Tuesday, October 16, 2018

ARZULARIMDAN KORU TANRIM

Üniversite yıllarında Batı ülkelerinden birinde yaşamayı çok istemiştim. Mezuniyet sonrası oluşan iş imkanlarına rağmen henüz burs bile ayarlayamadan İtalya'ya bu yüzden gittim. Gel zaman git zaman, 3 yıl geçiverdi. Batı tamamen içselleşmiş, ahlaksızlığıyla olsun, ahlakıyla olsun bir parçası oluvermiştim. Yaya geçidi, tez hocamın benden hediye kabul edememesi, çöp ayırma zorunluluğu gibi hayat yükleri, genç yaşımda bir bir omuzlarıma yüklendi. Avrupa'nın öğrenci ortamında tam bir Batı doygunluğu oluştu ki bunlar Akdeniz'de oldu. Sonra daha da ağırlaştı tablo. Kısmen rüzgar, kısmen kararlarım neticesinde Norveç yolu açıldı. Batı demiştik ama bu kadar dememiştik. Yağmurlu kısa günler, kötü yemekler, soğuk kışlar, lüksten uzak ahşaplar ve ortalama geliri on binlerce Dolar olan varoluşunu tamamlamış insanlar. Bu batakhaneden sıyrılıp kendi kaotik, stabliteden uzak, hayat ve risk dolu, sigara kokulu imparatorluğumu kurmaya karar verdim.

İşte bu evreye tekabül eder Norveç'te ev arkadaşı olarak Libyalı Ahmed ve İranlı Milad'ı ev arkadaşım olarak seçişim. Akşam yemeğinden sonra Ahmed'in elinde çayla gelişinin ruhumda yarattığı uyanış bugün bile canlı bir hatıradır dimağımda. 

Hayat bu ya, yıllar sonra bir kez daha Libya çöllerindeki kampımızda karşılaştık Ahmed'le. Orada da oturup hayvan gibi Norveç'i özlerdik. Gökten bir bira yağsa da leğene doldursak diye çok düşündük ama orada da lanet çaydan başka bir şey yoktu ve demliğine şeker doldurulmuş naneli Libya çayının ruhumda yarattığı tahribat bugün bile bendedir. 

Sonra kamptan farklı petrol kuyularına gittiğimiz bir gün, ülkede artan can güvenliği nedeniyle acilen kampa dönüşüm, bir valizlik hayatımı sırtıma alıp vedalaşamadan ayrılışım. Bu tam 4 yıl önceydi sanırım. Ben ayrıldıktan sonra Libya badireler atlatmaya devam etti. Bazen Doğu'lulara dayatılan mecburi şükürlerle dolu Facebook yazışmalarıyla birbirimizin nasıl olduğunu takip ettik ama o kadar. 

Ben sonra biraz daha turlayıp İstanbul'a geldim. Bir baktım ki ilk yürüyüşümde dünyanın çok az caddesinde yürümekten aldığım o coşkulu hazzı aldığım Beyoğlu bitmiş, arada sırada ihtiyar dedelerin eline aldığı nargile şehri fokurdatmakta, çorapsız ayakkabı ve kirli sakal sinsi bir hastalık gibi yayılmakta ve daha fenası buna koca göbekler eşlik etmekte, ecdat yadigarı rakı yerini 14 katlı bal damlayan kadayıf abidelerine bırakmakta, sahiller mangal dumanıyla sis farı yaktırmakta...Ben yine anında başa döndüm ve Avrupa'yı özledim ama ne çare. Her gün, soğuğuna ve yağmuruna sövdüğüm Norveç ve onun mesafeli hayatları artık çok uzaklardaydı. Tanrı herkesi arzuladıklarına erişmekten korusun. ''Al işte özlediğin samimiyet, artık sadece bir metrobüs bileti kadar yakın'' dedi adeta hayat. Bu hayatın içerisinde insan gerçekten bütün bu Doğu'ya angaje hal, hareket ve tavırdan soğuyor ve soğudum da...

