Türkçe öğrenmiş ama asla çok konuşma fırsatı yakalayamamıştı. Mehmet de dedesinden yıllarca çocukluğunun
İstanbul’undaki Ermenileri dinlemiş ama artık bulundukları muhitte kimse
kalmamış olduğu için tanışamamıştı. Gecenin sonunda Nubar, ertesi gün
apartmandaki odayı göstermek üzere Mehmet’i davet etti.
Mehmet odayı gördüğünde küçüklüğüne inanamadı ancak öte
yandan da bir an önce yerleşmek istedi. Yıllardır ticaret yapan, Anadolu’ya
kundura dağıtan bir ailede kendisini bildi bileli varlıklı idi. Şimdi bu
mütevaziliğe alışması zaman alacaktı ama mekanların insanlarla güzelleştiğine
inanırdı. Bu yüzden çok dert etmedi. Bu Nubar kafa dengi diye düşündü. Aynı gün
hosteldeki iki valizi ve bilgisayar çantası ile odaya yerleşti.
Günler günleri, mevsimler mevsimleri, muhabbetler
muhabbetleri kovaladı…
Mart 2025:
Nubar, telefonunun üçüncü çalışında söverek saatindeki cevap
tuşuna dokundu. Arayan fakülte dekanıydı ve Nubar’ı görmesi gerekiyordu, derhal
okula gelmesini istedi. Nubar da pazar günü erken saatte kendisinin okula
çağrılmasından dolayı önemli bir şey olsa gerek diye düşündü. Yataktan kalktı,
duşa gitti. Mehmet’in oda kapısı kapalıydı. Halen uyuyor olmalıydı, kim pazar
günü sabahın köründe uyanırdı ki! Espresso’sunu ve kruvasanını yuvarlayıp,
evden çıktı.
Dekanın odasına vardığında tatsız bir durum olduğunu anladı.
Dekan ayağa kalkarak, Nubar’ın yanına yaklaştı, lafı uzatmadan ‘’Kötü
haberlerim var, Mehmet’i talihsiz bir kaza sonucu kaybettik’’ dedi. Nubar’ın
kötü haber beklediği yer artık 78 yaşında olan, uzun süredir bugünden çok
geçmiş hikayelerinde yaşayan dedesi Amo idi. Mehmet’in adını duyunca koltuğa
çöktü. Bir süre karmaşık duygularla oturdu. Fazla bir şey de düşünemedi. Beyni
fazla mesai yapan bir bilgisayar gibi çalışıyordu. Bir taraftan anıları, bir
taraftan kendi sevdiği yakınlarını, bir taraftan Mehmet’in daha dünkü imajını, ortak
yürüttükleri projeyi ve şimdi ne olacağını düşünürken, öte taraftan da
gözyaşlarıyla mücadele ediyordu. Yaşanan bütün güzel anılar, şimdi en büyük
lanete dönüşmüştü. Tıpkı bir bilgisayarın fazla yüklenmede ısındığı gibi Nubar’ın
da kulakları ısınıyordu. Ne kadar zaman geçtiğini farkedememişti ama dekan
sessizliği bozdu: ‘’Aileye haber vermeliyiz, Türkçe’’. Nubar bu göreve hiç
gönüllü olmasa da kabul etti. Elini yüzünü yıkayarak odaya döndü. Okulun
psikolojik danışma servisinden de bir kişi odaya geldi. Nubar’a nasıl yapılacağını
açıkladı: ‘’Kendini tanıt, kısa tut ki karşındakinin adrenalini yükselmeden
haberi hızlıca ver. Şok olmaları, stresi yükseltmemizden iyidir’’. Nubar’ın
aklına yatmıştı. Bu boktan hadise yaşanmıştı, söylemenin daha az acıtacak bir
yolu yoktu. Dedesini düşündü, hiçbir zaman, hiçbir mevzuyu direk söyleyemezdi.
O doğulu tavrı hiç bırakamamıştı. Acaba Mehmet’in babası Ahmet de o tarza mı
alışıktı? Müdürün masasındaki bilgisayara sesle arama komutunu verdiler.
********
Çalışanları Ahmet Bey’i eve götürdü. Karısı Münevver Hanım’a
haberi kendisi vermek istedi. Başkası dese de inanmazdı zaten Münevver Hanım
oğlunun kaybına. Gelen telefonları açacak gücü bulmaları üç gün sürdü. Dükkanı
konsolosluktan bir görevli aramıştı. Cenaze işlemleri için birisinin
konsoloslukta işlemleri takip etmesi gerekiyordu. Ahmet Bey o an oğlunun
yabancı dil öğrenmesi için yaptığı baskıların haklılığını anladı ama böyle
tasarlamamıştı geleceği. Hangi gelecek ölüm düşünülerek tasarlanırdı ki zaten. Hayatı
boyunca Türkiye dışına çıkmamış, tutuculuğundan sebep hiç uçağa binmemişti. Aklına
oğlunun ne olur ne olmaz diye verdiği Ermeni çocuğun telefon numarası geldi. Hem
kötü haberi veren de oydu. Çocuğun az buçuk Türkçe konuşabildiğini hatırladı.
Mehmet uzun uzun anlatmıştı Nubar’ı, ailesinin İstanbullu oluşunu. Ahmet Bey
sevinmişti de bu duruma ama yine de oğlan Ermeni ile kalıyor diyememişti esnaf
arastasında. Bu düşüncelerle telefona gitti, Nubar’ı aradı yardım için.
Nubar telefonu açtı, acılı baba lafı dolandırdı, tıpkı Amo dedem
gibi diye düşündü Nubar. Zaten Nubar da dedesi gibi oluveriyordu
duygusallaşınca. Bir an borçlu hissetti kendisini Ahmet Bey ve Münevver Hanım’a.
‘’Tamam, ben hallederim’’ dedi. Dil bilmeyen bu adama yardım ederken Paris’e
ilk taşındığı zamanki dedesine yardım etmiş gibi hissetti. Dilini bilmediğin
bir yerde, evinden uzakta, hayatın zorluğu başka şeye benzemezdi. Bu duygu
Nubar’a tanıdık değildi ama dedesi o kadar çok anlatmıştı ki adeta kendisi
yaşamışçasına bilirdi gurbeti. Dedesi hiç anlatmasa, haftada bir İstanbul’dan
Paris’e gelişlerini anlatırdı. On yaşındaydı dede. Fazla bir şey getirememişti ailesi,
en azından canları sağ idi. Yolculuk büyük bir çile ile geçtikten sonra, bu
lisanını, yemeğini bilmedikleri yer fazlasıyla zorluk çıkarmıştı. Küçük Amo
İstanbul’da babasına ayakkabı imalat ve tamiratında yardım ediyordu. Paris’e
doğru yola çıkarlarken her şeyi geride bırakmış, sadece tamirat için gereken
kargaburunu; o çocuk haliyle yanına almıştı. Başta sıla özlemi azdı, mücadele çoktu.
Neden sonra bu koşuşturmalar bitip günlük hayat rutini başlayınca bir büyük
özlem oluşmuştu içlerinde. Mahalleler, komşular, alışılmış ama geride
bırakılmış bir hayat standardı, ana-baba toprağı. Şimdi bir telefonda dedesinin
bütün bu duyguları içine doluvermişti Nubar’ın.
Ertesi gün, Nubar Türkiye Cumhuriyeti Cenevre
Başkonsolosluğu’nun yolunu tuttu. Ölüm belgesi, otopsi raporu, cenaze
şirketinin ayarlanması, uçak ve kargo şirketiyle görüşülmesi… Bir dolu işi
halletmesi 10 günü buldu. Aslında Mehmet’le bu kadar yakınlaştığını da farketmemişti
onun varlığı sırasında. Ölümü sonrası gereken prosedürlerin her aşamasında
bulunma isteği ona yeni bir şey öğretiyordu. Sevdiklerimiz ölümlerinden sonra
bile bizim için korkunç olamıyorlardı ve onları uğurlamak bizzat yapmak
istediğimiz bir şey haline geliyordu. Tren kalkmadan, gardan ayrılamamak
gibiydi bu, sonuna kadar camın önünde bekleme duygusu. Her gün uzun uzun Ahmet
Beyle telefonda konuştular. Okul, işlerin hallolmasında yardımcı olmak adına
kendisine bir araç da tahsis etmişti. Okul ve proje dışında kalan çoğu zamanı
cenaze işleri ve Mehmet’in eşyalarını toparlamakla geçirdi. Ne zordu gurbette
ölüp, o ölü bedeninle vatanına dönmeye çalışmak. Yorucudan da öte, bitmişssin
zaten. Böyle zamanlarda arkadaşlarının koluna girmeliydi insan, nihayetinde
koltuk değneği yoktu ölülerin.
Bürokratik işlemler tamamlandığında sınıf arkadaşlarından
oluşan bir grup cenaze ile birlikte Türkiye’ye gitmek istedi. Mehmet, Nubar’ı
defalarca davet etmişti İstanbul’a ama Nubar dedesinin İstanbul anlatısı ile
babasının İstanbul anlatısı arasında hep kararsız kalmıştı. An gelir, hayatın
akışı kararsızlıklarımıza noktayı koyar.
Verilemeyen karar, verilmişti. Şimdi Nubar İstanbul’a gidecekti, yollar biraz
da iradesi dışında çizilmişti. Çözümü ertelenmiş sorunlar çözüldüğünde gelen
rahatlama ile gökyüzüne baktı. Gökyüzü her yerde aynıydı, insan her yerde
aynıydı.
Babasını aradı, durumu anlattı. Babası Aram belli ki çok da
sevinmemişti ama belli etmemeye çalıştı. Dedesi Amo’nun yaşadıkları için hep
Türkiyeyi sorumlu tutardı babası. Dede istedi telefonu babasının ardından. Babasının
aksine sesi çok mutlu geliyordu. İnsanın memleketi çocukluğu idi eninde
sonunda. Amo Dede de 10 yaşında terkettiği şehre torununun gidişine oldukça
sevinmişti bu nedenle. Sordu:
-Evlat, kaydedebilecek misin?
-Söyle dedem, kayıttayım.
Dede konuştu. Dedenin huyuydu, konuşmaların sonunu
dinlemezdi. Diyeceğini bağırarak söyleyip telefonu kapattı.
Ertesi gün sınıf arkadaşları ile Cenevre Havaalanı’nda
buluştular. Mehmet’in cenazesi ile aynı uçakla İstanbul’a doğru yola çıktılar.
İstanbul’a indiklerinde aile, öğrenci grubunu karşıladı. Ahmet Bey ve Münevver
Hanım ‘’Nubar kim?’’ diye sorarak, aradılar çocuklarının anısını. Bulduklarında
ağlayarak sarıldılar. Bazı akrabalar da cenaze işleriyle ilgilendiler. Aynı
günün ikindisinde cenaze namazı için cami’nin yolu tutuldu.
Namaz kılındı, imam sordu: ‘’Nasıl bilirdiniz?’’ Herkes:
‘’iyi’’ derken, Nubar: ‘’Dünyadaki ekonomik adaletsizliğe kafayı takmış’’ diye
geçirdi içinden. Mehmet dünyadaki en zengin yüzde birin, global ekonominin yüzde
seksenini yönetmesi üzerine düşünürdü hep. Durum yıllar geçtikçe daha da kötüye
gittiği için, haksız da değildi. Mehmet ve Nubar Birleşmiş Milletler destekli
bir projede beraber çalışıyorlardı. Proje internet ortamındaki tüm datanın
değerlendirilmesi sonucu tarihi olayların bilgisayar hakemliğinde
sonuçlandırılıp sonuçlandırılamayacağının bir pilot projesiydi. Proje
kapsamında incelenen olayların başında 1915 olayları geliyordu. Nihayetinde
insanın duygularının karıştığı işlerde karar vermek oldukça güçleşiyordu. Nubar
ve Mehmet defalarca beraber yaşadıkları evde banyoyu o hafta temizleme
sırasının kimde olduğu konusunda tartışmıştı. Bunun için bile zar-zor uzlaşan
insan, elbette 1915’den kalma büyük veriler içeren konularda bir sonuca
varmakta yetersizdi. BM de madem bilgisayar
teknolojisi böylesine gelişti neden bir pilot proje başlatmayalım demiş olacak
ki veri uzmanı yazılım öğrencileri ve hukukçular ağırlıklı olmak üzere birçok
kişiyi davet etmişlerdi. Pilot proje bir sonuç verirse, 193 ülkenin
yararlanacağı büyük bir hakemlik yazılımı için yol açılmış olacaktı. Belli bir
yol alınmıştı projede ama hala çok yeni sayılırdı. Proje ilerledikçe insanlar
mevzuları konuşmayı tamamen bırakıp, bilgisayarlara umut bağlama eğilimine girmişlerdi.
Oysa insanın en büyük alamet-i farikalarından birisinin konuşarak anlaşmak
olduğu söylenirdi. Yalan. İnsan konuşsa bile hayvanların en zor uzlaşanıydı ve
açığını kapatması için bilgisayarlara ihtiyaç duyar hale gelmişti. Üstelik her
taraftan lobiciler analiz yazılımının tarafsız olmaması adına yoğun bir baskı
içerisindeydiler. İnsan, bilgisayarın da kanına girmeye çalışıyordu kısaca. Etkilenmiyor
da değillerdi hani. Hem Türk hem de Ermeni tarafları, veri analizlerinin
sonuçlarını kendilerine yontma konusunda, yazılımdaki en ince ustalıklarını
konuşturmalarını istiyorlardı onlardan. Mehmet ve Nubar eve gidene kadar bunlar
üzerine tartışıp duruyorlardı. Nubar bugün anladı ki insanın asıl büyük yetisi
konuşması falan değil, hiç ölmeyecekmiş gibi kavga edebilmesiydi.
Düşüncelerini onu öpmek üzere kendisine çeken Mehmet’in bir
akrabasının yarattığı panik bozdu. Adam ekledi: ‘’Başınız sağolsun’’, Nubar
başıyla selamladı.
Cenaze sonrası eve geçildi. Bir kaç saat sonra öğrenci grubu
ayrılmak üzere izin istedi ve ayağa kalktılar. Nubar iki gün daha kalmak üzere
bir hostel tutmuştu. Kapıya yürürken Münevver Hanım elinden tuttu ve ekledi: ‘’Sen
kal Nubar, Mehmet’in son aylarını anlat bize’’. İşte dedemin tarzı diye düşündü
Nubar. Bu sarmala girildiğinde çıkış olmadığını bilecek kadar tanırdı bu ekolü.
Yine de bir Avrupalı gibi ‘’tamam’’ deyip oturamazdı.
-Sağolun, hostelde yerim hazır.
-Hayatta bırakmam, burası senin evin. Sen bizim evladımızsın
bundan sonra.
Şimdi olmuştu, artık kabul edebileceği kadar ısrar görmüştü.
Sessizce tek omuzuna astığı çantasını yere doğru kaydırdı. Diğer öğrencilere de
ısrar edildiyse de onlar için sonuç değişmedi. Arkadaşları ayrıldıktan sonra
Nubar oturdu, Münevver Hanım’a Mehmet’in Cenevre’deki son aylarını anlattı.
Çokça ağladılar, az da olsa gülümsediler, geceyi ettiler. Nubar da yeri
geldikçe dedesi Amo’nun küçük yaşındaki göç hikayesinden, büyük dedenin
İstanbul’daki işlerinden, mahallesinden, artık hayatta olmayan ninesinin
babannesine öğrettiği yemeklerden, 1955 Eylül’ünde yaşanan korku hikayelerinden
bahsetti. Münevver Hanım ve Ahmet Bey yeri geldi başkaları adına utandı, yeri
geldi oğlunun sağ iken bu konularda ne düşündüğünü sordu, yeri geldi ‘’Biz cahiliz’’
deyip işin içinden çıktı. Yatma saati geldi çattı. Işıklar söndü. Herkes uyku
ile cebelleşmek üzerine yataklarına çekildi. Artık uyku, her zamankinden zordu
bu evde.
Sabahın ilk ışıklarıyla gözleri açıldı Nubar’ın. Dün büyük
bir kalabalık ve kaosa sahne olan evde bugün derin bir sessizlik hakimdi.
Günleden pazartesi olması nedeniyle yaşlı yakın akrabalar dışında kimse
kalmamıştı evde. Herkes işine gücüne akmıştı. Öte yandan bu talihsiz kaza
yaşanalı zaten iki haftayı buluyordu. İnsanlar yavaş yavaş bu acı gerçeği kabullenerek,
işlerine dönme çabasına girmişlerdi. Yavaşça doğruldu ve odadan çıktı. Yüzünü
yıkamaya giderken mutfakta kahvaltının hazır olduğunu gördü. Oturdu, sessizce
Münevver Hanım ve Ahmet Bey ile kahvaltısını yaptı. Sabahlar hep zordu. Gün
boyunca insan kaybına kendisini ikna etmekle meşgul oluyor ve akşama doğru bunu
kabullenmiş oluyordu. Ancak sabah gözünü açtığında hikaye yeniden başlıyordu.
Kayıp akla düşüyor, acı bir göğüs ağrısı ile yeniden telkin süreci başlıyordu.
Günler böylece sürüp gidiyordu işte. Bu nedenle Münevver Hanım, sabahın bu
saatinde gözleri yaşlı çay dolduruyordu bardaklara. Önünde kendisini tekrar
ikna etmesi gereken uzun bir gün vardı, hazır olmalıydı.
Buna karşın Ahmet Bey çareyi sokaklarda yaptığı uzun
yürüyüşlerde bulmuştu son iki haftada. İnanmakta zorlandığı bu evlat kaybını
yürüyerek aşmaya çalışıyordu. Kilometrelerce yürüyor, bıkmadan yürüyor, zihnini
meşgul tutuyordu.
Kahvaltı bitince Ahmet Bey, yine yürüyeceğini belirterek
Nubar’a sordu:
-Sen de gelmek ister misin evlat?
-Aslında gitmek istediğim bir adres var.
-Neresi? Yürürüz.
Nubar kol saatine dedesiyle yaptığı konuşmayı kaydetmişti.
Tekrar oynatarak Ahmet Bey’e adresi dinletti. Ahmet Bey:
-Bugün dükkana uğrayasım yoktu ama kalk gidelim, açalım.
Nubar şaşırdı, düşündü, kavramakta zorlandı. Münevver Hanım
ağladı, ki zaten ağlamakta olduğu için neye ağladığı bilinemezdi. Ahmet Bey her
şeyin üzerini bir örtü gibi kaplayan, her duygudan daha yoğun bir duygunun
altındaydı. Hayata evlat acısı perdesinin ardından baktığı için kafasının
işlemesi ve tepki verip şaşırması beklenemezdi zaten.
Nubar şaşkınlıkla sordu:
-Ben kimim?
-Sanırım ustamin oglu Amo’nun torunusun, dükkanın sahibisin.
Yolda anlatırım.
Ahmet Bey yolda 1955’de giden ustasından ve Amo’dan bahsetti.
İnsanlar, onları ayıran onca bariyere rağmen ne kadar da iç içe hikayeler
barındırıyor diye şaşırdı Nubar. O an anladı ki BM projesi Mehmet ve Nubar’ın değil,
Afrika’da iki ayağı üzerine kalkıp yürümeye başlayan atalarının projesiydi.