Tuesday, August 6, 2013

Müjdat Gezen Mi, Yaşar Okuyan Mı Çok Bilir ?

Yarin Türkiye'ye yolcuyum. Uyuyamamam heyecandan mı, Arap tarzı Ramazan'dan mı yoksa Türkiye'nin halinden mi bilemiyorum.

Arap tarzı Ramazan kimsenin gündüz çalışmadığı, uyuduğu bir ay demek. Ben de Ramazana sevinen işçilerin halini dinlerine bağlılık sanmıştım ama yine insan beni şaşırtmadı. Din istediklerini yapmaları için mükemmel bir araçmış meğer. Ben de akıma kaptırdım kendimi. Sabah 7den öğlene kadar çalışıyoruz eğer sahada değilsek. Sonra yatış. İftardan sonra da sabaha kadar muhabbet. Üniversite kafasına dönüş oldu Arap Ramazanı. Gerçi benim ilk Arap Ramazanım değil bu. Daha önce bir Ramazan da Abu Dhabi de geçirmiştim. Orada fiziksel olarak imkansız olduğu için oruç tutmayı denememiştim bile ama deneyen Araplar yerine çalışmak zorunda kalmamız ve oruçlu arkadaşların mağdura yatıp hep avanatj elde etmekten zerre rahatsız olmaması beni hatayı tekrarlamamaya itti. Ne derler: "fool me once, shame on you, fool me twice shame on me". ("Beni bir kere aldatırsan sana-ikinci kez olursa bana yazıklar olsun" gibi bi şey). Libya' da bu nedenle oruç tutmamayı hiç düşünmedim. Tutamadığım bi kaç günde de takiyye sanatını icra ettim. Çok da iyi yaptığımı çok örnek destekledi. Burada humanizm sadece dinle paralel gittiğinde bahsedebileceğiniz bir şey. Kendi ülkemde takiye yapmıyorum çünkü orası benim son kalem. Ama tutup Libya'yı değiştirmeye çalışacak bir Don Kişot değilim. Baskı görürsem geri basarım. Burada bulunuş amacım mesleki, Türkiye'de bulunuş amacım varoluşsal. Mesleğimi iyi yaptığım sürece Libya iyi, varlığımı ve özgürlüğüm oldukça Türkiye iyi...

Don Kişotluk yıpratıcı. Burayı görüp ilkelerimle burayı düzeltmeye, sonra Afrikadaki fakirliği görüp oraya eğilmeye, sonra Almanya, İtalya, Norveç gibi ülkelereki ayrımcılığı düzeltmeye sonra Abu Dhabi'deki kölelik ve lüks dolu hayatı çözmeye ben güç bulamadım. Ne yaparsın, biraz bukalemunluk bizimkisi. Ama her zaman yangına su taşıyan karınca misali kendi ideallerimden fazla sapmamaya özen gösterdim. Safımız belli. Her ortamda kazanan tek bir düstur vardır, hümanizm. Afrika'nın en güneyinden Avrupa'nın en kuzeyine bütün insanlara insanca yaklaşınca sorunların bir çoğu çözülüyor. Tabi bunu kullanmaya çalışanlara da kalayı verebildiğiniz sürece.

Bu bir ayda Türkiye'de ilkelerle yaşamanın ne kadar zor olduğunu farkettim. Aslında bizim madur dediklerimiz gayet ayrıcalıklı yaşıyorlarmış. O tarafa geçince farkettim. Basit bir örnek vereyim. Yemekhaneler kamplarda belli saatlerde kapanır. Bir kaç kere yetişemedik. Genelde yemekhane çalışanları Asyalı. Hindu ve Hristiyanlar da var. Oruçluyuz deyince hemen koşup yemekhaneyi açtılar. Çünkü biz madurduk. Özellikle farklı dinlerden olanlar için maduru karşısına almanın ne kadar zor olduğunu gördüm. Ya da bazen sahada yorgun hissettiğimizde "biz iftara kadar çalışamayacağız" dedik. Özellikle Batılı expatlar hemen : "tabi nasıl isterseniz" dedkleri halde, Müslüman olanlar kendileri klimalı odalarından bizi izleyip: "bu işi bugün bitirmeliyiz" demeyi seçtiler. İnanın bana bu madurluk bir harika. Şimdi bunu bırakamamaktan o kadar korkuyorum ki...
Çok şahane de sakal bıraktım. Kampta top 5'deyim. "Müslüman mısın?" diye soranlara bir bakış atmam yetiyor. Gerisini sakalım anlatıyor. Hatta sakalım yıllarca traş olma sebebiyle o kadar gür ki burada sünnete erken tamah edip, traş olmayı bırakanların o kıla benzeyen sakalları önümde adeta diz çöküyor. Akşam sohbetlerinde ne desem dinlenir olmaya başladı ve henüz en üst düzeye çıkmadım. Ultimate level: bıyıklarımı kazıtmayın bana...

Bu ülke biraz garip. Libyalılar kendileri,  Türkiye'nin 1000 yıl önlerinde olduğunu düşünüyorlar (adamın gol diyor). THY uçağından indiğimden beri iki şeyi hiç görmedim. Birincisi kadın, ikincisi de kutsal kitap dışında bir yazı okuyan insan. Ne bir dergi, ne bir broşür ne de bir gazete. Mesela bi havaalanı polisi beni "Mike" diye çağırmıştı. Ben de ismimin Arapçası yanlış yazılmış sanmıştım. Meğer adam okuma yazma bilmiyormuş. Tipe göre isim sallayarak çağırıyor. Evet, bu adam havaalanı memuru.

Demem o ki takkiye böyle yerlerde prim yapıyor ama bizde de prim yapması beni çıldırtıyor. Mesela Almanya'daki günlerimi hatırlıyorum. Restoran kapandıysa herkese kapandı arkadaşım. Sen o kapıyı aşçıya ister Papa ol ister şehir imamı açtıramazsın. Zaten bakansan açtırmaya bile çalışamazsın. Eşitlik ancak böyle sağlanır. Yoksa pozitif ayrımcılık da desen, en nihayetinde ayrımcılıktır. Kimi pozitif ayırdığın sıkıntı yaratır.

İki kitabımı okudum. İnternetten ara sıra olanı biteni takip ettim. Çünkü Türkiye'nin gidişatı hiç iyi değil ve canım sıkılıyor okudukça. Biraz da ukalalık olacak ama gördüklerimden sentezlemem zor değil. Demokrasinin beşiği Batıyı da, hukuğun beşiği Roma'yı da, faşizmin beşiği Almanya'yı da, dinsizliğin kalbi Norveç'i de, açlığın odağı Afrika'yı da, kapitalizmin ve iki yüzlülün zirvesi Arap Körfezini de biz iyi biliriz. Belki eskisi kadar internet-gazete takip edemiyorum ama akşam çay içtiğim Mısırlı'nın biri Musri'ye oy vermiş, birisi Musri'yi devirmiş. Yanımdaki Libyalılar desen kimisi savaştan bıkmış, Kanada'ya yerleşmek istiyor, kimisi tatillerini Antakya üzerinden Suriye'ye geçerek değerlendiriyor.
Müsade edin bunlardan sonra ben de bi ahkam keseyim: Göte geliyoruz...ve hep iç mihraklarca.


Nereden mi biliyorum...Gördüğüm bütün ülkelerde bu derece corruption (yozlaşmaya) ve adaletsizliğe dayanabilen bir ülke yok. Dandik bütün ülkelerin en temel yanı hak eden kişilerin hak ettiği yere gelememesi ve bunun dile getirilememesi sorunu. Gelişmişlerde ise tam tersi. Norveç'in mal gençliği ile Libya'nın mal gençliği arasında birisinin hurma yerken birisinin bira içerken saçmalaması dışında fazla bir fark yok. Ama Norveç'de sorumluluk alanlarla Libya'da sorumluluk alanlar arasında uçurum var. Biz inşaatçılar deriz ki "malzeme yük altında sınanır". Sorumluluk yüktür, maalesef malzeme kötüyse göte gelirsin. 2 kere 2 yine 5 etmeyecek, şimdiden söylemesi. Ama bakarsınız gazeteler 5 ettiğini yazar, hatta belki yazıyordur bile...

No comments: