Sunday, December 18, 2016

MİHRAKLAR KAHVESİ

2007 Ekim'inin bir sabahı adımımızı attığımız salonda kesif bir mihrak kokusu vardı. Biz 3 kişiydik, onlar var bir 25 kadar. Kestim şöyle bir ortamı. Her mihrak kendi milletinden bir mihrakla oturmuş. Yoksa da coğrafi komşusuyla veya aynı dili konuştuğuyla. Resmi adı yüksek lisans ama içerisi mihraklar kahvesi. Kalabalıkça bir Fransız mihrak grubu duvar dibinde. Zaten Fransızlar mihraklar içinde mihraktır. Rutubetli duvar dibi mihrakları bunlar. O günden beri düşünürüm, nemli duvara romantik şarkı dinletsem, oradan Fransız mihrağı baş verecek gibi gelir bana. Alman var, İsviçreli var. İlk bakışta Fransızların tarafına oturmuşlar ama grubun tam da içinde değiller. Asyalı mihraklar önleri kapmışlar. İtalyan mihraklar çokça. Biz de kalan yerlere oturuyoruz. Afrikalılar da var sessizler. İranlılar da var. Acaba Tebrizliler mi? Lan herkes burada, iyi ki gelmişiz. Olmasak kesin bizi çekiştirirlerdi.

Arada kahve makinasına çıkıyoruz. TL atıyorum, makina kahve vermiyor. Sinirleniyorum. Makinayı tekmeliyorum. İtalyan mihrak yardımsever kisvesiyle sokulup Euro uzatıyor adeta ''senin paran burada geçmez dercesine''. Paran batsın, almıyorum.

Ders başlıyor, yoklama listesi dolaşıyor. Yanımdaki arkadaşı dürtüp diyorum: ''Bak İsviçreli imza atmayacak, taraf olmamak için hiç bir şeye imza atmaz bunlar''. Atıyor, sırf beni yalancı çıkarmak için. Tenefüste gidip soruyorum neden attığını. Beni şikayet ediyor şerefsiz mihrak. Sonra bir gün de silgim kayboluyor. Lan silgiyi benim kaybetmem mümkün değil doğal olarak, bu g*t mihraklardan birisi çaldı kesin. İsviçreli'ye gidiyorum. ''Silgimi bul, o kadar tarafsız adamsın'' diyorum. ''Olmaz'' diyor Almanla konuşmaya devam ederken. Diyorum ''bari arabulucu ol''. Beni yine şikayet ediyor. . Uluslararası ofis savunmamı istiyor. Tek cümle Latince yazıp çıkıyorum: ''homo, homuni mihracus'' (İnsan, insanın mihrağıdır)

Günler günleri kovalıyor. Canım kahve de çekiyor. 3 kere öpüp TL'yi bozup Euro alıyorum. Tanrı affetsin.  Mevzu İtalya'da geçiyor. Tabi bu mihraklık biraz da göreceli. Sonuçta orası İtalya olduğuna göre asıl biz mihrak konumuna düşüyoruz. Haklı davamda haksız duruma düşmek istemiyorum. Böyle böyle mihrakların içinde yaşamayı öğreniyorum. Aslında tanıdıkça seviyor da insan bazı mihrakları. Sicilyalılar hele nasıl kıyak adamlar. Herhalde onlar da iç mihrak olduğundan. Ne bileyim insana sevdiriyorlar kendilerini keratalar. Bir Fransız vardı mesela, evine çağırıp krep yapardı. Baktım başta kesin benimkine az çikolata sürer, az muz doğrar diye. Ama hep adil davrandı. El mecbur iyi arkadaşım oldu.

Kayak yapmaya Alpler'e beni de çağırdılar. Elit sporu diye cak cuk yaptım ama zorla götürdüler. İsviçreli beni kesin bayırdan iter diye düşündüm ama çocuk baya öğretmeye çalıştı. Böyle böyle milyon hadise 3 senede. Mihraksız günüm geçmiyordu adeta.  Bazen kalbimi yokluyordum, bakıyorum mihraklara karşı kalbimde bir yumuşama. Bizim öteki Türkler zaten su koyuverdi. Baktım mihraklara aşık olmalar falan başladı bunlarda. Çektim uyardım, ama dinleyen kim. Evlenen bile var şimdi aralarında. Yarı mihrak bebeleri oldu, bazılarınınki koca koca çocuk bile oldu. Yeminle de çok tatlılar. Mihrak demezsin.

Ben alerji oldukça mihrak ortamı beni buldu. İşe de mihraklı yerde başladık. Güney Amerika mihrakları da nasıl eğlenceliymiş ki adeta mihrak değilmişçesine. Araplar, Ruslar, Saksonlar ve Amerikalılar zaten sektörün olmazsa olmazları. Mücadele bile edemedim. Norveç'te Türkmen ve Meksikalı ev arkadaşlarım vardı. Gittiler, İranlı geldi. Semaveri vardı. Norveç gibi yerde çay demleyen adamı nasıl sevmeyecen? Suud'da sırtım tutuldu klimadan, ama nasıl bir ağrı 3 gün. Çölde doktor yok. Azeri yakı verdi. İşte bu! İki devlet tek millet.

Almanya'ya taşındım bir ara. Ev arkadaşım Sebastian. Dresden'li. Doğu Alman. Bende artık aşırı mihrak tecrübesi var, o baştaki saf değilim. Doğu Alman mihraktan çok mihrakçıdır. Bilen bilir, Türk alerjisi çok olur. Eve kurulmuş paşam. Ben gidince ilk gün tanıştık. Başladı o yasak bu yasak saymaya. Hiç birisine uymadım. Delirdi. Sonra kebap barbeküsü yaptım da barıştık. Tek delirtebildiğim mihrak bu oldu.

Almanya'dan da ayrıldım. Hollanda'da zaten mihraklık kavramı oturmamış. Adamlara net bir dille ''sen mihraksın'' diyorum, ''önemli olan benim mihraklığım değil, sen beni mihrak olarak algılıyorsan bunu çözmeliyiz'' diyor. Lan ben çözmek istemiyorum ki, mihrak kal işte. Mihrak iyidir. Bir şeyi batırdım mı nasılsa ''mihraklar bana karşı'' der çıkarım oradan. Çözecek sorunu da sonra ben özeleştiri verecem. Oyunu bozdum. Gittim bunların dolaptaki ekmeklerini yedim. Hollandalı'nın zayıf noktası malıdır. Madem ekmek yiyecekmişim, neden hafta başı ekmek listesine adımı yazdırıp ben de para koymuyormuşum. Lan 2 dilim ekmeğinizi yedim alt tarafı. Onu da kurala bindirmişler. Şov olsun diye dolaba kral ekmek aldım. ''Alın lan, yiyin, gözünüz doysun'' dedim. Hayvan gibi yediler. Demek Hollanda mihrağı böyle oluyor. Ağzından artizlikten veya kibarlıktan bir teklif çıkmasın. Müdür de Hintli mihrak, onun müdürü Cezayirli, onun müdürü Trinidadlı. Ben derdimi kime yanam? Ne deseydim Trinidadlı müdüre çıkıp: ''Valla ülkenizin yerine haritadan bakıp geldim, Ato Boldon da çok kral sprinterdi de Hollandalılar ekmeğimi yedi. Malum ben de ekmeğimin peşindeyim, size geldim''. Ne zor günlermiş.

Orası burası derken İstanbul'dayım. Hayatımın bir kesiti mihrakların arasında geçti ama ben bu kadar mihrak muhabbeti başka yerde duymadım. Acaba onlar da beni Türk mihrak olarak mı hatırlıyor? Lan ben de mihraklık yaptım mı acaba? İçim içimi yiyor şimdi. Mihraklar kahvesinin bir ferdi olmak istemiyorum. Çok karışık mevzu.







Thursday, December 1, 2016

Fundamentals- Temeller


Epeydir böyle yağmur görmemiştim. Avrupa yağmuru gibi maşallah. Kesintisiz, soluksuz yağıyor iki gündür. Avrupalı alışıktır buna, hava durumunu kontrol eder de çıkar. Telefonundan hava durumu app'ını eksik etmez. ''15 dakika sonra sulu sepken başlayacak'' diye mesajını alır akıllı telefonundan, ona göre yağmurluğunu da şemsiyesini de ayarlar. Bizim TV'deki adam durmadan panik yaratıyor: ''Çok yağmur yağacak, hasta olacaksınız. Kar geliyor, aç kalacaksınız''. Lan bi dur yağsın, ülke kurudu gitti, çöl oluyor.

Yağmurun ilk günü şemsiyeli az olduğundan sıkıntı azdı da bugün kaldırımlar şemsiyeli dolu. Yürümek zorlaştı. Yağmurun devamlı olduğu şehirlerde, yoğun şemsiyeli insan olan yerlerde bir racon vardır. Bir taraftaki insanlar şemsiyelerini daha yukarıda tutarak yürürler. Böylece kimse kimseye zarar vermeden, hız kesmeden yürür. Tabi ki beraber yaşama adına çok az şey bilen bizim gibi toplumlarda böyle bir kültür yok. Taka-tuka şemsiyeler çarpışıyor, millet birbirinin gözünü çıkarıyor. ''Afedersiniz, gözünüzü çıkardım. Yerleşik hayata geçen hafta geçtim de...Şimdi gidip evin duvarlarına şemsiye ve av hayvanı çizeceğim''

Diyeceksin ki adamın derdine bak, neye takmış. Haklısın ama bir Alman Atasözü der ki: Küçük şeyler önemlidir çünkü büyük şeyler fena halde küçük şeylere benzer. Şemsiyeyle yürüyemeyen adam, arabayla kaldırıma parkeden adamla veya makas atıp hayatınızı tehlikeye atan adamla aynı adam. Hatta bunlar tuvaleti başkası kullanmayacakmış gibi bırakanlar da aynı zamanda. Bunlar birarada yaşamayı bilmeyenler.

Temel eğitim burada devreye giriyor. Sağlıklı bir temel eğitim matematik-fizik-okuma yazma-din vb öğretmez. Sağlıklı bir temel eğitim asgari paydada birbirini anlayan ve bir arada hayatını sürdürebilen bireyler yaratır. Oradaki matematik, dil bilgisi vb de zaten buna hizmet eder. Herkes olasılık dehası olsun diye yoktur temel eğitim ama herkes aynı tuvalete sıçabilsin diye vardır.

Trafik desen apayrı bir dünya. Çamaşır makinası kullanımı ile araba kullanımının öğretilmesi arasında hiç bir fark yok. İki makinanın da tuşlarını öğrenebilirsen, çalıştırabilirsen o makinanın bütün sorumluluğunu alabilirsin. Halbuki trafik baştan sona bir arada yaşama ve aynı kurallara uyarak senkron sağlama işidir. Ama ben trafik levhalarının yarısını Almanya ve Hollanda'da öğrendim.

Almanlar bizim bu işi bilmediğimizi çözmüş. Dediler ki bana ''Türk ehliyetini verip Alman ehliyeti ile değiştiremezsin. Yeniden ehliyet kursuna gireceksin''. Hiç direnmedim. Polizei fikrini ne yaparsan yap değiştirmez. Hem yazılı hem de sürüş sınavı olacakmış. Sınava gitmeden özel ders almam tavsiye edildi. Belki 10 senedir Türk ehliyetimle araba kullanmışım ama ne çare. Hocayı tuttum.

İlk derste verdi adam arabayı bana. Şehir içi-dışı turlayıp geleceğiz. Ne kadar zor olabilir, kendime son derece güvenerek bindim arabaya. Başladım sürmeye. 3-5 dakika geçmişti ki adam sordu: ''neden 50'yi geçiyorsun, derhal yavaşla''. Baktım, adam çok ciddi. Dedim: ''Yol boş''. Adam şaşırarak baktı: ''Hız levhaları tavsiye değil, kural''. 5 dakika sonra ''Dur'' levhası olan bir ışıksız kavşak geldi. Yavaşlayıp vites küçülttüm, öne doğru eğilip dolmuşçu duruşuna geçtim, sağa sola baktım. Zaten Almanya'nın 10000 nüfuslu şehrindeyiz, gündüz iş saati. Tabi ki yol boş, gazladım. Hoca başladı ayağına basmışım gibi bağırmaya Alman aksanıyla ''Das ist nicht richtig'' falan velveleye vermeler. Bu sefer ben ters baktım. 'Dur demek dur demekmiş. Hızın sıfıra düşmesi, bir süre hareketsiz kalmak demekmiş. İyice geri zekalı muamelesi. Devam ederken bir kırmızı ışık geldi. Durdum. Yaya geçidine sıfır durmuşum. Yaya geçidinin 1-2 metre önünde duracakmışım da arabada oturduğum yerden yaya geçidinin hepsi görünecek şekilde. ''Hoca beni tükettin ya'' dedim. O da bir yandan Almanca söyleniyor. Arabaya ilk bindiğim andaki özgüvenden eser bırakmadı. Ama hakkımı da veren bir cümle söyledi: ''Allahtan kırmızıda duruyorsun''. Sonra şehir içerisinde daha fazla barınamayacağımı anlamış olmalı ki şehirlerarası yola çıkmamı istedi. Biraz rahatladım. Şehirlerarası yolda kural daha az sonuçta. Yayadır, bisiklettir, ışıktır, bu gibi trafiğe mani hadiseler yok. Daha yola ancak çıkıyorduk ki bir levha gösterdi bana: ''Bu ne?'' dedi. Yemin ederim hala o cevap utanç abidem olarak birebir aklımdadır: ''Triangle (üçgen)''. Herhalde o anda hoca yaptığım işi bilmese ''idiot'' damgası vurup beni eve yollardı. Ancak dunkof olduğumu düşünmekle yetindi ve olayı açıkladı. Az daha gittik. Ben döner kavşakta araba varken daha onun gelmesine çok var diye döner kavşağa girdim ve ''döner bizim işimiz'' diye espiri yaptım. Gerçekten de ben kavşakta araba varken kavşağa girilmeyeceğini o güne kadar hiç duymamıştım. Adam ciddi anlamda arabayı benden almayı düşünmeye başladı. Çok üzüldüm. Onca yıldır araba kullanan ve iyi kullandığını sanan birisi için ağır bir duyguydu. Çok da üzüntümü belli etmedim ama. Almanya'da Türküz sonuçta. Moda girmişiz. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyorum. En son yine bir yol ayrımına yaklaşırken içi taralı, düz çizgili bir alandan biraz kestirme yaptım. O noktada hoca da dayanamadı: ''süre doldu, eve dönelim'' dedi. Eve varıp arabayı teslim ettim. ''Seninle çok ders yapmalıyız. Bu yaptıklarının bir tanesi bile ehliyet sınavından kalman için yeterli, sen sayısız hata yapıyorsun'' dedi. Düşündüm: ''kurs parası kapmaya çalışıyor çakal''. Sırıttım. Adam tiksindi ve hatta tiskindi. Ayrıldık.

İkinci dersi bile yapamadan bu hadiseden bağımsız ben Libya'ya gittim. Hocayı da aradım: ''ben Libya'ya gidiyorum. Başka ders yok, kuralınız batsın'' dedim. Libya'da şirket araba kullanmamı istemediği için şöförüm vardı ama ortam aslında tam bizim habitat. Carmageddon. Bulduğun yerden dön, yol kes, refüje çık, korna yap, yayaları tırstır. Hepsi var. Trafik polisi diye bir birim görmedim. Zaten Arap Baharı da taze bitmiş. Tam bir anarşi ve kaos hakim. Oradan Afrika'ya geçtim. Orada zaten yol yok. Bana yine araba vermediler. Suud'da da araç yok bana. Zaten çöl. Bir daha ben arabayı Hollanda'da gördüm.

Hollanda'da da normalde ehliyet değişmiyor ama ben ''high skilled immigrant (nitelikli göçmen)'' vizesi ile gittiğim için verdiler sınavsız ehliyet. Ehliyet de yetmiyor, şirketin iş güvenliği uzmanından da onay almam gerekiyor. Beraber çıktık arabayla. ''Commentary drive'' diyorlar bu hadiseye. Hem sürüp hem de adama neyi neden yaptığını açıklayarak ilerliyorsun. Almanya'da öğrendiklerimi aynen sattım. Hollanda'da iş bisikletler yüzünden iyice karmaşık. Her kavşakta her kaldırımda bisiklet yolu da var. Neyse bir şekilde becerdim, adam verdi yetkiyi. Kapıyı kapatırken dedi ki: ''Ne yaparsan yap, burada bisiklet haklarını ihlal etme. Onlarla sakın kazaya karışma''. İfade daha bir ay önce bana Suud'da: ''Sakın porno ve içkiyle yakalanma'' diyen görevlinin ifadesiyle aynı ama içerik tamamen farklı. Sonraki aylarda baya Avrupalı gibi uyuz uyuz, herkese yol vererek sürdüm. Yol seninse asla yavaşlamayacaksın, yol başkasınınsa muhakkak duracaksın. Makina gibi, tıkır tıkır senkronize. İki kere park cezası yedim, onu da zaten anlatmıştım.

Hikaye böyle bitse iyi ama sonra ben İstanbul'a döndüm. Bütün bu kazmalıktan kurtulup düzgün bir sürücü olmak için aylarım geçmişti. Tabi geri gelince bir anda hemen kazma olamıyorsunuz. Yayalara yol vermeler, kavşaklarda arabalara yol vermeler, hız sınırlarına uymalar, o kurala uy, bu kurala uy. Yaptığım şeylerin doğruluğundan şüphem yok, kitap gibi sürüyorum ama kornalar, küfürler. Yol verdiğim yayalar bile bana sövüyor ''geç de beklemeyelim burda mal gibi'' diyen adam gördüm ben yaya geçidinin kıyısında. Ama en acı darbeyi ''sen böyle sürersen biz hiç varamayız'' diyen yakınlarımdan yedim.

Bugün artık Hollanda'daki halime göre epey kötü bir şöföre dönüştüğümü bilerek sürüyorum var olabilmek için. Ne kadar kural ihlal edersen o kadar ustasın. Taksicilere, dolmuşçulara ve kamyonculara sorsan onlar en usta olduğu için böyle sürüyorlar. Resmen 007-''License to kill'' adamlar ama usta işte. Avrupa'da trafik kelimesi uyum anlamında kullanılıyor, bizde ise tıkanıklık anlamında sonuçta. Bozuk orkestrada düzgün akortla çalmaya çalışınca uyuzlukla suçlanıyorsunuz. Bir arada yaşamaktan haberimiz yok. Belki denesek hepimizin hayatı güzelleşeceği için seveceğiz de. Ama yok, temel eğitim eksik azizim. Asgari koşullar iyi olmak için yetersiz.


Sunday, November 20, 2016

DÜĞÜN DERNEK-2

Baktınız bir süredir yazmıyorum, zirvede bıraktım sandınız değil mi? Öyle kolay değil o iş. Umberto Eco'ya soruyorlar ''ne zaman yazacağına nasıl karar veriyorsun?'' gibisinden. Üstad diyor ki ''çişe gitmek gibi''. Diyelim ki bu gece çişim gelmiş, yazıyorum. Ama belki de gerçekte olan çok daha karmaşıktır. Belki de sandığımız gibi lineer bir zaman yoktur ve ben aslında şu an yazmamın en iyi an olduğunu gelecekten bakarak farkediyorumdur. Ama zamanı lineer algıladığım için ve bir de bana deli demeyin diye ''içimden bir ses'' deyip geçiyorumdur. Felsefeyi keseyim, alt tarafı bir bahane arıyorum, bunların gereği yok şampiyon.

Tekirdağ'daki düğünü anlatıyordum en son, daha doğrusu kınayı. Bu yazıyı tamamlamalıyım çünkü bunu tamamlamadan yeni şeyler yazamadım. Size de oluyor mu? Bitmemiş hikayelerin yeni hikayelere engel olduğu? En iyisi bitirmek.

Şimdi ben bu kına gecesine gittiğimizde bir halt karıştırdığımı düşündüğüm için böyle hiç ses etmeden bekledim haftalarca. Ama şimdi gerekli mercilerle konuyu konuşup adımı temize çıkardığım için gönül rahatlığıyla yazabileceğim. 

Bastık arabayla Tekirdağ-Şarköy'e, aylardan Eylül. Valla daha sonra arabayla Yunanistan-Kavala'ya da gittiğimiz için söyleyebilirim ki İstanbul'dan çıkmak ve geri gelmek her şeyin en zoru. Ama neyse, hikayemiz bu değil şimdi. Otele eşyalarımızı bırakıp düğün evine vardık. Kurt gibi açım. Aman ne göreyim, yerel düğün yemeği. Ev sahibine ''merhaba'' dedim mi hatırlamadan kendimi yemek kuyruğunda buldum. Daha herkes akın etmemiş, ortalık görece sakin. Hemen yedim, kesmedi bir daha yedim. Helva da yedim, kesti. Sokakta bekliyoruz, muhabbet ediyoruz. Bizi çağıran düğün sahibi S.M. dedi ki: ''Kadınlar dans edecek, sen yanımdan ayrılma''. Ne diyeyim? Yön bilmem, iz bilmem, yerel kültürü bilmem. Bazı partilerin çılgın geçeceğini daha ilk anda anlarsınız ya, ortam öyle yüksek enerjili. Bir taraftan müzisyenler alt yapı ve üst yapısıyla 3 jenerasyondan çalgıcılarla sistemi kuruyor, öte taraftan sokağa ışık germek için çılgının teki alakasız bir evin balkonuna tırmanmaya çalışıyor, bir başkası da beton elektrik direğinin altındaki kutuyu tornavidayla kanırtıp elektrik almaya çalışıyor. ''Ayrılmam abi, bi yere kaybolmam'' dedim. Mal gibi elektrikçiyi izlerken adam dedi: ''Genç gel de şurdan tut''. Boku yediğimi farkettim. ''Güvenli mi bu?'' diye sordum. Dayı bana baktı, cigarasının dumanından sulanmış gözleriyle: ''voltaja sokayım'' dedi. ''Aynen'' dedim, önce iş güvenliği sonuçta. Baktım ki mahalle direğinde elektrik prizi çıkışı var. Sokak düğünü için tasarlanmış bir şehirde olduğumuzu anladım. Çabalar sonuç verdi, 5 dakika içerisinde ampuller canlandı, ortam şavkıdı. Ses kontrol de tamam. Rock'n roll. Önce daha genç müzisyenler başladı. Biz rock müzik severler konserlere gideriz, grup elemanlarıdan ikisi yer değiştirir. Mesela basçı davul çalar, davulcu da bas. Sonra herkes büyülenir, adamlara bak ya, her şeyi çalıyolar diye düşünürüz. Ben öyle düşünen kafama...Burada kemancı klarnet çalıyor, yorulunca davul, yorulunca oğluna devrediyor, amcaoğlu klarnet çalıyor, öbürü kemana geçiyor. Enstrumanı olmayan kopiller bille air klarnet ve air kemanla antreman yapıyorlar kenarda. Öyle bir müzik ortamı. Parti iyice coşuyor. O ara bir el omzuma değiyor, benden sorumlu lokal abi: ''gel, erkekler arkaya geçiyoruz''.

Arkada süper bahçe var. Gelinin amcası damacanalarda şarköy şarabı getırmiş. Beyaz var, kırmızı var. Yuvarlıyoruz. 

Sonra beni evin içerisinden dans pisti görünen bir yere götürüyorlar. Sokak çılgın atıyor. Pist çok kalabalık. En dış sandalyelerde pistlerden artık affını istemiş yaşlı kadınlar var. Onlar olayı sadece izliyorlar. Ama adeta olimpik jüri tadında. Belli ki pisterin her türlü tozunu yutmuşlar zamanında. Az sonra ''testi kırma'' aktivitesi yapılacak, ufaktan halay başlıyor. Tempo çok yükseliyor, ayak uyduramayanları halaydan çıkarıyorlar. Adeta atmosferden çıkarken modüllerini bırakan uzay mekiği. Kazmalar dökülüyor. Artık kibarlık yok. Bir iki İstanbullu direnmeye çalışıyor, o kadar hızlanıyor ki rezil olup oturuyorlar. Artık pistte sadece en iyiler var. Yanımdakiler bana testiyi kırabilecek seri başı teyzeleri gösteriyorlar. Öyle herkesin halay başı olabileceği bir ortam yok, ölüm grubu. Sonra bir teyze gözüme çarpıyor, beyazlar içerisinde. Bir insanın bir gruba daha önce böyle hakimiyet kurduğunu çok az görmüştüm. Bir yandan halayı sürüklüyor, bir yandan orkestradaki 3 jenerasyonu azarlayıp tempo tarif ediyor, bir yandan elinde testiyle tansiyonu yükseltiyor bir yandan da etraftaki yamyam çocukları kontrolü altında tutuyor. Çocuklar da öyle aç ki testiyi kafalarında kırsalar bana mısın demeyecekler. Meğer testinin içerisinde şeker ve bozuk para varmış. Bunlar çocuk değil, müptezel azizim. Bu kadar bağımlılık AMATEM'de ancak görülür.

Teyzenin büyülü bir yönü vardı. Ben yıllarını fizikle harcamış bir yüksek mühendis olarak çok eminim ki kablo, ip vb cisimler sadece gerilim ile çalışırlar ama baskı taşımazlar. Yani çekerler ama itemezler. Bu teyzede öyle bir sihir var ki halayı isterse geriye doğru da oynatabiliyor. Gözlerime inanamıyorum. Halay sonu ama halayı kontrolu altında tutuyor, sonra tekrar kendine çekiyor falan. Hiç görmemiştim. Öyle-böyle derken halay horon hızına yakınsarken testiyi kırıveriyor teyze. Şekerli suyla alıştrılmış olduğunu düşündüğüm müptezel çocuklar kırıkların arasından şekerleri toparlıyor. Damadın annesi, halay başlarına birer küçük rakı takıyor Tekirdağ işi. Burada para geçmiyor, kapıları rakı alkol açıyor.

Sonra biz de oynamaya iniyoruz. Normalde erkekler çok oynamıyormuş ama biz coşkudan oynuyoruz işte. Valla ben normalde çok baskı hissetmem ama jürideki teyzeler adeta ayaktan başa bizi süzüyor. Her an eğilip çantalarından aynı anda 1 yazılı tabelaları çıkaracakmış gibi süzdükleri için fazla dans edemiyorum. İşin aslı ortamdaki kalitenin aşırı derecede altında bir performansım var.

Sahnede türlü oyun devam ederken biz de evin üst katına çıkıyoruz. Damat giyinecekmiş, biz de koca adamı giydirecekmişiz. En az 15 kişiyiz. Bir de ortamda viski var. Tekirdağ yapımı değil bu sefer, ecnebi. Aşağıda şarabı çekti ya herkes, viski shot'ları da abartılmış. Her bardakta 3 shotlık viski var. Bir yandan içiyoruz, bir yandan da odadakilere tanışıyoruz. O sıra masaya börek geliyor, aç olanlar yiyor. Ben aç değilim. Viskiye devam. Sonra çoğu kişi damadın yanına geçiyor. ''Lan koca adamı kaç kişi giydirecez ki, saçmalık'' diye iç geçirip mutfakta kaldığımı hatırlıyorum. 3 kişi kalıyoruz. O an oda boşalınca bazı ayrıntılar daha çok dikkatimi çekmeye başlıyor. Özellikle de masada duran ve hiç dokunulmayan o üzeri kızarmış koca bir tepsi baklava. ''Bu neyki lan'' diye üzerindeki folyoyu kaldırıyorum. Etrafıma soruyorum ''biz İstanbullu'yuz, biz de bilmiyoz'' diyolar. Bu viski mereti de tatlı çektiriyor. ''Lan yenmeyecek bir şey olsa burda işi ne'' diye hop bi tane attığımı hatırlıyorum. Diğer iki tip biraz tırsmış gibi bakıyorlar. ''Ezikler'' diyorum. En ortadan kilit parçayı çekmişim. Bir bok yediğimi sezmiş olacağım ki aluminyum folyoyu örtüp, damadın yanına gidiyorum. Adamı baya giydirmişler zaten. Çorap ve ayakkabı kalmış sadece. İyi don-gömlek kısmını atlatmışım en azından. Sonra hep beraber kına yakılırken ağlayan gelini görmeye gidiyoruz. Bu ritüel telekomunikasyon ve ulaşımın olmadığı çağlardan kaldığı için bayağı saçma aslında ama jüri gözyaşı olmadan tam puan vermiyor. ''Eşekle 8 saate gelir artık İstanbul'dan'' diyerek bu adeti aşağılıyorum. Gözü yaşlı ihtiyar jüri teyzesi ''8 saat olsa iyi, cuma akşamı Tekirdağ yolu tıkanıyor'' diyor. 

Ben bekliyorum ki gelin de ağladı, testi de kırıldı, yedik içtik, daha ne olabilir ki? Bizim baklavanın örtüsü açıldığında ben çoktan büyüklerin elerinden öpüp arazi olmuş olurum. Zaten saat de geceyarısına geliyor. Ama bakıyorum daha bizim 50 yaşından büyük jüri kitlesinde bile bi eve gitme arzusu yok. Yaşlı bi teyzeye soruyorum; ''Teyze güzel oldu, bitti değil mi?'' Yanıtlıyor: ''Yok ya daha damat uyandırmaya gitcez''. Anasını satayım sanki Şarköy'de kına gecesine gelmedik de Rio'da samba festivaline geldik. Sırıtıyorum teyzeye. ''O nasıl bi şey diyorum?'' Anlatıyor heyecanla: ''Şimdi damat başka bir eve yatmaya gidecek, biz de şarkı-türkü söyleyerek ve dans ederek damadın uyuduğu eve gidip evin önünde gürültü yapacağız, sonra kız tarafı erkek tarafına tatlı verecek ve damat uyanacak'' diyor. ''Ananı, baklava'' diyorum gayri ihtiyarı. Teyze diyor: ''Ananı çiftetelli'' 

O sırada damadın arkadaşlarından birisi beni göstererek: ''bu arkadaş baklavayı gördü'' gibi bir şey söylüyor kalabalığın ortasında. Belki normalde yapılması gereken sırıtıp geçmek ama suçluluk psikolojisiyle: ''ne alaka lan, çok saçma'' diyorum. Ortam buz gibi oluyor. Yeni yeni tanışıyoruz zaten. O an psikopat cins etiketini yemiş olmalıyım. Tanıdıklarım bile bana bu gözle bakıyorlar o an. Şarabımı yudumluyorum. O arkadaş olur da bu yazıyı okursa beni affetsin, psikolojim dağılmış.

Derken türlü rakı armağanından sonra orkestra bize darbuka ve zil veriyor. Başlıyoruz çala-oynaya şehrin ana yollarından damada gitmeye. Birisi de atar yapacak diye korkuyorum saat sabah bir veya iki ve 50 kişi göbek atıyor. Bir traftan da aklım baklavada. Lan bi de duyuyorum sağda solda ilk baklavayı damat yiyecekmiş falan. ''Nah yer'' de denmiyor tabi. ''Siz şok güzel ortam, şok güzel adetler'' diye turiste mi yatsam acaba? Bizim halk gavur sever sonuçta. Neyse derken varıyoruz damat evine. İşte teatral sahneler, bizi eve sokmuyorlar falan. Sonra baklava geliyor. Hemen kalabalığı yararak baklavanı başına varıyorum. Bu suç mahaline ilk dönüşüm. Baya iyi iş çıkarmışım, şu baktığım yerden baklavanın yendiği hiç belli değil. Düşünüyorum az sonra damadın annesi tepsiyi alıp folyoyu kaldıracak ve şoklar içerisinde bayılacak. Bunu gören damadın atarlı akrabaları ''kim yedi lan bu baklavayı diye bağıracak?'' O sırada da daha önce beni ve baklavayı aynı cümlede anan damadın arkadaşı ''Ben biliyorum, o sakallı bebe yaptı'' diyecek. Acaba dedim o çocuğun kafasına sert bi cisimle vursam mı? Ama sonra dedim bi tane dandik baklavadan böyle olduysam, direk Raskalnikov'a bağlarım. Vazgeçtim.

Neyse, tepsi içeriye alındı. Çığlık falan duyulmadı. Sonra bize de tatlıdan dağıttılar. Ben yemedim. ''Çok güzel, yesene'' diyenler oldu. ''Biliyorum güzel olduğunu, ben yedim'' dedim. Sarhoşum sandılar. Damat ve gelin sorunsuz kavuştu. Saat sabahın ikisini geçti. Kına gecesi bitti dediler. İnanamadım çünkü bu Brezilya kafasıyla çıplak denize gireceğimize neredeyse emindim. Sonra o yaşlı teyze yine yanımda bitti ve dedi ki: ''şimdi de bir battaniyeye kaynanayı koyup, ateşin üzerinde sallayacağız''. Hiç şaşırmadım olan onca aksiyondan sonra, dedim ki: ''çıplak denize gireriz diye düşünmüştüm''

İşte geçen gün bu damat ve gelini gördüm. Mevzuyu anlatıp günah çıkardım. Ancak ondan sonra bu yazıyı yazıp mevzuyu kapatma kararı aldım. Aslında buna hep dikkat ederdim, bilmediğim bir kültüre girdiğimde aksiyon almaya başlamadan önce iyice gözlem yapardım. Bu beni çok ülkede kurtaran, güçlü bir silahtı ama bir an çiftetelli coşkusundan hata yaptım.

Düğün-dernek sezonu bu sene böylece bitti.












Friday, September 30, 2016

DÜĞÜN DERNEK-1

Bu yaz amma evlilik yaptı muhtemelen her yaz yaptığı gibi. Zamanında Diyarbakır'da İsveçli, İsviçreli ve Fransız mühendislerle paylaştığımız bir ev vardı arkasında düğün salonu olan. Gavurlar oraya wedding factory (evlilik fabrikası) adını takmışlardı. Hafta içi-sonu farketmez, istisnasız düğün olur, zurna, zılgıt, silah sesleri ortamı şenlendirirdi. Adamlar alışmış, sakince camlardan uzaklaşır, halıya oturup aileleriyle internette görüşür, görüşmezlerse bana ''neden bu kadar düğün oluyor? neden müzikte iniş çıkış, nağme ve titreşim çok?'' gibi ipe sapa gelmez sorular sorarlardı.

Bu yaz hakikaten de ne çok düğün oldu. Elbet hep oluyordu ama ben kendi düğünüme bile bir hafta kala gelebilmiştim, bir platformda mahsur kalmıştım. Herhalde kariyerimde toplam iştirak edebildiğim 4-5 düğün ancak olabilmişti. Bazı çok olmak istediklerim de böyle geçip gitti. Ama bu yaz olanı bu sayının çok üzerine çıkmama vesile oldu.

Genel olarak bizim şehirlerde gittiğimiz düğünler dünyanın neresine gidilirse gidilsin benzer. Farklar öyle çok marjinal değil. Geliyor arada gavur arkadaşlar, fazla yadırgamadan oynayıp gidiyorlar. Harmandalı yerine vals var, çiftetelli yerine disko, halay yerine de lambada. İşte bunlar hep küreselleşmenin handikapları. Nereye gitsek, her şey birbirine benzemeye başladı. Bekarlığa veda bile gelmiş ama utangaçlıktan tam da hakkı da verilemiyor. Öyle arada-derede şimdilik. Ama gelmiş işte. Bana göre küreselleşme şu: New York'a gider şaşırmazsın da Şarköy'de nevrin döner ya, işte bu küreselleşme.

Bu yıl iki derin gözlemim daha oldu hayata dair. İnsanın en büyük iki mucizesine tanık olduğumu düşünüyorum. Bu ne konuşması ne de yazması insanın. İlki, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı becermesi ve ikincisi de takı törenindeki takılar hep öyle kalacakmış gibi neşe içinde sırıtması. Oysa bütün olasılıklar düşünüldüğünde bile, takılar ya düğün masrafına gidecekler, ya zaten ailenin sağa sola dağıttıkları geri geliyor, ya da getirenlere evlilik-çocuk doğumu vb diye geri gidecekler. Ama o ortamlarda bu bilinçten çok uzak bir insanlık göze çarpıyor, hem de her seferinde. Her takı töreninde, John Nash tekrar tekrar ölüyor kabrinde, her neyse...

Şimdi ben bu yaz başı düşünüyordum bu düğün-dernek işleri dünyanın bütün şehirlerinde benzer ve dünya bu aynılıktan bayıyor. Yerel ve farklı olan daha anlamlı geliyor artık herkese. Bir kaç arkadaşıma da söyledim Hollanda'dan, Almanya'dan, İskandinavya'dan falan yerel düğüne turist getirsek, bu organizasyonları satsak falan diye. Burada her bahse girerim, gavuru zerre tanıyorsam her türlü parayı ödeyip gelirler bizim yerel organizasyonlara. Müzik, içki, yemek, kültür, dans ve daha neler neler. Ne ister ki bir turist başka? Tabi ben de bu yerel organizasyonları kendim de çok bilmiyordum ama öğrendim. Sağolsun Trakyalı arkadaşlardan evlenenler oldu ve oradaki organizasyonlara katıldık. Şimdiye kadar evlilik hazırlıklarından panik olanlara hep şunu derdim: ''rahat olun, ben hiç evlenemeyen görmedim'' ama Tekirdağ'daki fantastik ortamlardan sonra diyebilirim ki başınıza kına gecesine her şey gelebilir ve evlenemeyebilirsiniz. Çünkü her şey çok çılgın ve biraz da tehlikeli. Resmen motto şu: madem bir kez evleniyoruz, adam gibi ölelim.

Bu blogun ileriki yazılarında bazı kına-eğlence ritüellerine yer vereceğim ama şöyle başlıkları sıralayarak bir girizgah yapmak istiyorum bu seferlik ki sizi uzun bir yazıyla sıkmayayım: içki, parayla satın alamayacaklarınız da dahil. Gelinin amcasının sevgiyle mayaladığı damacanalarda şaraplar, su şişelerinde boğma rakılar. Müzik, halay ve dans. Öylesine ki temel fizik kurallarına ters şeyler gördüğümü düşünüyorum bu danslarda, anlatacağım.  Yerel müzisyenler, öyle ki bunlar hakkında sonsuz yazabilirim. Testi kırmaca, damadın arkadaşlarını dövme özgürlüğü, damadı denize atma, kaynanayı ateş üzerinde sallama, sabahın ikisinde damat uyandırma, gizemli baklava ve ötesi için sonraki yazılarımı bekleyeceksiniz ama işte böyle bir fantaziler geçidiydi.

Globali tükettik, yerele abanalım. Her şeyin yavaşı moda oluyor, ben de yavaş evlilik (slow wedding) başlatıyorum. Yine iyisiniz köftehorlar, yeni bir trend set edişime denk geldiniz. Seneye herkes köyünde evlenir artık. Görüşürüz.







Sneak Peek:

Tuesday, September 6, 2016

İlk Kısa Öykü Denemem


Canım yeğenim Can İlber’in anısına….








Bir insan aramızdan ayrılır, insanları değiştirir. İnsanlar değişir, insanlık gelişir.




















Övgü TOKÖZ
2016-İstanbul
KÖKLER

Mart 2025


Ahmet Bey’in telefonu İsviçre ülke koduyla arandığında, oğlundan gelen günlük bir arama olduğunu düşünerek  ekrana baktı. Artık 57 yaşındaydı. Dükkana yılların alışkanlığı ile geliyor, satışa ve mal alımına karışmadan patronluk taslıyordu. Çıraklar da, müdürlüğü emanet ettiği genç akrabalar da durumun farkındaydı ama herkes rolünü oynuyordu. Genç çocuklara dükkanın önünü temizlemeleri ve çayı demlemeleri yönünde talimatı çoktan vermişti. Herkes onlarca yıldır işlerin böyle yürüdüğünü bilirdi ya yine de kısıtlı patronluk imkanı olduğu için bu fırsatları tepmiyordu. Alnında biriken teri sildi. Havalar Mart’ta hiç böyle sıcak olmazdı evvelden. İsviçre’deki oğlundan duyduğu küresel ısınma ve karbon salınımı mevzularını herkese satmış olmanın haklı gururuyla sırıtmaktaydı. Esnaf ona artık ‘’Karbon Ahmet’’ deme noktasındaydı. Oğluyla öyle gurur duyuyordu ki, takılan bu isimler umrunda bile değildi.

Telefonu açtı, konuşmadan olduğu yere çöktü ve ağlayarak bağırmaya başladı.



Ekim 2024

Mehmet bir grup yüksek lisans ve proje arkadaşı ile Cenevre’de bir barda bira içiyordu.  Henüz geleli 4 gün olmuştu ve yerleşememişti bile. Fransız arkadaşının yanında masaya Nubar da geldi. Sohbet İngilizce dönerken mevzu Türk yemeklerine gelince Mehmet annesinin sarmalarından bahsetti. Henüz tanımadığı yabancı, kırık Türkçesi ile sordu: ‘’Zeytinyağlı mı, etli mi?’’ Bu çok uluslu ortamda böyle bir uzman sorusunu hem de Türkçe hiç beklemiyordu. ‘’Zeytinyağlı ama tarçınsız’’ dedi. Muhabbet buradan aldı yürüdü. Özel mevzulara pek girmeden ama samimi bir sohbet bütün gece sürdü aralarında. Nubar da lisans sonrası eğitim için Cenevre’deydi ve tuttuğu dairede hala bir kişilik yer vardı.  Teklif etmeden önce Mehmet’i tartmayı tasarladı. Ailesinin kökenlerinin dayandığı İstanbul’dan gelen bu çocukla zaman geçirmenin kendisini tanıma yolculuğunda faydası olacağını düşünmüştü. Eninde sonunda dedesi ve babannesinden her gün duyduğu bu dili konuşan birisi idi Mehmet. Kendisi de onların yanında epey Türkçe öğrenmiş ama asla çok konuşma fırsatı yakalayamamıştı.  Mehmet de dedesinden yıllarca çocukluğunun İstanbul’undaki Ermenileri dinlemiş ama artık bulundukları muhitte kimse kalmamış olduğu için tanışamamıştı. Gecenin sonunda Nubar, ertesi gün apartmandaki odayı göstermek üzere Mehmet’i davet etti.

Mehmet odayı gördüğünde küçüklüğüne inanamadı ancak öte yandan da bir an önce yerleşmek istedi. Yıllardır ticaret yapan, Anadolu’ya kundura dağıtan bir ailede kendisini bildi bileli varlıklı idi. Şimdi bu mütevaziliğe alışması zaman alacaktı ama mekanların insanlarla güzelleştiğine inanırdı. Bu yüzden çok dert etmedi. Bu Nubar kafa dengi diye düşündü. Aynı gün hosteldeki iki valizi ve bilgisayar çantası ile odaya yerleşti.

Günler günleri, mevsimler mevsimleri, muhabbetler muhabbetleri kovaladı…



Mart 2025:

Nubar, telefonunun üçüncü çalışında söverek saatindeki cevap tuşuna dokundu. Arayan fakülte dekanıydı ve Nubar’ı görmesi gerekiyordu, derhal okula gelmesini istedi. Nubar da pazar günü erken saatte kendisinin okula çağrılmasından dolayı önemli bir şey olsa gerek diye düşündü. Yataktan kalktı, duşa gitti. Mehmet’in oda kapısı kapalıydı. Halen uyuyor olmalıydı, kim pazar günü sabahın köründe uyanırdı ki! Espresso’sunu ve kruvasanını yuvarlayıp, evden çıktı.

Dekanın odasına vardığında tatsız bir durum olduğunu anladı. Dekan ayağa kalkarak, Nubar’ın yanına yaklaştı, lafı uzatmadan ‘’Kötü haberlerim var, Mehmet’i talihsiz bir kaza sonucu kaybettik’’ dedi. Nubar’ın kötü haber beklediği yer artık 78 yaşında olan, uzun süredir bugünden çok geçmiş hikayelerinde yaşayan dedesi Amo idi. Mehmet’in adını duyunca koltuğa çöktü. Bir süre karmaşık duygularla oturdu. Fazla bir şey de düşünemedi. Beyni fazla mesai yapan bir bilgisayar gibi çalışıyordu. Bir taraftan anıları, bir taraftan kendi sevdiği yakınlarını, bir taraftan Mehmet’in daha dünkü imajını, ortak yürüttükleri projeyi ve şimdi ne olacağını düşünürken, öte taraftan da gözyaşlarıyla mücadele ediyordu. Yaşanan bütün güzel anılar, şimdi en büyük lanete dönüşmüştü. Tıpkı bir bilgisayarın fazla yüklenmede ısındığı gibi Nubar’ın da kulakları ısınıyordu. Ne kadar zaman geçtiğini farkedememişti ama dekan sessizliği bozdu: ‘’Aileye haber vermeliyiz, Türkçe’’. Nubar bu göreve hiç gönüllü olmasa da kabul etti. Elini yüzünü yıkayarak odaya döndü. Okulun psikolojik danışma servisinden de bir kişi odaya geldi. Nubar’a nasıl yapılacağını açıkladı: ‘’Kendini tanıt, kısa tut ki karşındakinin adrenalini yükselmeden haberi hızlıca ver. Şok olmaları, stresi yükseltmemizden iyidir’’. Nubar’ın aklına yatmıştı. Bu boktan hadise yaşanmıştı, söylemenin daha az acıtacak bir yolu yoktu. Dedesini düşündü, hiçbir zaman, hiçbir mevzuyu direk söyleyemezdi. O doğulu tavrı hiç bırakamamıştı. Acaba Mehmet’in babası Ahmet de o tarza mı alışıktı? Müdürün masasındaki bilgisayara sesle arama komutunu verdiler.

********

Çalışanları Ahmet Bey’i eve götürdü. Karısı Münevver Hanım’a haberi kendisi vermek istedi. Başkası dese de inanmazdı zaten Münevver Hanım oğlunun kaybına. Gelen telefonları açacak gücü bulmaları üç gün sürdü. Dükkanı konsolosluktan bir görevli aramıştı. Cenaze işlemleri için birisinin konsoloslukta işlemleri takip etmesi gerekiyordu. Ahmet Bey o an oğlunun yabancı dil öğrenmesi için yaptığı baskıların haklılığını anladı ama böyle tasarlamamıştı geleceği. Hangi gelecek ölüm düşünülerek tasarlanırdı ki zaten. Hayatı boyunca Türkiye dışına çıkmamış, tutuculuğundan sebep hiç uçağa binmemişti. Aklına oğlunun ne olur ne olmaz diye verdiği Ermeni çocuğun telefon numarası geldi. Hem kötü haberi veren de oydu. Çocuğun az buçuk Türkçe konuşabildiğini hatırladı. Mehmet uzun uzun anlatmıştı Nubar’ı, ailesinin İstanbullu oluşunu. Ahmet Bey sevinmişti de bu duruma ama yine de oğlan Ermeni ile kalıyor diyememişti esnaf arastasında. Bu düşüncelerle telefona gitti, Nubar’ı aradı yardım için.

Nubar telefonu açtı, acılı baba lafı dolandırdı, tıpkı Amo dedem gibi diye düşündü Nubar. Zaten Nubar da dedesi gibi oluveriyordu duygusallaşınca. Bir an borçlu hissetti kendisini Ahmet Bey ve Münevver Hanım’a. ‘’Tamam, ben hallederim’’ dedi. Dil bilmeyen bu adama yardım ederken Paris’e ilk taşındığı zamanki dedesine yardım etmiş gibi hissetti. Dilini bilmediğin bir yerde, evinden uzakta, hayatın zorluğu başka şeye benzemezdi. Bu duygu Nubar’a tanıdık değildi ama dedesi o kadar çok anlatmıştı ki adeta kendisi yaşamışçasına bilirdi gurbeti. Dedesi hiç anlatmasa, haftada bir İstanbul’dan Paris’e gelişlerini anlatırdı. On yaşındaydı dede. Fazla bir şey getirememişti ailesi, en azından canları sağ idi. Yolculuk büyük bir çile ile geçtikten sonra, bu lisanını, yemeğini bilmedikleri yer fazlasıyla zorluk çıkarmıştı. Küçük Amo İstanbul’da babasına ayakkabı imalat ve tamiratında yardım ediyordu. Paris’e doğru yola çıkarlarken her şeyi geride bırakmış, sadece tamirat için gereken kargaburunu; o çocuk haliyle yanına almıştı. Başta sıla özlemi azdı, mücadele çoktu. Neden sonra bu koşuşturmalar bitip günlük hayat rutini başlayınca bir büyük özlem oluşmuştu içlerinde. Mahalleler, komşular, alışılmış ama geride bırakılmış bir hayat standardı, ana-baba toprağı. Şimdi bir telefonda dedesinin bütün bu duyguları içine doluvermişti Nubar’ın.

Ertesi gün, Nubar Türkiye Cumhuriyeti Cenevre Başkonsolosluğu’nun yolunu tuttu. Ölüm belgesi, otopsi raporu, cenaze şirketinin ayarlanması, uçak ve kargo şirketiyle görüşülmesi… Bir dolu işi halletmesi 10 günü buldu. Aslında Mehmet’le bu kadar yakınlaştığını da farketmemişti onun varlığı sırasında. Ölümü sonrası gereken prosedürlerin her aşamasında bulunma isteği ona yeni bir şey öğretiyordu. Sevdiklerimiz ölümlerinden sonra bile bizim için korkunç olamıyorlardı ve onları uğurlamak bizzat yapmak istediğimiz bir şey haline geliyordu. Tren kalkmadan, gardan ayrılamamak gibiydi bu, sonuna kadar camın önünde bekleme duygusu. Her gün uzun uzun Ahmet Beyle telefonda konuştular. Okul, işlerin hallolmasında yardımcı olmak adına kendisine bir araç da tahsis etmişti. Okul ve proje dışında kalan çoğu zamanı cenaze işleri ve Mehmet’in eşyalarını toparlamakla geçirdi. Ne zordu gurbette ölüp, o ölü bedeninle vatanına dönmeye çalışmak. Yorucudan da öte, bitmişssin zaten. Böyle zamanlarda arkadaşlarının koluna girmeliydi insan, nihayetinde koltuk değneği yoktu ölülerin.

Bürokratik işlemler tamamlandığında sınıf arkadaşlarından oluşan bir grup cenaze ile birlikte Türkiye’ye gitmek istedi. Mehmet, Nubar’ı defalarca davet etmişti İstanbul’a ama Nubar dedesinin İstanbul anlatısı ile babasının İstanbul anlatısı arasında hep kararsız kalmıştı. An gelir, hayatın akışı kararsızlıklarımıza  noktayı koyar. Verilemeyen karar, verilmişti. Şimdi Nubar İstanbul’a gidecekti, yollar biraz da iradesi dışında çizilmişti. Çözümü ertelenmiş sorunlar çözüldüğünde gelen rahatlama ile gökyüzüne baktı. Gökyüzü her yerde aynıydı, insan her yerde aynıydı.

Babasını aradı, durumu anlattı. Babası Aram belli ki çok da sevinmemişti ama belli etmemeye çalıştı. Dedesi Amo’nun yaşadıkları için hep Türkiyeyi sorumlu tutardı babası. Dede istedi telefonu babasının ardından. Babasının aksine sesi çok mutlu geliyordu. İnsanın memleketi çocukluğu idi eninde sonunda. Amo Dede de 10 yaşında terkettiği şehre torununun gidişine oldukça sevinmişti bu nedenle. Sordu:

-Evlat, kaydedebilecek misin?
-Söyle dedem, kayıttayım.

Dede konuştu. Dedenin huyuydu, konuşmaların sonunu dinlemezdi. Diyeceğini bağırarak söyleyip telefonu kapattı.

Ertesi gün sınıf arkadaşları ile Cenevre Havaalanı’nda buluştular. Mehmet’in cenazesi ile aynı uçakla İstanbul’a doğru yola çıktılar. İstanbul’a indiklerinde aile, öğrenci grubunu karşıladı. Ahmet Bey ve Münevver Hanım ‘’Nubar kim?’’ diye sorarak, aradılar çocuklarının anısını. Bulduklarında ağlayarak sarıldılar. Bazı akrabalar da cenaze işleriyle ilgilendiler. Aynı günün ikindisinde cenaze namazı için cami’nin yolu tutuldu.

Namaz kılındı, imam sordu: ‘’Nasıl bilirdiniz?’’ Herkes: ‘’iyi’’ derken, Nubar: ‘’Dünyadaki ekonomik adaletsizliğe kafayı takmış’’ diye geçirdi içinden. Mehmet dünyadaki en zengin yüzde birin, global ekonominin yüzde seksenini yönetmesi üzerine düşünürdü hep. Durum yıllar geçtikçe daha da kötüye gittiği için, haksız da değildi. Mehmet ve Nubar Birleşmiş Milletler destekli bir projede beraber çalışıyorlardı. Proje internet ortamındaki tüm datanın değerlendirilmesi sonucu tarihi olayların bilgisayar hakemliğinde sonuçlandırılıp sonuçlandırılamayacağının bir pilot projesiydi. Proje kapsamında incelenen olayların başında 1915 olayları geliyordu. Nihayetinde insanın duygularının karıştığı işlerde karar vermek oldukça güçleşiyordu. Nubar ve Mehmet defalarca beraber yaşadıkları evde banyoyu o hafta temizleme sırasının kimde olduğu konusunda tartışmıştı. Bunun için bile zar-zor uzlaşan insan, elbette 1915’den kalma büyük veriler içeren konularda bir sonuca varmakta yetersizdi.  BM de madem bilgisayar teknolojisi böylesine gelişti neden bir pilot proje başlatmayalım demiş olacak ki veri uzmanı yazılım öğrencileri ve hukukçular ağırlıklı olmak üzere birçok kişiyi davet etmişlerdi. Pilot proje bir sonuç verirse, 193 ülkenin yararlanacağı büyük bir hakemlik yazılımı için yol açılmış olacaktı. Belli bir yol alınmıştı projede ama hala çok yeni sayılırdı. Proje ilerledikçe insanlar mevzuları konuşmayı tamamen bırakıp, bilgisayarlara umut bağlama eğilimine girmişlerdi. Oysa insanın en büyük alamet-i farikalarından birisinin konuşarak anlaşmak olduğu söylenirdi. Yalan. İnsan konuşsa bile hayvanların en zor uzlaşanıydı ve açığını kapatması için bilgisayarlara ihtiyaç duyar hale gelmişti. Üstelik her taraftan lobiciler analiz yazılımının tarafsız olmaması adına yoğun bir baskı içerisindeydiler. İnsan, bilgisayarın da kanına girmeye çalışıyordu kısaca. Etkilenmiyor da değillerdi hani. Hem Türk hem de Ermeni tarafları, veri analizlerinin sonuçlarını kendilerine yontma konusunda, yazılımdaki en ince ustalıklarını konuşturmalarını istiyorlardı onlardan. Mehmet ve Nubar eve gidene kadar bunlar üzerine tartışıp duruyorlardı. Nubar bugün anladı ki insanın asıl büyük yetisi konuşması falan değil, hiç ölmeyecekmiş gibi kavga edebilmesiydi.

Düşüncelerini onu öpmek üzere kendisine çeken Mehmet’in bir akrabasının yarattığı panik bozdu. Adam ekledi: ‘’Başınız sağolsun’’, Nubar başıyla selamladı.

Cenaze sonrası eve geçildi. Bir kaç saat sonra öğrenci grubu ayrılmak üzere izin istedi ve ayağa kalktılar. Nubar iki gün daha kalmak üzere bir hostel tutmuştu. Kapıya yürürken Münevver Hanım elinden tuttu ve ekledi: ‘’Sen kal Nubar, Mehmet’in son aylarını anlat bize’’. İşte dedemin tarzı diye düşündü Nubar. Bu sarmala girildiğinde çıkış olmadığını bilecek kadar tanırdı bu ekolü. Yine de bir Avrupalı gibi ‘’tamam’’ deyip oturamazdı.
-Sağolun, hostelde yerim hazır.
-Hayatta bırakmam, burası senin evin. Sen bizim evladımızsın bundan sonra.

Şimdi olmuştu, artık kabul edebileceği kadar ısrar görmüştü. Sessizce tek omuzuna astığı çantasını yere doğru kaydırdı. Diğer öğrencilere de ısrar edildiyse de onlar için sonuç değişmedi. Arkadaşları ayrıldıktan sonra Nubar oturdu, Münevver Hanım’a Mehmet’in Cenevre’deki son aylarını anlattı. Çokça ağladılar, az da olsa gülümsediler, geceyi ettiler. Nubar da yeri geldikçe dedesi Amo’nun küçük yaşındaki göç hikayesinden, büyük dedenin İstanbul’daki işlerinden, mahallesinden, artık hayatta olmayan ninesinin babannesine öğrettiği yemeklerden, 1955 Eylül’ünde yaşanan korku hikayelerinden bahsetti. Münevver Hanım ve Ahmet Bey yeri geldi başkaları adına utandı, yeri geldi oğlunun sağ iken bu konularda ne düşündüğünü sordu, yeri geldi ‘’Biz cahiliz’’ deyip işin içinden çıktı. Yatma saati geldi çattı. Işıklar söndü. Herkes uyku ile cebelleşmek üzerine yataklarına çekildi. Artık uyku, her zamankinden zordu bu evde.

Sabahın ilk ışıklarıyla gözleri açıldı Nubar’ın. Dün büyük bir kalabalık ve kaosa sahne olan evde bugün derin bir sessizlik hakimdi. Günleden pazartesi olması nedeniyle yaşlı yakın akrabalar dışında kimse kalmamıştı evde. Herkes işine gücüne akmıştı. Öte yandan bu talihsiz kaza yaşanalı zaten iki haftayı buluyordu. İnsanlar yavaş yavaş bu acı gerçeği kabullenerek, işlerine dönme çabasına girmişlerdi. Yavaşça doğruldu ve odadan çıktı. Yüzünü yıkamaya giderken mutfakta kahvaltının hazır olduğunu gördü. Oturdu, sessizce Münevver Hanım ve Ahmet Bey ile kahvaltısını yaptı. Sabahlar hep zordu. Gün boyunca insan kaybına kendisini ikna etmekle meşgul oluyor ve akşama doğru bunu kabullenmiş oluyordu. Ancak sabah gözünü açtığında hikaye yeniden başlıyordu. Kayıp akla düşüyor, acı bir göğüs ağrısı ile yeniden telkin süreci başlıyordu. Günler böylece sürüp gidiyordu işte. Bu nedenle Münevver Hanım, sabahın bu saatinde gözleri yaşlı çay dolduruyordu bardaklara. Önünde kendisini tekrar ikna etmesi gereken uzun bir gün vardı, hazır olmalıydı.

Buna karşın Ahmet Bey çareyi sokaklarda yaptığı uzun yürüyüşlerde bulmuştu son iki haftada. İnanmakta zorlandığı bu evlat kaybını yürüyerek aşmaya çalışıyordu. Kilometrelerce yürüyor, bıkmadan yürüyor, zihnini meşgul tutuyordu.

Kahvaltı bitince Ahmet Bey, yine yürüyeceğini belirterek Nubar’a sordu:
-Sen de gelmek ister misin evlat?
-Aslında gitmek istediğim bir adres var.
-Neresi? Yürürüz.

Nubar kol saatine dedesiyle yaptığı konuşmayı kaydetmişti. Tekrar oynatarak Ahmet Bey’e adresi dinletti. Ahmet Bey:

-Bugün dükkana uğrayasım yoktu ama kalk gidelim, açalım.

Nubar şaşırdı, düşündü, kavramakta zorlandı. Münevver Hanım ağladı, ki zaten ağlamakta olduğu için neye ağladığı bilinemezdi. Ahmet Bey her şeyin üzerini bir örtü gibi kaplayan, her duygudan daha yoğun bir duygunun altındaydı. Hayata evlat acısı perdesinin ardından baktığı için kafasının işlemesi ve tepki verip şaşırması beklenemezdi zaten.

Nubar şaşkınlıkla sordu:
-Ben kimim?
-Sanırım ustamin oglu Amo’nun torunusun, dükkanın sahibisin. Yolda anlatırım.

Ahmet Bey yolda 1955’de giden ustasından ve Amo’dan bahsetti. İnsanlar, onları ayıran onca bariyere rağmen ne kadar da iç içe hikayeler barındırıyor diye şaşırdı Nubar. O an anladı ki BM projesi Mehmet ve Nubar’ın değil, Afrika’da iki ayağı üzerine kalkıp yürümeye başlayan atalarının projesiydi.












Saturday, August 13, 2016

YENİDEN İTALYA-2

Bu yazıyı Yeniden İtalya-1'den bir hafta sonra yazmam gerekiyordu ama bir sürü şey olduğundan bir türlü başına geçemedim. Hangimizde verim-üretim hali kaldı ki ben suçlu olayım. Mal gibiyiz. İzlanda'da bisilet turu, Endonezya'da dağ yürüyüşü hayali kuracağım yaşlarım TV karşısında açık oturum izleyerek geçiyor. Dönelim İtalya'ya.

Milano'dan atladık trene Ligure' de Santa Margherita' ya gittik. O kadar çok özlemişim ki bu sakinliği. Valla bir sipariş veriyosun, bir kahve, bir dondurma istiyorsun da barista hiç acele etmeden tadını çıkara çıkara hazırlıyor ya, hastasıyım. Neredeyse ''daha da yavaş'' diyeceğim. Bu sindirerek, güzelce yapma halini öyle özlemişim ki. Ben adamın hazırlayışındaki ahestelikten utanıp laps lups yadiğim yemekleri çiğneye çiğneye yedim yemin ediyorum. Şimdi İtalyan trattoria'larında neler yediğime girersem çıkamam da burdan kısaca yazayım: her şeyi yedim. Sağolsun oteli de İtalyan arkadaşların aracılığıyla tuttuğumuzdan, o da güzel bir yerdeydi. Bu şehri merkeze alıp etrafı gezdik.

İlk dikkatimi çeken şey ebeveynlerin oldukça ileri yaşta olmalarıydı. Çocuk var, anne-babasıyla geziyor ama dedesi de olabilir. Bildiğin çocuk sahibi olma yaşı 40lara dayanmış belki geçmiş. Nerden anladım? Çünkü daha dikkatli bakınca 70-80 tayfasının da torun gezdirdiğini sezdim daha sonra. İtalyan sayfiyeliği de anane ve babanneye atılıp gidilen ve anne-babası Lombardia'da endüstriye köle olmuş beyaz yakalıların çocuklarıyla dolu. Tek iyi tarafı yavaş yaşadıklarından İtalyan 70'i bizimkine denk değil. Bildiğin bisikletle scooterla gezme yaşı.

İkinci gün dedik 5km Porto Fino'ya yürüyelim. Bizi sağolsun uyardı otelci: ''orası çok pahalıdır, yemeğinizi burdan götürün''. Sağolsun valla turizmci böyle olur. Zaten ekonomik turistlik de Avrupa kültürünün bir parçasıdır. Doldurduk panino'larımızı, yola düştük. Hayatımda yürüdüğüm en güzel rotalardandı. Yol boyu sol tarafımızda dünyanın en iyi denizlerinden birisi. Mest ola ola yürüyorum denizi seyrederek. Şöyle aşağı yukarı 2-3 km yürümüştüm ki o berrak ve pürüzsüz suda bir köpüklenme bir kabarcıklanma, olağandışı bir kıpırdanma yakaladım. İtalyanlar denizde pek yüzmezler. Suya girmek için ''bagnarsi'' fiilini kullanırlar. Bi ıslanıp gelmektir amaç. Önemli olan Berlusconi ten rengine ulaşmaktır plajda. Bu nedenle şamandıraları falan da hep yakın olur ve dolayısıyla yüzme alanı dardır. İşte o alan içinde bir çırpınmaca. Boğulma var diye indik sahile, baktık herkes çok tedirgin. Ben biraz daha yakından süzdüm olayı ve hemen çözdüm. Bu bir Anadolu kelebeğiydi. Bağırdım hemen: ''sakin olun, bu bir anadolu kelebeği, Turco''. Herkes oturdu. Zaten 2-3 dakika sonra bizim yiğido köpeklemeye geçti. Baktım göbeğini içeri çeke çeke sudan çıkıyor, gittim yanına: ''birader burda bari yapma, millet tedirgin oldu'' dedim. Koçum benim ya, içten içe de sevindim milli tekniğimizle şovunu yaptı orada. Sayfiyelik yıllarımızda hangimiz denemedik ki şapur şupur kelebek yüzmeyi. Tesis olaydı biz de böyle olmazdık heralde.

Derken vardık Porto Fino'ya. Tam bir yatçı limanı. Kalite şort, polo yaka tişört, rahat ayakkabılar, hasır şapkalar. Bir tane helikopter pistli yat vardı, sağlam lüks. Az bir gezdikten sonra tepenin arkasında San Fruttuoso denen bir manastırlı koy var diye oraya gittik tekneyle. Yüzdük falan, güzel koydu hakikaten. Bizim askeri tesisler gibi burada da manastırlar en güzel koylara, en gözden ırak yerlere yapılmış. Keşişler kendilerini ıssızlığa vurmuşlar zamanında. Dünya nimetinden el-ayak çekmelik yerler bugünün populer koyları. Ama imara açılmamış halen.

Ertesi günü de Cinque Terre denilen bölgede değerlendirelim dedik. Beş tane birbirine yakın ve çok otantik İtalyan köyünden oluşuyor. İlk önce biz de her turist gibi en popüler olanlarından başladık. Vardık köye de sanki köyün pazarı bugünmüş gibi kalabalık. Biraz gezince anladık ki gerçek İtalya bu değil. Çok ciddi şekilde turist aldığı için bizim Bodrum-Çeşme kalabalığı ve tüketiciliğine geçilmiş. Sahile kadar yürüdük bu iki büyük köyde, bir tanesinde de yüzüp gün batımı izledik o kadar.

İki büyük köyde geçirdiğimiz zaman dışında kalan zamanı Corniglia denen dağ köyünde geçirdik. Bu köye tren istasyonundan sonra 800 basamakla çıkıldığı için diğerlerine göre oldukça sakindi. Bodrum-Çeşme tarzı turist de buraya üşenmiş, çıkmamış ama tek kelimeyle muhteşemdi köy.

Zaman öyle güzel geçmiş ki otelin olduğu şehre giden son treni zor yakalık. Beş köyün üçüyle yetinmiş oldum ama mantığı kavradım. Ertesi gün de uçağımızın olduğu şehre gittik ve daha önce Ankara'da misafir ettiğimiz bir ailenin evinde geceyi geçirdik. Bu tatlı insanların kendileri gibi tatlı iki kedisi vardı. Yalnız kedilerle mesafeli bir ilişki geliştirmişler. Onlardaki klasik bir Batılı kafası. İşte onları özgür bırakmak falan tatavaları. Biz eve girer girmez kedilerin karnını kulağını kaşımaya başladık. Kediler hiç öyle bir ilişki tipi görmemişler, yerlere yattılar. Hiç çıkmadıkları yemek masalarına tırmnamaya başladılar. İyice laubali ettikten sonra kedileri uçağa binip Türkiyemiz'e döndük.

Bütün bu otantikliğin üzerine İstanbul'da da Fethi Paşa Korusu'nu gezelim dedik hazır şehir boşken. Valla İtalya'nın üzerine zulüm gibi geldi. Ağaçlar kesilmiş, borular patlamış, dozerler kazmış, insanlar lümpen ve kaba. Çok canım sıkıldı. Sessizce eve döndüm.

İşte böyle geçti İtalya ve Ramazan Bayramı tatili. Bu yazıyı belki bugün de yazmazdım da Can Yüzel'in ölüm yıldönümü olduğu için sevdiğim ''Gitmek'' şiirine denk gelince yazayım dedim. Umarım güzel İtalya'yı güzel anlatabilmişimdir. Temelli olmasa da arasıra gidin.




Koylardan Bir Manzara

Porto Fino

San Fruttuoso Masanstırı ve Koyu

Çeşitli 5 Terre Köylerinden Kareler








Yavaş Yaşamanın Zirvesindeki Adam

Cıvıyan Kedi

Ferhat Paşa Korusu