Wednesday, January 23, 2019

NALAN



Yanlış yer ve yanlış zamandan çok yanlış insanlar yaktı beni. Belki biraz da yanlış zarlar ve yanlış bahisler. Yoksa yerim de zamanım da iyiydi. ‘’Yaptığın her şeyi tutkuyla yapacaksın’’ diye nasihat ederken anam, kumarı dahil etmemişti herhalde. İnsan, evladı için ne dilediğine dikkat etmeli. 

Bu kumar illeti bizim ailede hep vardı. Kavgası-gürültüsü hiç eksik olmadı. Bendeki kumar korkusu bu sebeptendi esasen. Korkup uzak durdum, durmaya gayret ettim. 

O gün kırmızıya düşse o lanet top hikayem başka olurdu belki. İlk oynadığım ruleti kazanmam mahvetti beni. Şimdi bakınca, başta kaybedip yılmak da talihmiş oysa. 

Diğer günlerim gibi başlamıştı günüm; efendi efendi işe gitmiş, işimi yapmıştım. Çıkışta arkadaşların bazıları ayrılmış, evlerine dağılmış, ama her günün aksine ben bu sefer kalanlara katılmıştım. Arayıp biraz daha takılacağımı söyledim. Müdavim arkadaşların ısrarıyla kumarhaneye gittik. İzbe, yasadışı bir yerdi. İlk kez böyle bir yere gelmiştim. Başlarda ürkektim, ama kendimden emindim. Bir süre ısrarlara direndim. Sonra denemeye karar verdim. Kazanınca sevdim, ürkekliğim çabuk dağıldı. Yavaş yavaş arttırdım. 

Zamanla eve geç gitmeler arttı, tutku büyüdü. Müdavimler katına yükseldim. Önce biriktirdiğim parayı harcadım, sonra da insanları. En sona Nalan kalmıştı sağolsun. Bırakma denemeleri de boşa çıkınca onun da gideceğini anladım. Bir akşam sordu:

‘’Sen mi gidersin, ben mi?’’ 
‘’Yazı tura atalım’’  

Espriye tahammülü yokmuş ki o gitti. Bir kaç mahkeme dışında görüşmedik (neredeyse) bir daha. O gittikten sonra iyice dağıldım. Önce anlamsız bir görev verdiler iş yerinde, daha sonra da: ‘’istersen kendin ayrıl, sicilin temiz kalsın’’ diyerek iyilik adı altında tehdit ettiler. Tabi ki atılmayı seçip tazminatımı aldım. Sonra kirayı ödeyemediğim için ev sahibi kovdu. 

Bu küçük kasabaya o zaman taşındım. Şehirde bir zamanlar finans direktörlüğü yaptığımdan habersiz, İngilizce ve Almanca bildiğim için resepsiyonda çalışmama izin verdiler. Hikayemi kimselere anlatmadım. Utandığımdan değil, daha çok bir boka yaramayacağını bildiğimden. İçki seven, kumara meyilli bir adamın resepsiyonda bahşiş kovalarken, bir zamanlar yönetim kuruluna sunum yapmış olduğu bilgisi kime yarardı ki? Hem finans direktörünün burada hükmü ne? Balık mezadındaki yönetici herif bile daha sükseli. Farkı çalışarak yarattım demeyi çok isterdim ama farkı etrafımdakilerin çapsızlığıyla yarattım. Patron kafamın işlediğine kanaat getirmiş olacak ki hostelin defterlerini bana emanet etti zamanla. Değişen bir şey yok, her akşam yine yönetime sunum yapıyorum, yine finans direktörüyüm. Sadece içki içmeme karışan yok ve kravat yerine parmak-arası terlik var.

Bir rutinden diğerine. Burada da günler birbirini kovalıyordu her yerdeki gibi, ta ki o güne kadar.  O günü iyi hatırlıyorum. Tam 10 yıl olmuştu bu sahil kasabasına taşınalı. Bir yaz sezonu yeni bitmişti. Yine aşçı Kamil’le parasına tavla atıyorduk otelin önündeki brandanın altında. Hatırlıyorum, hava yeni serinliyor, yağmur çiseliyordu. Güzel toprak kokusu vardı. Brandaya vuran yağmur damlalarının sesi aklımda. Amerikan aksanlı turistin sesi de o an duyuldu işte. Bu mevsimde Amerikan aksanı esnafın iştahını kabartırdı buralarda, yüzde on bahşiş demekti. Hele sezon kapanırken büyük nimetti. Arkamdan gelen sese hemen kulak kabarttım ama gözümü de Kamil’i hapsetmeme ramak kalmış tavladan ayırmadım. Kamil ‘’yüzde on’’ menziline girince atmaca gibi kabardı:

‘’Tea coffee Turkish breakfast please’’ diye bağırdı. O an kalkıp arkama dönünce Amerikan’ın yanında Nalan’ı gördüm. Tam 10 yıl sonra. Duraksadım. Ne kadar sürdüğünü fark etmediğim bir zamandan sonra el ele olduklarını fark ettim. Ne yapacağımızı bilemeden bakıştık. 
‘’Nasılsın?’’ diyerek ilk adımı ben attım. 
‘’İyiyim, bilirsin severim buraları’’ diye yanıtladı.

Sonra Yüzde On’a bir şeyler söyledi ve oturdular. Kamil siparişleri alıp mutfağa koştu. Beni de masalarına davet ettiler. Bana kısaca hayatını anlattı. Amerika’da iyi bir kariyer yaptığını, rastlantıların finansa etkileri üzerine modellemeler çalıştığını, eşini… Canımı yakmak mı istiyordu, yoksa samimi miydi kestiremedim. Beni de potansiyelini harcamış bir okul arkadaşı olarak tanıttı, sağolsun. Amerikalı da İngilizcemi övdü, sonra da iştahla Kamil’in getirdiği tostuna gömüldü. Havadan sudan konuştuk. Tost bitince de tuvaleti sorarak içeriye gitti Amerikalı. Nalan cüzdanından bir resim çıkardı siyah-beyaz. Aşk yaşadığımız İstanbul günlerinden, benim çektiğim. 
‘’Çok başarılı oldum sayende. Rastlantıları ve olasılıkları, çalışma konusu olarak sen olmasan seçmezdim. Sana borçluyum’’ derken bir yandan da tavlanın altına sıkıştırılmış 40 Lira’yı kesiyordu. 
‘’Devam mı?’’ diye sordu, cevap vermedim. 
Kocası dönünce hesabı ödeyip kalktılar. ‘’İstemez’’ diyordum ki Abraham Lincoln görünce atmaca kesilen serçe Kamil çoktan parayı kapmıştı bile. 

Arkasından bir süre baktım, sonra kaldığımız yerden tavlaya oturduk. Bu son karşılaşmamız oldu. Uzun bir zaman sonra gazetede ölüm haberini aldım. ‘’ABD’de 40 yaş altı gelecek vadeden ekonomistlere verilen ödülü alan Nalan Seylan, rastlantıların piyasalar üzerindeki etkisi üzerine yaptığı araştırmayla Nobel Ekonomi ödülünü almaya yakın isimlerdendi. Eşiyle Boston’da seyahat ederken trafik kazasında hayatını kaybetti’’ yazıyordu haberde. 

Hiç bir şey hissetmedim önce. Ancak şimdi fark ediyorum içimde ağır bir taşın büyümekte olduğunu. Bu yaşıma kadar beni onun gibi seven birisi daha olmadı. Belki o ilk kumarımda top kırmızıya düşse başka olurdu. 

Ben düşünürken Kamil gazeteye bakarak:
‘’Abi NalaN’ı tersten okusan da NalaN oluyor’’ dedi.

‘’Evet Kamil, bazı şeylerin tersi de düzü de aynı bitiyor, ne yapsan olmuyor.’’ diyerek pencüsemi oynadım...

No comments: