Wednesday, October 9, 2013

UGANDA

Afrika'dan dönüşte salondaki koltuğa ellerimi ve bacaklarımı iki yana açarak uzandım 2 gün boyunca. Bu adeta altta kalan güreşçinin tuş edilmemek için aldığı pozisyonu andırıyordu. Neyse sonradan yavaşça yaşama döndük. Bunda ekvator ikliminin üzerine gelen ağır Ankara ayazının da etkisi oldu. Uganda bu mevsimde oldukça sıcak, nemli ve yağışlı. Hem de ne yağış. Forrest Gump'daki tabirle "aşağıdan yukarıya yağanını bile gördük"
(One day it started raining, and it didn't quit for four months. We been through every kind of rain there is. Little bitty stingin' rain... and big ol' fat rain. Rain that flew in sideways. And sometimes rain even seemed to come straight up from underneath. Shoot, it even rained at night...)
Bunun yanında sıtma denen bir illet var ki insanı oldukça tedirgin ediyor. İlk gunlerde Türkiye'de bile gece dışarıda otururken endişelenmeye devam ettim, sinek kovucu krem sürme ihtiyacı hissettim. Onca hayvan, böcü-börtü arasında sivrisineğin en büyük düşman olması adeta yıllardır duvarlara yapıştırdığım sivrisineklerin bir intikamı gibi geldi. Her gece öldürdüğüm sivrisineklerin ruhlarından af diledim. Olur ya arafta sıkışan bir tanesi başımızı derde sokar.

Bu işi yaptığım süre zarfında iki işe gidişim gerçekten çok özeldi. Bir tanesi Karadeniz'deki bir projeye giderken İstanbul'un üzerinden helikopterle geçmek ikincisi de Murchison Fall Milli Parkı'nda neredeyse her sabah-akşam gidiş gelişler. İstanbul'a ilk gittiğimde Boğaz Köprüsü'nden geçerken heyecanlanmış ve o şehirdekilerin ne kadar şanslı olduğunu düşünmüştüm. Zamanla gide-gele köprüden geçmenin son alternatif haline dönüşümünü yaşamıştım. Tabi ki bu bir güzelliğe alışmanın burukluğunu da getirmişti. Uganda'da da aynısı oldu. İlk günlerde yolunuzu bir filin kesmesi, bir zürafanın ağzında ot çiğneyerek size bakması, kıçı açıkta babunların yol kenarında birbirinin sırtını kaşıması...vb gerçekten de işe giderken servisinizin camından gördüğünüzde sizi heyecanlandıran şeyler. Sonra bu bir ay sürüyor. Sabah 5:45'de uyanmak, 6:45'de işe varmak, afyonunuz daha patlamamışken toprak yollarda sarsıntıdan uyuyamamak, iş düşünmek, sıtmaya kızmak eklenince bu güzellik de soluyor ve maymuna, file söverken buluyorsunuz kendinizi. Sonra da bazen kadir-kıymet bilmez olduğunuzu düşünüyorsunuz. Zaten içimde devamlı tartışan iki tip var, bazen bir üçüncüsü de ekleniyor. İlk başlarda kafayı yediğimi düşünüyordum ama sonradan anladım ki yalnızlığın ilacı bu. İçinizde sizin bir kaç versiyonunuz türüyor. Tabi ki günlük geyikleri yaptığınız sayısız insan var ama herkes iş için oraya toplanmış. Gelecek görmediği için veya herkes İngilizce'ye çok hakim olmadığı için genelde arkadaşlık diyebileceğim kavram pek ilerlemiyor.

Kamp hayatı zaten öyle süper eğlenilecek bir ortam da değil. İki kişilik odalar. Duşlar ortak. Beline bir havlu bağlayan koşturuyor duşa. Tuvaletler keza ortak. Yemekhane var. Eğlence için pek bir ayrıntı düşünülmemiş. Bir nevi gün sayıyorsunuz. Fareler etrafta koşuşturuyor ve Afrika'da her şey büyük olduğu için fareleri başta tavşan, kelebekleri kuş sandım ama sonra öğrendim ne olduklarını.

Güzel tarafı çoğunluğu Afrikalılardan oluşan bir ortamda yaşamak oldu. Hayata onların gözünden bakmayı öğrenmek belki beni bambaşka biri yapmadı ama etkilenmediğimi söylesem yalan olur. Ne demişler: "Bir yere giden kişi asla aynı insan olarak dönmez" ama Afrika'da durum biraz daha uçlarda. Tanzanya tecrübemden her şeye hazır gitmeye çalıştım ama yine de etkileyici manzaralar gördüm. Afrika yokluk demek. Libya'da da olmayan şeyler çok, kamp hayatı zaten bir nevi yokluk. O yüzden alışığım aslında. Evimde güreş pozisyonundan çıktığım yegane zamanlarda buzdolabına gittim. Açıp "işte bu yiyecekler istediğim zaman elimin altında" dedim ve çoğu zaman yemeden dönüp yattım. Günde belirli zamanlarda belirli şeylere ulaşmak...Şehirde unutulup giden konforlardan yalnızca birisi. Sanat eseri Libya'ya en son Romalılar zamanında uğramış olabilir. Ama Uganda'da başka türlü yokluklar da var. Mesela tulumumu Libya'da bırakmıştım. Bedenime uygun tulum zar-zor bulundu. Sanki dünya nimetleri oraya çok daha zor ulaşıyor. Arap camiası yine bir şekilde elindeki paranın gücünü anlamış. Üretmeseler de herkesi para ile köle gibi çalıştırıyorlar. Binalar, yollar,temizlik işçileri vesaire getirtiyorlar. Afrika'da maalesef bu bile yok. Onca doğal kaynak adamlara bir fayda sağlamıyor. Biz evlerimize dönmek için gün sayarken bazı Afrikalılar kampta olabildiğince uzun kalmak istiyor. Sebep olarak kampta bütün ihtiyaçlarının karşılanması. Doktor maaşının 200 dolar civarında olduğunu öğrendim. Gerçekten yazık. Bir dindarlık almış yürümüş. Kiliseler, camiler dolu. Hatta bir güzellik salonu gördüm adı: "god is able beauty saloon-tanrı muktedirdir güzellik salonu"...Dedim ki içimden kardeşim tanrı muktedirse güzellik salonuna ne ihtiyaç vardı? Ben o insnalar adına tanrıya kızdım ama onlar hallerinden memnun gibi. Bu olumlu aslında, mutluluğun bir bakış açısı olduğunun ispatı.

Tabi bütün bunların ardından kendi hayatınızı gözden geçirmeye başlıyorsunuz. Tüketimin her türlüsünden soğuyorsunuz. Ülkenizdeki gelir adaletsizliğine yol açan politikalara daha da sinirleniyorsunuz. O kadar eve, arabaya ihtiyacımız olup olmadığını sorguluyorsunuz. İçinizdeki ikili yine bitmek tükenmek bilmez bir kavgaya başlıyor. Bazen keşke görmeseydim dediğim bile oluyor bu ortamları. Afrika deyince aklıma sadece Drogba gelse belki daha iyi olurdu.

Şimdi Uganda'ya bir 6 haftalığına daha gideceğim. Tabi unutmadan Marco Polo'nun sözünü hatırlatalım: "Kimse bana inanmayacağı için gördüklerimin yarısını bile anlatmadım" ve ekleyelim: bana üzülecekleri için de gördüklerimin yarısını bile anlatmadım...Ama her şeye rağmen aşağıdaki fotoğrafları çekiyor olmak da büyük güzellik. Her zaman dediğim gibi: Amor fati...



















































No comments: