Bugün Kadıköy'den geçerken eski bir anım aklıma geldi Libya günlerinden. Yıllardan 2013, Kaddafi devrilmiş, petrolcüler Libya pazarı açılıyor diye bayram etmekte. Bendeniz de Almanya'da baymışım, yeni macera arıyorum. Bugün bakınca bana da garip geliyor ama Libya'yı teklif ettiklerinde bir kaç kişiyle görüşüp fazla düşünmeden teklifi kabul ettiğimi hatırlıyorum.
Libya'ya gittiğimde Kaddafi sonrası ülke yeniden bir rota çizmeye çalışıyordu, itiraf edeyim oldukça kaotik ve beklediğimden korkunçtu. Petrol, çöl, çöp, bombalanmış araçlar, kırılmış ruhlar ve silahlı adamlar ile tam bir Mad Max atmosferi.
Trablus'da bir hafta kalıp, çöldeki kampa geçmiştim. O hikayeleri merak edenler geriye dönüp okuyabilir. Bugün konu o değil.
Kampta Arap olmayan bir ben bir de Ukraynalı bir arkadaş vardı. Bir iki günlüğüne bir İngiliz de gelmişti ama o hemen gitti zaten. Herkesin anadilinin Arapça olduğu yerde iyi oluyordu. Bir gün geldi ve dedi ki: ''Ben yarın gidiyorum, konsolosluktan uyarı geldi. Güvenlik riski varmış''. Biraz endişelenmiştim bunu duyunca. O gün bizim konsolosluk da beni arasın diye çok bekledim, Libya'da olduğumu biliyorlardı. Adresimi ve telefonumu vermiştim. Arayan soran olmadı.
O hafta içerisinde kamptan ayrılıp bir kaç kuyuda işe gittim. Yanımıza koruyucu diye silahlandırılmış ve güya eğitilmiş milisler veriyorlardı ama adamlar acayip lakayıt. Dosta korku, düşmana güven veren bir gerizekalılık hakim. O hafta bir tane de kamyonumuz ve mürettebat fidye için alıkonuldu. Ben hala konsolosluktan telefon almayınca, konsolosluğu aradım. Karşımda her şeyden kopuk bir personel sesi duydum: ''Adın ne kardeşim? Nerdesin sen şimdi kardeşim? Yok ya, raad ol, çok da şaapmamak lazım'' falan dedi.
Ben de müdürlerime çıktım. Müdürüm Suriye asıllı bir İngiliz. Onun müdürü de Mısır asıllı Kanadalı. İkisi de Arap. Normalde yanımızda Batılı varken asla söylemezler ama sadece biz doğulular bir aradayken ''Arap'ı hatunla kandıracaksın'' tarzı laflar söyleyebilecek kadar rahat davranabilen ve özeleştiri verebilen adamlar. O gün de odada üçümüz varız ve doğalız. Dedim ki ''Ben tedirginim, Arapça da bilmiyorum ve gitmek istiyorum''. Unutmayın ki güvenlik konusunda son derece hassas ve Kaddafi düşerken Batılı personelini almak için bir gemi ve özel güvenlik yollayabilmiş büyük bir organizasyondan bahsediyorum. Dedi ki: ''Yollayamam seni''. Dedim ki: ''Yolladınız gavurları, ben de gitcem''. Dedi ki: ''Onlar ölürse BBC'de haber olur, biz ölürsek kimse haberlere koymaz''
O gün doğululuk nedir tokat gibi yüzümde hissettim. Daha sonra tahliye edildim ama o gün değil.
Bugün Kadıköy'e yolum düştü. Çıktığımda hayatın doğal akışından hiç sapmamış olması nedeniyle muazzam bir ürperti hissettim ve aklıma bu hikaye geldi. Çay içenler, özçekim yapanlar, balık tutanlar, vapura koşanlar, mısır yiyenler, sokak müzisyenleri...hepsi oradaydı. Elden çok bir şey gelmez ama hayatını kaybedenleri anmak ve acı çeken yakınları anlamak için hepsinin hayatını öğrenip, empati yapma isteği duydum. Sonra kendimce tavır alıp siyah giyinip çıktım. Bir şekilde bu ülkede böyle bir şey olduysa, ertesi günümün aynı olmasını kabullenmek istemedim sanırım. Eninde sonunda bu kadar değersiz olmayı kendime yakıştıramadığımdan olsa gerek.
Bugün bu şehirdeki herkes el birliğiyle, beni başka bir lokasyona göndermeyi reddeden müdürümü haklı çıkardı. Muazzam bir ürperti duydum, normalliğe sövdüm. Oysa nasıl da seviniyoruz Paris'de, Berlin'de Batılılar monümentlerine anma için kırmızı-beyaz yansıttıklarında. Bizde monüment mi kalmadı, kendimize saygımız mı?
Libya'ya gittiğimde Kaddafi sonrası ülke yeniden bir rota çizmeye çalışıyordu, itiraf edeyim oldukça kaotik ve beklediğimden korkunçtu. Petrol, çöl, çöp, bombalanmış araçlar, kırılmış ruhlar ve silahlı adamlar ile tam bir Mad Max atmosferi.
Trablus'da bir hafta kalıp, çöldeki kampa geçmiştim. O hikayeleri merak edenler geriye dönüp okuyabilir. Bugün konu o değil.
Kampta Arap olmayan bir ben bir de Ukraynalı bir arkadaş vardı. Bir iki günlüğüne bir İngiliz de gelmişti ama o hemen gitti zaten. Herkesin anadilinin Arapça olduğu yerde iyi oluyordu. Bir gün geldi ve dedi ki: ''Ben yarın gidiyorum, konsolosluktan uyarı geldi. Güvenlik riski varmış''. Biraz endişelenmiştim bunu duyunca. O gün bizim konsolosluk da beni arasın diye çok bekledim, Libya'da olduğumu biliyorlardı. Adresimi ve telefonumu vermiştim. Arayan soran olmadı.
O hafta içerisinde kamptan ayrılıp bir kaç kuyuda işe gittim. Yanımıza koruyucu diye silahlandırılmış ve güya eğitilmiş milisler veriyorlardı ama adamlar acayip lakayıt. Dosta korku, düşmana güven veren bir gerizekalılık hakim. O hafta bir tane de kamyonumuz ve mürettebat fidye için alıkonuldu. Ben hala konsolosluktan telefon almayınca, konsolosluğu aradım. Karşımda her şeyden kopuk bir personel sesi duydum: ''Adın ne kardeşim? Nerdesin sen şimdi kardeşim? Yok ya, raad ol, çok da şaapmamak lazım'' falan dedi.
Ben de müdürlerime çıktım. Müdürüm Suriye asıllı bir İngiliz. Onun müdürü de Mısır asıllı Kanadalı. İkisi de Arap. Normalde yanımızda Batılı varken asla söylemezler ama sadece biz doğulular bir aradayken ''Arap'ı hatunla kandıracaksın'' tarzı laflar söyleyebilecek kadar rahat davranabilen ve özeleştiri verebilen adamlar. O gün de odada üçümüz varız ve doğalız. Dedim ki ''Ben tedirginim, Arapça da bilmiyorum ve gitmek istiyorum''. Unutmayın ki güvenlik konusunda son derece hassas ve Kaddafi düşerken Batılı personelini almak için bir gemi ve özel güvenlik yollayabilmiş büyük bir organizasyondan bahsediyorum. Dedi ki: ''Yollayamam seni''. Dedim ki: ''Yolladınız gavurları, ben de gitcem''. Dedi ki: ''Onlar ölürse BBC'de haber olur, biz ölürsek kimse haberlere koymaz''
O gün doğululuk nedir tokat gibi yüzümde hissettim. Daha sonra tahliye edildim ama o gün değil.
Bugün Kadıköy'e yolum düştü. Çıktığımda hayatın doğal akışından hiç sapmamış olması nedeniyle muazzam bir ürperti hissettim ve aklıma bu hikaye geldi. Çay içenler, özçekim yapanlar, balık tutanlar, vapura koşanlar, mısır yiyenler, sokak müzisyenleri...hepsi oradaydı. Elden çok bir şey gelmez ama hayatını kaybedenleri anmak ve acı çeken yakınları anlamak için hepsinin hayatını öğrenip, empati yapma isteği duydum. Sonra kendimce tavır alıp siyah giyinip çıktım. Bir şekilde bu ülkede böyle bir şey olduysa, ertesi günümün aynı olmasını kabullenmek istemedim sanırım. Eninde sonunda bu kadar değersiz olmayı kendime yakıştıramadığımdan olsa gerek.
Bugün bu şehirdeki herkes el birliğiyle, beni başka bir lokasyona göndermeyi reddeden müdürümü haklı çıkardı. Muazzam bir ürperti duydum, normalliğe sövdüm. Oysa nasıl da seviniyoruz Paris'de, Berlin'de Batılılar monümentlerine anma için kırmızı-beyaz yansıttıklarında. Bizde monüment mi kalmadı, kendimize saygımız mı?
No comments:
Post a Comment