Monday, May 21, 2018

HELSİNKİ-FİNLANDİYA


Mayıs ayına yeni girilmişti. Nordik coğrafyasının bağrında hava 5 derece ancak vardı. Finli deniz suyuyla doldurulmuş havuzda yüzüp çıktı. Zaten kansız vücudundaki kan iyice çekilmişti. Turist sordu:
''Üşümüyor musun?''

Nordik Fin, ısıtmayan güneş vurduğunda beyazlaşan pigmentsiz sakallarını güneşe çevirip, tüysüz bağrını kuzey rüzgarlarına dönerek:
''Cesaret korkamamak değildir, korkmana rağmen yapmaktır'' dedi ve saunaya doğru yürüdü gitti.


Evet dostlar, anladığınız gibi ben yine İskandinavya'ya gittim. Bu sefer de Finlandiya. Gün gelir de şu TV'ler, radyolar bloglar bir İskandinavya uzmanı ararsa artık beni bulurlar. Hatay'da arabayla dolaşırken kaybolup Suriye'ye girip çıkmışların Orta Doğu uzmanı olduğu yerde Norveç'te yaşamış, iki kere Danimarka, 10 gün kadar İsveç ve şimdi de Finlandiya yapmış şu kardeşiniz Viking'in ciğerini bilir. Ama şunu da bilir ki Finliler Viking değildir. Finliler ne Batı'nın İsveççiliği ne Doğu'nun Rusçuluğu, yaşasın tam bağımsız Finlandiya parolasını benimsemiştir. Çünkü onlar Türk'tür.

Bir mevzuyu çok basit anlatamıyorsanız, o mevzuyu anlamamışsınızdır. Şimdi size tek kelimeyle Finlandiya'yı anlatacağım. Finlandiya'nın tek kelimeye indirgenmiş hali: ısmıklıktır. Bütün bir topluma musallat olmuş yaygın bir ısmıklık. İnsanlarla ilişki kurmak ve sohbet etmek neredeyse imkansız. Asansörde falan tanımadık birisiyle kalmak, otobüste yakın oturmak, sebepsiz yere muhabbet etmek tam bir çılgınlık. Yemek yediğim bir yerde esnaf muhabbeti olsun diye ''oooo, elmalar güzelmiş, nereden bunlar?'' diye sordum, gitti sertifikasını getirdi. Tanımadık birisine net ve kesin bir amaç yoksa kesinlikle yaklaşmamak lazım, çok tedirgin oluyorlar ve bu durum diğer İskandinavya ülkelerinin de ötesinde. Lafa gelince utanıyorlar ama çıplak saunaya girmeye gelince herkes orada. Yani utangaçlık muhabbete özgü. Sohbet etmiyorlar, konuşma duruyor ve sohbeti sürdürmek için en ufak bir çabaları olmuyor. O garip ve bize rahatsız edici gelen sessizlik onlar için son derece olağan ve belki de iyi bile. Beni gerdi. Anladım; Finlerin bira üzerine cin ve onun da üzerine şarap içerek yapabildiği muhabbeti en doğal kafada yapabilmek de bir değermiş.

Tabi bizimki de karakter, illa zorladım herkesi benle sohbet etmeye mecburmuşçasına. Bütün şehir illallah dedi. Şehir dediğim de Kadıköy'den küçük. Şimdi kurlar malumunuz ve İskandinavya'da yemek de kısıtlı olunca mecbur dönerciye gittim. Sarı dönerciyi muhabbetimle darlayıp ağzını yokladım. Net bir hipster kendisi. Dönercilik öğrenmeye Stockholm'e gidip bu dükkanı açmış. Gerçi ben de dönercilik eğitimimi Stokholm'de alsam utanırım, kimselere diyemem. Neyse bir et döner bir de gazlı içecek sipariş edip oturdum. Hipster kardeşim getirdi koydu önüme. Nasıl da açım, bir ısırık, iki ısırık açlığın hatrına yedim. Ama inanın yenecek gibi değil tadı. ''Bak güzel kardeşim, hipsterlığına saygım sonsuz. Tuttuğun yola da çok saygı duyuyorum ama bu döner olmamış'' dedim. ''It is OK'' dedi ruhsuz piç. 20 Euro hesap getirdi. Sen onu 5'le çarp sayın okur laps oldu mu sana 100 TL. Vicdansız. Bu hipsterlar bir de duyarlı takılır. Ekmek mayalarına bile kıyamayıp tatile çıkarken arkadaşlarına bırakıyorlar ama bana çatır çatır kıydılar. Bir bakteri kümesi kadar ederimiz olmadı gözlerinde. Orada ödediğim, damak zevki olan bir kültürde büyümenin diyetiydi. Parasında değilim. Bastım çıktım.

Sonra akşamına lokale hakim arkadaşlarla barlara aktık. Eski boktan mahalleyi artistler, hipstırlar ele geçirmiş. Duvarları boyamışlar, kiraları uçurmuşlar. ''Oralarda çok mekan var, gidelim'' dendi. ''Yapmayın, etmeyin, daha taze hipstır kazıkladı beni'' dedim de dinletemedim. Bir de kendileri yapıyorlarmış biralarını mahallede. Daha üzülmeye kalmadan Nordik ayazında bardan bara sekerken bulduk kendimizi. İşte orada red ale, burada pale ale, burada ekşili bira, şurada lager derken müzikli bir yere vardık. Sohbet muhhabbet derken Türkçe bir şeyler çalmaya başladı. Ben daha önce dinlemiş olsam da şarkıyı tanıyamadım ama arkadaşım '' Ferdi Özbeğen'' dedi. DJ'in yanına gittik. Tabi DJ de içmiş, ısmıklığı atmış. Yoksa ne mümkün sohbet edeceksin. Bildiğiniz Finli DJ Ferdi Özbeğen takılıyor. ''Hayırdır üstad, ne ayaksın?'' diye sorduk hüzünlü DJ'e. ''Erkin, Barış Manço'yla başladı. Sonra Selda Bağcan geldi. Şimdi buralardayız'' dedi. Şarkı da iyiymiş. Arasıra dinliyorum. Kaderin garip cilvesine bakın ki bana bir Helsinki barından Ferdi Özbeğen şarkısı kaldı. Üstelik de adeta Helsinki için yazılmış:

Yok mu bir soru sormayan 
Yarını olmayan 
Güneşi doğmayan 
Bir yolun yolcusuyum, dokunma... 


Bunlar dışında sauna, kahve, orman ve gölet mevzuları var. Bir kez daha farkettim ki İskandinav ruh hali düşük dozajda alınca bana iyi geliyor da çok maruz kaldığım zamanları düşününce içim bir darlanıyor. Tuvalet kullanmayı biliyorlar, bisiklete biniyorlar, vergileri kendilerine hizmet olarak dönüyor, güvenli sokakları var, ulaşım sorunları yok, hiyerarşi yok, söz senet, yalan yok, hayat kurallara uyanı ödüllendiriyor ama eninde sonunda insanı da insan yapan kurabildiği ilişkileri olunca zorlanma da oluyor. Ah be, şu coğrafyada umumi tuvalete sıçmayı bir öğrensek gerisi çorap söküğü gibi gelecek şerefsizim.





No comments: