Kandırılmışım, kanmışım. İnsanın illüzyon tuzağına ne kadar da kolay düşen bir varlık olduğu aklımdan çıkıyor olmalı. Oysa ben kendimi bu konuda eğitmek için epey çaba gösterdiğimi düşünürüm. Olan şu ki; bu araçlar bizi propagandalardan, online çöplükten kısmen koruyabilse de, kendimizden korumakta kifayetsiz. Her zamanki gibi en büyük yalanlar, kendimize söylediklerimiz.
Uzun zamandır özlediğim sessizliği yıllar sonra Ren Nehri kıyısında buluyorum, yine o keskin soğuk ve ıslak hava eşliğinde. İçe bakış için her şey müsait. Düsseldorf sokaklarında Alt Bier içtiğim pubların birinden çıkıp diğerine yürürken, öfkeliyim de; ‘’Hani covid’de bitmişti lan burası? Hani fakirdiler? Hani raflar bomboştu?’’ Sizi temin ederim ki 10 yıl önce Almanya’yı nasıl bıraktıysam hala öyle kopek gibi iyiler. 90 yaşında dedeler bile publarda kahkahalar atarak hayatın tadını çıkarmakta. Öyle bir an geliyor ki sanki o kalabalık ve uğultulu pub’da herkes benimle taşak geçiyor gibi hissediyorum… ‘’Aptal, gerçekten inandın mı covid’de ekonomimizin bozulduğuna?’’ jawohl jawohl kahkalar... Böyle dediklerine emin gibiyim. Gençleri zaten vurgulamama gerek yok çünkü onlar nehir kenarındaki club’larda dans ediyorlar ve hiç bizim çocuklar gibi mallamış durmuyorlar. Hayır, dersin ki Münih mesela, sanayinin merkezi tamam orada Nişantaşı ortamı bulunabilir. Ama Dusseldorf ya, nüfusu 619 bin. Bütün tasarımcı markaları dükkan açmış, apple store orada, kardeşim bu nasıl bir kriz, nasıl bir yokluk? Bizim 600 bin nüfuslu şehirlerimize bakalım: Tokat, Batman, Adıyaman. Tokat ve Adıyaman’ı bilmem ama Batman’a gittim ve Düsseldorf’a benzetemedim. Tokat ve Adıyaman belki benziyordur, ona henüz bir şey diyemem. Ama bizim şehirlerimizde insanı maslov basamaklarının dibine iten bir hal var. Çünkü Türkiye’de onca şehir gezmeme rağmen üzerine yazasım hiç gelmedi. Sabahtan akşama Maslov’un alt basamaklarında nerede-ne yiyeceğiz mücadelesindeyiz. Oysa Avrupa’da dışarıda biraz yürüyorum ve Maslov’da yukarıya tımanmaya başlıyorum hemen, yaratıcı aktivite arzusu geliveriyor. Neyse ki sabahlar aynı, Dusseldorf’da da kahvaltıda sodayla ayılma, Adana’da da sodayla ayılma. Sebepleri başka olsa da, ağır gecelerin sabahları hep sodayla oluyor.
Publar’ın dışında UFO ısıtıcılar cayır cayır yanıyor hala. ‘’Hani krizdeydiniz, hani enerji sorundu?’’ diye sorunca Alman mahçup, yere bakıyor. Devlet ödüyor tabi gazını, yüzüme bakamazsın öyle olunca. Böyle kriz olmaz kardeşim, böyle dandik krizin varsa bunun show’unu yapmayacaksın. İşte tam bu duygu, hatta bu cümle bana zaten tanıdık olduğu için kızıyorum kendime. Beynimde dönüyor ‘’böyle kriz olmaz kardeşim’’. Nasıl tekrar Almanya’nın krizinin bizimkiyle aynı olacağını düşünecek kadar körleştim… 2009 yılında ben yine Avrupa’daydım. Şöyle kriz böyle kriz laflar. Biz tabi kriz deyince başka şeyler anlıyoruz, Avrupalı başka şeyler. O zaman da ben Avrupa’da ne krizi olduğunu anlamadan geçip gitmişti. Bu da öyle bir şeymiş meğer, aydınlandım.
Pub’dayız, Diriliş ülkeleri ofislerinden de arkadaşlar gelmiş. Romanyalı Radu, Bulgar Dimitri, Yunan Vasilis, Sırp Ivan ve adlarını hatırlayamadığım Hırvat ve Macar. Eskiden dara düştük mü bu Balkan tayfayla Batı Avrupalılara karşı bir birlik şansımız olur ve geriliğimizi eğlenceli hallerimizle telafi ederdik. Ama görünen o ki artık bu imkan da azalmış çünkü onlar bile ilerlemişler. Aynı biz, aynı biz penceresi epey daralmış…Onlarla bile aynılıklar hızla azalıyor, tren hızla peronu terk ediyor.
Yine de bu grupla bizi bağlayan detaylar da yok değil. Üç gece, şehirdeki farklı bira fabrikaları ve yerel restoranlara gidiyoruz. Her seferinde Almanlar’dan iyi muamele görmeyi başarıyoruz çünkü ilk gece garson Rumen, ikinci gece Yunan ve son gece de Türk. Ortaya karışık sosisli başka masalara servis edilmeyen ayrıcalığımız. Diriliş masasında her şey mümkün…Son gece Türk garson ‘’kardeş kardeş’’ diye Yunan’a fazla dokununca Vasilis ‘’kesin elinin yağını siliyor bana’’ dese de keyfimiz yerinde…
Bu on yılda Almanya değişmediyse, değişen ne dostlar? Kendimle baş başa, Ren Nehri kıyısında, ıslak havada yürüyüşüm devam ederken kulaklığımdan Gulyabani –Curcuna şarkısını açıyorum. Bu şarkıyı ilk kez bundan 15 yıl kadar önce Ankara soğuğunda dinlemiştim. Beyin bazen böyle geçişleri sever, soğuk bir zaman yolculuğunu tetiklemiş olmalı. Şarkıyı açıyorum ve sesi yükseltiyorum, şarkı şöyle diyor:
CURCUNA
Geçiyordun oysa geçiyordun önümden
Korkaktı gözlerim göremedim seni
Yalancı kalabalıklar kuşatırken beni
Yalnızdım oysa sen de yalnızdın ama
Nasıl bulayım seni bu curcunada
İtmeyin ulan basmayın üstüme
Anlaşılan bu yollar dar geliyor bizlere
Karanlıkta senin izini sürerken
Yolumu kaybettim bir yol göster bana
Nasıl bulayım seni bu curcunada
Bu şarkıyı 10 yıl önce veya 15 yıl önce dinlediğimde hep bir kadına yazıldığını düşünmüş olduğumu farkettim. Başka ne olabilirdi ki? Sonra yıllarca şarkıyı dinlemedim…Ama çok ilginç bir şekilde o gece vakti birahaneden birahaneye yaptığım Düsseldorf yürüyüşünde, insanın aradığının bir sevgili değil de kendisi olduğunu görüverdim. İnsanın yıllar geçse de bulamadığı, aradığı, hayat gailesi içinde kovaladığı kendisi...Bazen önünden geçen ama curcunada göremediği, yalnız kalmış, ezilmiş bir kendisi…
İşte böyle dostlar, geçen 10 yılda Almanya yine Almanya, kriz orada yine aynı hissedilmez ölçekte, bira hala iyi, hava yine kafa açacak kadar soğuk, sessizlik içe bakışa müsait, hayat hala curcuna. Değişen sadece biziz bu curcunada.
No comments:
Post a Comment