Derken geçen hafta Ahmed internetten yazmış: ''Habibi, İstanbul'dayım. Buluşalım mı?'' Buluşmayı gerçekten istedim ama Libya'dan gelen bir arkadaşla İstanbul neşvesi yaşamak da bünyemi hırpalar mı diye endişe ettim. Selfie atmasını istedim. Baktım saçları yerinde kabul ettim. Taksim meydanında buluştuk. El ele dakikalarca tutuştuk, adeta meydanda Ahmed, ben ve kuşlar vardı sadece. Sonra mendil satan bir çocuk bu sahneyi baltaladı ve Ahmed çocukla Arapça konuşarak tersledi. Meydandan Beyoğlu'na doğru yürüyüp geçen 4-5 yılda neler olduğundan bahsettik. Ahmed adeta şehirlere bombalar yağarken durmadan sevişmiş ve çoluk çocuğa karışmıştı. Libya'da ve eski işimizde bir şekilde hayata tutunmuştu. Platformdan geldiği bir gün, eve yürürken nasıl makinalı tüfek ateşi altında kaldığını, Trablus'da günlük hayatın zorluklarını, alışveriş yapacak mağaza olmadığını anlatırken hiç üzerine konuşmadığımız halde, ara sokakların bizi çağıran büyülü fokurtularına doğru yol aldık. Bir nargileciye oturduk. Ben zar zor anlaştığım garsona: ''elmalı öksürtüyor, kavunlu ver'' dedim. Ahmed yine çatır çatır Arapça döktürdü. Artık ne dediyse adamın nargilesi karpuzda geldi. Evet, bilmeyenler olabilir keza ben ilk kez gördüm ama nargile karpuza oturtulmuştu. Orada Ahmed bana Antalya ve İstanbul'da ev baktığını, İstanbul'dan ev alan çok tanıdığı olduğunu, kurların ne olacağını, ev alınacak zamanda mı olduğumuzu, sadece Türkiye'ye vize almanın kolay olduğunu falan anlattı durdu. Sonra ben anlatırken, anlattığım şeyleri zaten burada yaşayan arkadaşlarından daha önce de dinlediğini farkettim. Epey bir Libyalı tanıdığı zaten burada ev satıyormuş. Artık sohbet ederken nasıl bir zaman geçtiyse, ağzım tamamen emiş gücünü kaybettiğinde hesabı isteyip kalktık. 


Duyarsızlaşan ağızlarımızı hayata döndürmek için tatlıcıya aktık. Artık ben de onlardan biriydim ve bu beni özgürleştirmişti. Artık, esnafla ben konuşmuyordum, adeta ben Ahmed'e misafirmişimcesine, tıpkı Trablusgarp melteminde Güney Akdeniz sahillerinde turladığımız zamanlardaki gibi siparişleri Ahmed veriyordu. Bana, zevk şelalesinin en tepesinden bal damlatan kolum kadar dev kadayıfı indirtti. Siz belki yabancılarsınız ama çölde yaşayanlar bilir, yemin ederim elle girişesim geldi. Ama yapamadım, çünkü sizin gibiler camın dışından bakıp beni dirseklerimden bal damlarken görse ayıplayabilirlerdi. O an sizinle aramızda sedece şeffaf bir dükkan camekanı var sanılıyorsa beni hiç anlamıyorsunuz demektir. Tarif etmek istediğim o anki mesafe, Gregor Samsa'yla ailesi arasındaki mesafe kadardı oysa tam olarak...Burada da biraz sohbet ettik, Ahmed 60 kg alışveriş yaptığı için ekstra valiz alacağından falan bahsediyordu galiba ama şekerden bayılmak üzere olduğum için takip edemedim. ''Sittin kilo habibi, sittin kilo. Can you believe that?'' dedi sanırım. Sonra bana İstanbul'un çok güzel olduğunu evi Sultanbeyli'den mi, Başakşehir'den mi, Beylikdüzünden mi alması gerektiğini sordu. Anladım ki aşırı da bir parası birikmemiş ve dedim: ''Antalya'dan al, havası yazın sizin ora gibidir''. ''Antalya'da çok körfezli var ya'' dedi. Sonra da yan masadaki Kuveytliler'den utanarak sesini alçalttı.

Tatlıcı üzerine bir de kahveciye gittik, orada da İstanbul sokaklarındaki göçmen fazlalığından ailesiyle nasıl tedirgin olduğunu anlattı. O ara kahve içerek ayıldığım için ''sikerim, dalga mı geçiyorsun?'' dedim. ''Yes, sittin kilo of shopping'' diye yanıtladı.

Laf lafı açtı, böyle böyle akşam oldu. Eski dostu görmek güzel geldi. Eve dönmek üzere vedalaşırken gözlerimizde yaşanamamış bir saç ektirmenin hüznü vardı...


No comments: