Bu yazıyı Yeniden İtalya-1'den bir hafta sonra yazmam gerekiyordu ama bir sürü şey olduğundan bir türlü başına geçemedim. Hangimizde verim-üretim hali kaldı ki ben suçlu olayım. Mal gibiyiz. İzlanda'da bisilet turu, Endonezya'da dağ yürüyüşü hayali kuracağım yaşlarım TV karşısında açık oturum izleyerek geçiyor. Dönelim İtalya'ya.
Milano'dan atladık trene Ligure' de Santa Margherita' ya gittik. O kadar çok özlemişim ki bu sakinliği. Valla bir sipariş veriyosun, bir kahve, bir dondurma istiyorsun da barista hiç acele etmeden tadını çıkara çıkara hazırlıyor ya, hastasıyım. Neredeyse ''daha da yavaş'' diyeceğim. Bu sindirerek, güzelce yapma halini öyle özlemişim ki. Ben adamın hazırlayışındaki ahestelikten utanıp laps lups yadiğim yemekleri çiğneye çiğneye yedim yemin ediyorum. Şimdi İtalyan trattoria'larında neler yediğime girersem çıkamam da burdan kısaca yazayım: her şeyi yedim. Sağolsun oteli de İtalyan arkadaşların aracılığıyla tuttuğumuzdan, o da güzel bir yerdeydi. Bu şehri merkeze alıp etrafı gezdik.
İlk dikkatimi çeken şey ebeveynlerin oldukça ileri yaşta olmalarıydı. Çocuk var, anne-babasıyla geziyor ama dedesi de olabilir. Bildiğin çocuk sahibi olma yaşı 40lara dayanmış belki geçmiş. Nerden anladım? Çünkü daha dikkatli bakınca 70-80 tayfasının da torun gezdirdiğini sezdim daha sonra. İtalyan sayfiyeliği de anane ve babanneye atılıp gidilen ve anne-babası Lombardia'da endüstriye köle olmuş beyaz yakalıların çocuklarıyla dolu. Tek iyi tarafı yavaş yaşadıklarından İtalyan 70'i bizimkine denk değil. Bildiğin bisikletle scooterla gezme yaşı.
İkinci gün dedik 5km Porto Fino'ya yürüyelim. Bizi sağolsun uyardı otelci: ''orası çok pahalıdır, yemeğinizi burdan götürün''. Sağolsun valla turizmci böyle olur. Zaten ekonomik turistlik de Avrupa kültürünün bir parçasıdır. Doldurduk panino'larımızı, yola düştük. Hayatımda yürüdüğüm en güzel rotalardandı. Yol boyu sol tarafımızda dünyanın en iyi denizlerinden birisi. Mest ola ola yürüyorum denizi seyrederek. Şöyle aşağı yukarı 2-3 km yürümüştüm ki o berrak ve pürüzsüz suda bir köpüklenme bir kabarcıklanma, olağandışı bir kıpırdanma yakaladım. İtalyanlar denizde pek yüzmezler. Suya girmek için ''bagnarsi'' fiilini kullanırlar. Bi ıslanıp gelmektir amaç. Önemli olan Berlusconi ten rengine ulaşmaktır plajda. Bu nedenle şamandıraları falan da hep yakın olur ve dolayısıyla yüzme alanı dardır. İşte o alan içinde bir çırpınmaca. Boğulma var diye indik sahile, baktık herkes çok tedirgin. Ben biraz daha yakından süzdüm olayı ve hemen çözdüm. Bu bir Anadolu kelebeğiydi. Bağırdım hemen: ''sakin olun, bu bir anadolu kelebeği, Turco''. Herkes oturdu. Zaten 2-3 dakika sonra bizim yiğido köpeklemeye geçti. Baktım göbeğini içeri çeke çeke sudan çıkıyor, gittim yanına: ''birader burda bari yapma, millet tedirgin oldu'' dedim. Koçum benim ya, içten içe de sevindim milli tekniğimizle şovunu yaptı orada. Sayfiyelik yıllarımızda hangimiz denemedik ki şapur şupur kelebek yüzmeyi. Tesis olaydı biz de böyle olmazdık heralde.
Derken vardık Porto Fino'ya. Tam bir yatçı limanı. Kalite şort, polo yaka tişört, rahat ayakkabılar, hasır şapkalar. Bir tane helikopter pistli yat vardı, sağlam lüks. Az bir gezdikten sonra tepenin arkasında San Fruttuoso denen bir manastırlı koy var diye oraya gittik tekneyle. Yüzdük falan, güzel koydu hakikaten. Bizim askeri tesisler gibi burada da manastırlar en güzel koylara, en gözden ırak yerlere yapılmış. Keşişler kendilerini ıssızlığa vurmuşlar zamanında. Dünya nimetinden el-ayak çekmelik yerler bugünün populer koyları. Ama imara açılmamış halen.
Ertesi günü de Cinque Terre denilen bölgede değerlendirelim dedik. Beş tane birbirine yakın ve çok otantik İtalyan köyünden oluşuyor. İlk önce biz de her turist gibi en popüler olanlarından başladık. Vardık köye de sanki köyün pazarı bugünmüş gibi kalabalık. Biraz gezince anladık ki gerçek İtalya bu değil. Çok ciddi şekilde turist aldığı için bizim Bodrum-Çeşme kalabalığı ve tüketiciliğine geçilmiş. Sahile kadar yürüdük bu iki büyük köyde, bir tanesinde de yüzüp gün batımı izledik o kadar.
İki büyük köyde geçirdiğimiz zaman dışında kalan zamanı Corniglia denen dağ köyünde geçirdik. Bu köye tren istasyonundan sonra 800 basamakla çıkıldığı için diğerlerine göre oldukça sakindi. Bodrum-Çeşme tarzı turist de buraya üşenmiş, çıkmamış ama tek kelimeyle muhteşemdi köy.
Zaman öyle güzel geçmiş ki otelin olduğu şehre giden son treni zor yakalık. Beş köyün üçüyle yetinmiş oldum ama mantığı kavradım. Ertesi gün de uçağımızın olduğu şehre gittik ve daha önce Ankara'da misafir ettiğimiz bir ailenin evinde geceyi geçirdik. Bu tatlı insanların kendileri gibi tatlı iki kedisi vardı. Yalnız kedilerle mesafeli bir ilişki geliştirmişler. Onlardaki klasik bir Batılı kafası. İşte onları özgür bırakmak falan tatavaları. Biz eve girer girmez kedilerin karnını kulağını kaşımaya başladık. Kediler hiç öyle bir ilişki tipi görmemişler, yerlere yattılar. Hiç çıkmadıkları yemek masalarına tırmnamaya başladılar. İyice laubali ettikten sonra kedileri uçağa binip Türkiyemiz'e döndük.
Bütün bu otantikliğin üzerine İstanbul'da da Fethi Paşa Korusu'nu gezelim dedik hazır şehir boşken. Valla İtalya'nın üzerine zulüm gibi geldi. Ağaçlar kesilmiş, borular patlamış, dozerler kazmış, insanlar lümpen ve kaba. Çok canım sıkıldı. Sessizce eve döndüm.
İşte böyle geçti İtalya ve Ramazan Bayramı tatili. Bu yazıyı belki bugün de yazmazdım da Can Yüzel'in ölüm yıldönümü olduğu için sevdiğim ''Gitmek'' şiirine denk gelince yazayım dedim. Umarım güzel İtalya'yı güzel anlatabilmişimdir. Temelli olmasa da arasıra gidin.
Koylardan Bir Manzara
Porto Fino
San Fruttuoso Masanstırı ve Koyu
Çeşitli 5 Terre Köylerinden Kareler
Yavaş Yaşamanın Zirvesindeki Adam
Cıvıyan Kedi
Ferhat Paşa Korusu
No comments:
Post a Comment