Wednesday, November 11, 2009

Press Freedom Index

Acaba ülkemizde olan bitenin ne kadarını duyabiliyoruz, okuyabiliyoruz?
BAsın ne kadar özgür?

Olanı biteni dünyanın en fakir ülkelerinden birinde yaşayan, bir Bangladeş'li kadar öğrenebiliyoruz. Halimiz içler acısı ve gerilemeye devam ediyoruz. Bir takım insanlar demokratikleşme için oy vermişlerdi sözde...

http://www.rsf.org/en-classement1003-2009.html

Friday, October 30, 2009

Trenitalia




Telaşlı günler geçirdim. Yine tez ve sunum son anlarda yetişti. Sunumdan bir gün önce tez hocama sunumu göstermek için sırtımda çantam yollara koyulmuşum, heyecan dorukta.

İtalya'da tren olayı şöyle çalışıyor: biletinizi trene binmeden bir makinaya sokup onaylıyorsunuz. Trende de bazen kontrol oluyor ama genelde olmuyor. Ben de aynen tarifteki gibi yapıp bileti makinaya soktum ve aceleyle cebime atıp trende yerimi aldım. Trende başladım maçı kafamda oynamaya. Çıkıyorum, sunuyorum, hazırlanıyorum. Derken bir yarım saat sonra kondüktör geldi. Bu kondüktörü de daha önceden tanıyorum. Kelimenin tam anlamıyla bir faşist. Yani faşizmin icat edildiği İtalya toprağının hakkını veren bir şahsiyet. Daha önce Afrika'lı bir aileyi trenden el hareketleri yaparak attığını görmüştük. Kendimden çok emin şekilde bileti uzattım. Adam, "onay yok" dedi. Aldım, hakkaten de yok ama biraz dikkat edince makinanın iz bırakmış olduğu farkediliyor. Dedim ki: "Bilader, bak elleyince anlaşılıyor bastığım, makinanın mürekkebi bitmiş, suçum yok". Bu arada saflığıma geldi İtalyanca konuştum. Böyle yabancı bir aksanla İtalyanca konuşunca nedense bu faşistler iyice deliriyor. Bunların ilacı İngilizce'ye abanıp bunları ezik konuma sokmak ama bir kere İtalyanca anladığını farketince sarıyorlar. Gitti bana nizami biletler getirdi ve "bak böyle olacak" dedi. Etraftaki mal İtalyanlar da olan biteni izliyor, bir kişi de kalkıp, "saçmalama signor" demiyor. Belki de onlar da bana inanmadı...Yalnız hissettim acayip. Makina basmamış deyince de: "Zaten makina bu yabancılara hiç basmıyor" diye insanı çileden çıkaran bir laf etti. İşte ben en azından bu noktada etraftan yürekli bir hareket bekledim ama yok.

Derken bu adam bana ceza yazmaya kalktı. Ceza tarifesi de şöyle: trende peşin 50 euro, adrese 100 euro. İtiraz edince de istasyonda polis geliyor. Opsiyonların hiç biri lehime gözükmüyor. Çıkardım verdim parayı. Ama dedim ben buna biraz iş çıkarıyım en azından, adamın sicil numarasını ve adını istedim. Adam da bana cebinden kartını çıkardı hatta kalem de uzattı. Ben not aldıktan sonra da sırıta sırıta gitti.

İnince daha evvelden aşina olduğum şirin kondüktör amcalardan birine durumu anlattım. Bileti elledi. "Baskı hissediliyor ama yazı olmadığı için ceza kitabına uygun" dedi. Yani takdir hakkını aleyhime kullanmasına rağmen bu herifi şikayet etme şansım yok. Velev ki Trenitalia'ya şikayet etsem; kimsenin böyle "çalışkan" bir kondüktöre karşı bir yabancıyı hele de bir Türk'ü asla desteklemeyeceğini çok iyi biliyorum.

Velhasılkelam hep şahit olduğum, dinlediğim bu tarz hikayelerden birisi sonunda başıma da geldi. Oysa orada iyi niyetli birisi çok rahat "tekrar olmasın" diyebilirdi. Bu tiplere denk gelince hata şansınız olmuyor.

Şimdi iş arayacağız, görünen o ki, o alanda da benden iyi bir İtalyan olmayacağına inanmalarını sağlamam gerekecek. Eğer beni yıldırırlarsa iş arama hususunda, doktoraya falan başlayacağım sanırım...Bir şekil bu adamlar istemedikçe üzerlerine kalasım var. Efendi gibi davransalar, belki bizim de hırslarımız törpülenir, biner uçağa gideriz.

Ondan sonra mezuniyet geldi. Garip ritüeller oldu. Diplomaları vermeye yaşlı yaşlı hocalar geldiler. Hepsi gözlüklü ve sakallı. Birden herkes ayağa kalktı. Böyle adeta fonda "ameno" çaldı. Sandım ki ritüel Latince gerçekleşecek. Bu İtalyanlar hala çocuklara İngilizce yerine Latince öğretiyorlar ya, bugün içindir diye düşündüm. Tam bir tarikat ortamı. Tek tek adlarımız okundu, sahneye çıkıp diplomaları aldık. Sonra en bilge, yaşlı ve en miyop hoca konuşma yaptı. Neymiş efendim kültürel değişim zenginlikmiş, biz burda okuyunca hem İtalya kazanmış, hem biz falan. İtalya artık bizim yuvamızmış, artık çok kolay iş bulacakmışız (Hemen ülkelerimize döncez sanıyor ama Türkleri tanımadığı belli) ...İnsanın gururu okşanmıyor değil ama bu ceza olayı ile bu Gandalf benzeri bilge hocanın konuşması arasında sadece bir gün vardı. El kaldırıp söz alasım gelmedi değil ama sakallı, yaşlı ve gözlüklü bu bilgenin lafına karşılık o kadar seyirci bu çıkışımı anlamsız bulur diye yapmadım.

Çıktık, şampanya patlattık, olaylara pozitif baktık, "bütün İtalya'ya mal edilemez bu olaylar" dedik. Ne tekim, yanımızda kadeh vurduğumuz Marco'lar, Davide'ler, Giancarlo'lar da İtalyandı ve çiçek gibi çocuklardı.

Wednesday, October 21, 2009

Jest


Ev arkadaşım A. Gökhan Demir'in bana "M.Sc. degree" jesti. Cuma günü sunum yapacağım. Sonra sanırım bitecek. Yazmaya,okumaya devam....

Tuesday, October 13, 2009

So called.....

Avrupalılar sardı etrafımı. Hepsine lise kitaplarında "Ermeni soykırımı" derslerde anlatılmış. Ben ne kadar konuşsam nafile. Taraf olduğum için kabullenemediğimi söylediler. Ayrıca AB'ye üyelik sürecinde bunu kabul etmemiz gerekeceğini çünkü bunun Avrupa'da artık tartışılmadığını söylediler. Yani her millet sütten çıkmış ak kaşık; biz de tam günah keçisi. Fransız bana bıdırdıyor da; arkadaşım senin Antep'de ne işin var allasen? Hala karşıma geçmiş sen tarafsın diyorsun.
Bu ASALA'nın avukatı Fransız bir parlamenter. Bunu yazmak için Wikipedia'da da mücadele verdik zamanında ama orda da bana yüklendiler. Kaynak üstüne kaynak gösterdik bir arkadaşla ama yordular.
Ben de bunların hepsine şu belgeselle veya propaganda filmiyle cevap verdim. Propagandaysa da belgeselse de artık ben konuşmucam. Bizi çok sıkıntıya sokan Ermeni tezlerinin de çoğu zaten propagandaya veya politik çıkarlara dayanmakta doğrulardan çok. Vakti olan izlesin...

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm3
Bölüm4
Bölüm5
Bölüm6
Bölüm7

Wednesday, October 7, 2009

20753206252

Yıllar önce NBA’ den bazı oyuncular veya Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Basketbol Takımı Türkiye’ ye maça ya da antremana gelmişlerdi. Maç sonrası daha teri soğumadan bir NBA oyuncusuyla hayatında büyük ihtimalle ilk kez ve daha da büyük ihtimalle son kez röportaj yapma şansı yakalayacak muhabirimiz şunu sormuştu: “Türkiye’de salonları ve basketbola ilgiliyi nasıl buldunuz?” İşte o an içimden ilk kez “Hay kompleksimize ......” diyesim gelmişti ancak asla son olmadı. Arkadaşım adama madem “Türkiye çok güzel, basketbol da çok iyi" dedirtmeye çalışcan, ve bunu duyamazsan üzülcen, bari bu soruyu ilk yapıştırma ya da maçtan önce ver tiyoyu. Siyahi arkadaş da maçın yorgunluğuyla ancak şöyle demişti: “Oh, well, I guess, O.K”. Üzüldük...

Muhabir arkadaşı suçladım gibi oldu ama bu eziklik bize nerden musallat olduysa maalesef çok yaygın. Birisi azıcık damardan girmesin. Bir coşuvermeler bizde, bir kabarmalar bizde. Geçen Polonya’lı bi arkadaş geldi. Orhan Pamuk kitapları okumuş. Bana sorular sordu. Cevapladım elimden geldiğince. Yemekleri sordu, cevapladım. “Sizin kültür çok zengin dedi” kabardım. “Avrupa sizi yanlış tanıyor” dedi, adeta uçtum. Sonra düşündüm bu bebe Türkleri mi çözdü len yoksa diye kıllanmaya başladım. Çünkü standart bir Polonyalı’nın Türkle yapacağı muhabbet: “Sizi Viyana’da durduran ordu Polonya’dan gelen haçlı ordusudur” olacak ve bunun cevabı da Türk tarafından: “Ama sizin yardıma gittiğiniz Avusturya-Macaristan imparatorluğu 2. Dünya savaşında ağzınıza sıçtı” olacaktır. Bu ezberimi bozan, en derin komplekslerimi dindiren, övgü dolu sözler beni gıcık etmeye başladı. Acaba bu Christoph Daum, Türkler’i çözmenin, kafalamanın reçetesini tüm Avrupa’ya verdi mi diye kıllandım. Atatürk rozeti takan bu, “Büyük Başkan Aziz Yıldırım” diyen bu, Gazi reklamlarında oynayan bu (İspat...Snırım muahbir aynı arkadaş). Bakın buraya yazıyorum, bizi bu Avrupa’nın ırkçı-dışlayıcı tavrı yıllardır yıkamadı, yıldiramadı; sakın bu yeni dümen olmasın? Böyle bizi ufaktan ufaktan gazlayıp istediklerini yaptırmasınlar bunlar. Velhasılkelam, ben bu Polonyalı’ya acayip gıcık oldum, bana “Daum-ology” uyguluyor diye. Gittim Fransız bir arkadaşla yakınlık kurdum. Az biraz lak-lak yaptık. Ben bekliyorum ki vursun bana Parizyen genç. "Gerisin, barbarsın" desin. Demedikçe de bileniyorum içten içe. “Bunlar da böyle iki yüzlü oluyor, gizli faşist bu” diye dolduruyorum kendimi. Ağzını açsa hemen Kuzey Afrika zulümlerinden bahsedecem, rakibimi yere serecem ama olmuyor olmuyor. Çocuk normal muhabbete devam. Vay arkadaş, 20 dakika sonra bu da Daum-ology’e başlamasın mı? Tutturdu Polonyalı’ya “Bak da laik gör, Türkler de biz gibi laiktir. Okullara dini sembolle girmek bunlarda da yasak. Sizin gibi sınıflara haç asmak baskıdır, haksızlıktır” diye. Gerçi imamlara maaşı devletin verdiğini duyunca biraz şaşırdı ama yine de suyuma gitti. Ben başladım yine kabarmaya. Adeta çocuk kırmızı çizgilerimizin üzerinden geçtikçe beni bir sevinç kapladı. Hemen titredim, kendime geldim, “Batının yeni oyunu bu, uyan”...

Komplekslerimiz aynı zamanda yumuşak karnımız. Şöyle ki; kendi değerlerimizi görmemiz ya zaman alıyor, ya da asla göremiyoruz. Bahsettiğim zaman da bazen 50 yılı aşıyor, ömürler geçiyor. Yazının başlığındaki sayı, Nazım Hikmet’i 2009 yılında vatandaşlığa kabul ettiğimizde kendisine verdiğimiz TC kimlik nosudur. Ne acıdır ki, biz adam iyi mi-kötü mü, hain mi-vatansever mi? diye tartışırken kendisi batı toplumlarında bolca yol katetmiş ve şöhreti o kadar büyümüştür ki adeta kısa yoldan entellektüel sınıf atlama çabalarının bir bayraktarı olmuştur bile. Hiç hayal etmese de kendisi, şu anda Avrupa’da Nazım şiiri okumak aynen “Che Guevara” tişörtü giymek gibidir. İşini çok iyi yapmanın sonucu diyelim biz buna. İşte bizim bakanlar kurulu kararıyla ancak vatandaşlığa aldığımız büyük şairimizin durumu budur. Tahminim ne zaman biz batıda bu kımıldanmaları gördük, içimizden “Batılılar bile büyük şair diyor aga, demek ki adam büyük” dedik, kabarmaya başladık, yağlarımız eridi, alıverdik. Gerçi bizde de biraz “Gavur İzmir” lafını telafı etmenin telaşı vardı ama kimse kükreyemedi kararın aleyhine. Bütün Avrupalı’lar büyük adam demişken, artık adı dünyanın en büyük şairleriyle batılıların ağzından kolaylıkla çıkıverirken nasıl kükreyeydik!

Bu yazı Laura Freddi adlı, neden ünlü olduğunu çözemediğim, güzel, sarışın bir bayanın TV’de Jacques, Fiume, Sartre gibi isimlerden alıntılarla birlikte Nazım şiirlerini de okuması sonucu yazılmıştır. Hem de her hafta düzenli bir şekilde okuyor. Bu kadın da İtalya’ da şiir okuyacak son kişidir sanırım. Kendisini evvelden pilajda seksi pozlarıyla falan görüyorduk. Bir anda entellektüel olarak sınıf atlamak istedi sanırım. Ağzına da pek yakışıyor doğrusu. Ben kendisinden Nazım'ın şiirini duyunca kesinlikle inandım ki, bu Nazım büyük adam. Şu şiiri İtalyan' dan sonra anladık ya, sadece ben ona yanarım:

....

Yoruldun ağırlığımı taşımaktan
ellerimden yoruldun
gözlerimden gölgemden
sözlerim yangınlardı
kuyulardı sözlerim
bir gün gelecek ansızın gelecek bir gün
ayak izlerimin ağırlığını duyacaksın içinde
uzaklaşan ayak izlerimin
ve hepsinden dayanılmazı bu ağırlık olacak.


İşte bizim vatandaşımız, şiirde bir dünya markası Nazım’ın şiirini okuyan hatunumuzdan videolar...Öngörüyorum, 5-10 yıla Nazım tişörtleriyle dolaşacağız, çünkü batıda çok ünlü!



Sunday, September 13, 2009

"Cold reading"e İnan, Falsız Kalma...




İstanbul’da Beyoğlu’ndan aşağıya yürüyorum. Etrafa, kalabalığa bakarken birisi elime bir broşür veriyor: “Falda İddaalıyız”. Önemsemeden devam ediyorum. 50 metre geçmiyor ki başka birisi “Ünlü falcı Kezban, Deniz Kafe’de”. Sonraki 50 metrede: “Bilemezsek paranız iade” ve bu sürüp gidiyor. Sanırım falcılık olayında son dönemlerde bir artış var. Ancak bana olay artık bir çılgınlık halini almış gibi geliyor.

Hayatım boyunca hiç profesyonel falcıya gitmedim. Ancak falcılarla ilgili anlatılan çok şey dinledim. Her seferinde de “Gidicem ulen, valla verecem bir kahveye 12 lira, gitcem” dedim ama kıyamadım paraya, bir de inanamadım bu fal işine. Arada derede yaşadık gittik fala gtsem mi-gitmesem mi diye düşünerek. Aslında ben hep “Şu falcı acayip tutturuyor” önermesiyle gelenlere içimden “Saçmalama ya, mal mısın?” desem de bunu dışımdan belli etmemiş ve o kişinin inanmışlığına saygı duymuştum. Hatta bir keresinde garanti bildiği söylenen birinin mekanına gitmiştim inananmış arkadaşlarla. Tam sipariş verilecek, bir de ne göreyim, kahve 12 Lira. Hemen gözüm çaya kaydı, 1Lira. “Ameller niyetlere bağlıdır, sen çaydan da bakarsın” dediysem de falcı kabul etmedi, ben de bu kadar yaklaşmama rağmen yine fal baktıramadan dönmüş oldum.

Bir arkadaşım bir hikaye anlatmıştı: İşsiz kaldığında Beyoğlu kafelerinden birine gitmiş. Buna 1 haftada fal bakmayı öğretmişler: “Şu tipe şunu diyeceksin, şu saatte gelen şu olur, şu yüzük şu demek ,şu saç kesimi, bu sakal...”gibi. Eleman falcı olmuş çıkmış. Bu tarz olaylar da inancımı iyice kırdı.

Ancak bugün olanlardan sonra bir anda kendimi çok mesut hissediyorum. Çünkü ben haklı çıktım arkadaşlar. Aslında falcı diye gittiğimiz adamlar düpedüz “Cold reading” yapıyormuş. Şimdi ben o çaydan bana fal bakmayan adamı bir bulsam onu tokatlarım valla. Adamın da günahını almamak lazım, belki kendisi de kendisini falcı sanıyor olabilir ve “Cold reading” yaptığını bilmiyor olabilir belki ama her işin bir sorumluluğu var. Şöyle ki; bir falcı ben Anadolu Lisesindeyken benim için "Fen Lisesine gidecek, yurt dışında okuyacak demiş" bizimkilere. Kadının dediği çıksın diye yıllarca uğraştım durdum sonra ben. Eşşeğin aklına karbuz kabuğu da sokabiliyolar bazen. Yalnız buraya kadar söylemişti kendisi. Şimdi burda ne bok yicem bi veri, bi motivazyon kalmadı. O sorumsuz davranışın cezasını ben yıllarca çektim.

"Cold reading" hususu da basitçe şöyle: Yıl 1948, psikolog Bertram R. Forrer bir deney yapıyor. Bizim falcılığın atası kabul edilebilir bu adam. Bir sınıf dolusu öğrenciye, onların burçlarıyla alakalı analiz yapacağını ve herkesin kendisine verilen analiz kağıtlarını 0’dan(çok zayıf) 5’e (çok iyi) kadar oylaması isteniyor. Kağıtlar dağıtıldıktan sonra sınıftan çıkan ortalama not 4.26 oluyor. Yani çoğu kişi yazılanları kendisini tanımladığını düşünüyor. Oysa sınıfa verilen metin tamamen aynı ve şu yazıyor:

“You have a need for other people to like and admire you, and yet you tend to be critical of yourself. While you have some personality weaknesses you are generally able to compensate for them. You have considerable unused capacity that you have not turned to your advantage. Disciplined and self-controlled on the outside, you tend to be worrisome and insecure on the inside. At times you have serious doubts as to whether you have made the right decision or done the right thing. You prefer a certain amount of change and variety and become dissatisfied when hemmed in by restrictions and limitations. You also pride yourself as an independent thinker; and do not accept others' statements without satisfactory proof. But you have found it unwise to be too frank in revealing yourself to others. At times you are extroverted, affable, and sociable, while at other times you are introverted, wary, and reserved. Some of your aspirations tend to be rather unrealistic.”

Buradan anlıyoruz ki sadece fallar değil, gazetelerdeki burç tahminleri de tamamen kolpa. Adeta balığı kavaya, kovayı teraziye, teraziyi akrepe yazsan, kimsenin ruhu duymayacak. Herkes de hemen hemen 4.26/5 oranında mutlu mesut: “Vay be, adam bilmiş yine” diyerek gazete sayfasını çevirecek. Hatta şu an farkettim yazıyor da olabilirler çünkü ben diğer burçları okumuyorum. Leyn, yoksa???

Şimdi örnekleri çoğaltalım (link) Vieoda bir palyaço bir adamın karşısına geçip, her insanın ortak sahip olduğu anılardan yola çıkarak adamın tepkilerine göre de devam ederek falcılık yapıyor. Adamın aksanına, cevaplar sırasında verdiği tepkilere bakarak da üfürmeye devam ediyor. Bu performansın beleşe yapılması büyük şans. Beyoğlu’na gelse bu palyaço, kral olur. Videonun devamında da yukarıda anlattığım deney tekrarlanıyor. İngiltere, Amerika ve İspanya’da birbirini tanımayan 15 insandan bir zarfa el izlerini ve bir özel eşyalarını koyması buna göre analizler yapılacağı söylenir. 1 saat sonra hepsine aynı analiz kağıdı veriliyor ama her denek kendisine özel olduğunu sandığı kağıtları hayranlıkla okuyor. Sizi ne kadar tarif etmiş sorusuna verdikleri yanıtlar da enteresan. Sadece bir kişi %40 dese de geriye kalan deneklerden %90-95-99 gibi cevaplar alınıyor. Denekler : “o inanılmaz biri, medyumlukta rakipsiz, ağzıma sıçtı, her şeyi bildi” gibi tepkiler verirken olan biten yine bu “Cold reading” denen ve insanlığı kemiren hadise. Adamımız Derren’in bir başka şovu için (link)

Tabiki bunu ülkemizde yapmanın bazı kolaylıkları da var. Mesela işsizlik %25 olduğuna göre ve yaptığı işten mutlu olanların oranı sadece %5 ise, işinle ilgili sorunun var demek çok iyi bir başlangıç olacaktır. Ayrıca mesela annen baban memursa ve bu ülke kriz ülkesiyse kooperatif evinden ve o evin bi türlü bitmeyişinden falan da bahsedebilirsin. Zaten ekonomik olarak güvende ve özgür hissetmeyen bir ülkenin aşk hayatı da sıkıntılı olur, malum analizler erken boşaldığımızı söylüyor ama siz falda bu konuya girmeyin. Sağlık desen ha keza. Bir sağlık sorunu muhakkak vardır 30 yaşını geçenin. Biraz da burdan yardırırız. Böyle böyle derken bakıvermişsiniz fal bitivermiş. Çok da zor değilmiş. Ama medyumluk derseniz, onu bilemem. Adam bana gelecek hafta ne olacak anlatsın, hele de tuttursun ona: “Birader sen “cold reading” yapıyosun, kalbini kırarım” diyemem. Ama geleceği bilse zaten 12 liraya kahve kakalamaya çalışmazdı, o ayrı.

İlginç olan kısım, ilk video linkindeki insanların dünyanın farklı yerlerinden olmalarına rağmen aynı ortak cümlelerle tanımlanabilmeleri. Yani her insan çok farklı hayatlar yaşıyor gibi görünse de temelde aynı 10 cümleyi kendilerine çok uygun bulabilmeleri. İşte ben bunu sevdim. Faldan da çıkacak güzel ders bu olsun bize. Hakikaten aynı şeylere gülüp, aynı şeylere ağlamamız şaşılacak şey. Hepimiz kalabalıklar içinde yalnız, şehir hayatının yoğunluğu altında ezilmişiz. Keşke birbirimizi daha çok anlayabilsek, omuz atıp geçtiğimiz o yabancının da “İnsanların seni sevmesine ve hayranlık duymasına ihtiyacın var” cümlesiyle tav olacağını bilsek. Keşke keşke, kaybettiğimiz o çocukça hayalleri, göz yaşlarımızdaki masumluğu paylaşabilsek. Keşke hep beraber Tuna Kiremitçi tarzı klişelerle dolu edebiyatı sevebilsek...Fala inanmasak, falsız kalsak, adam gibi kahvemizi yudumlayıp, kalkıp gidebilsek...Yani insanı sevsek, humanist olabilsek...Neden ötürü olursa olsun, yaratılanı hoş görsek...

Saturday, September 5, 2009

Ciao Bello













13:15’de Kadikoy’den bindigim otobus ile baslayan Frankfurt aktarmali Italya’ya gelis yolculugum 01:20 sularında Italya’ daki evimin kapisini açana kadar sürdü. Her zamanki gibi ayrılmak buruk bir tat bıraktı. Hele ki arkada bırakılan güzel bir Ege yazı veya güneşli ama sıcak olmayan bir İstanbul günüyse...Frankfurt’ta geçirdiğim 1 saateki soğuk hava “Allah’tan buralarda değilim” dedirtip halime şükrettirse de uçak inince alkışlayasım bile gelmedi. Yanımdaki Alman bu davranışıma destek çıktı. “Bu kaptan 10000 Avro alıyor, tabi ki indirecek, neden bu kadar minnet duyuluyor ki? Ben muhasebe hesabını denk verince beni alkışlayan olmuyor, Türk pilotlar bedava mı çalışıyor, o nedenle mi alkışlıyorsunuz?” dedi. İçim zaten sıkkın ama Hans ne bilsin. “Siz de biraz canlanın arkadaşım, Almanlar olarak içiniz geçmiş, biraz az analiz yapın” dedim. Küstü bana. Gönül alacak halde değildim. Beni fazla kadercilikle suçlayınca "Sen g.t korkusunun resmini yapabilir misin Hans? Uçak inince kopan alkış işte bu resimdir" dedim. Sanatsal yönümü tebrik etti. Harbi rasyonel adammış vesselam.

Milano’da eve gelmek için 40 dakikalık tren yolculuğu sırasında açlık, uykusuzluk, 2 kere binlerce metreyi bir kaç dakikada çıkıp inmenin ve bütün gün peşimden 22 kiloluk valiz sürüklemenin yorgunluğuyla bayılmışım. Bir rüyalar bir rüyalar gördüm o arada. Gördüklerim tatilde yaşadıklarıma benzer şeylerdi. Arkadaşlarla plaja gitmeler, akşamları deniz kenarında bira içmeler, yunuslu deniz bisikleti...vb. Tren bir ara tünele girince ses çok arttı, korkuyla uyandım. Bir kaç saniye nerede olduğumu, ne yaptığımı anlayamadım. Çok korktum. Akan salyaları sildikten sonra bir an stajdan dönerken yine uyuyakaldığımı ve gördüğümün yaşanmamış bir düş olduğunu sandım. Tam sapıtmak üzereydim ki hava alanından aldığım ve gerçekten bayılmamak için yol boyunca kemirdiğim “Hazer Baba” gül aromalı Türk lokumunu elimde gördüm ve taşları tekrar yerine oturttum.

İndiğimde hava yağmurlu ve sokaklar ıssızdı.İstanbul'dan gelince her yer ıssız gerçi. Bu sonbahar yağmurları hep moralimi bozar ama bu sefer daha fena yaptı. Eve geldim, şartelleri kaldırıp İtalya’ya start verdim.

Ertesi gün uyandığımda güneş doğmuştu ve güzel haberler beni beklemekteydi. Efsane İtalyan takımı Livorno, Adana Demir Spor’un sezon açılışı için düzenlenen özel maç için Adana’ya gitmişti. İşte şimdi güneş doğmuştu.

Livorno ciddi anlamda marjinal bir İtalyan futbol takımı. Şehir, Toscana’ da yer almakta ve nüfusunun büyük bölümü solcu ve hatta sol fraksiyonlar içinde de Mao’cu. Ancak şehrin sol ve enternasyonal duruşu çok eskilere dayanmakta. Bir şehir devleti iken 16. y.y’da yaptıkları anayasa adeta zamanlar ötesi bir özgürlükçülüğe sahip: “ Hepiniz, hangi ulustan olursanız olun, 'doğulular, batılılar, ispanyollar, portekizliler, yunanlar, almanlar, italyanlar, türkler, berberiler, ermeniler, persler ve diğerleri' size temin ederiz ki, bu topraklara tamamen özgür ve her türlü kovuşturmadan uzakta bir şekilde gelmenize, kalmanıza, aileleriniz ile geçiş yapmanıza ve yaşamanıza, geriye dönme zorunluluğu olmaksızın oturmanıza, istediğiniz zaman dönerek pisa kenti ve livorno topraklarında yaşamanıza izin veriyoruz”. İşte bu ekolden gelen İtalyan şehri 1921 yılında da İtalyan kominist partisinin kuruluşuna ev sahipliği yapmıştır. Şehrin de tabi ki tarihine ve geleneklerine uygun bir futbol klübü vardır: AS Livorno Calcio...Tıpkı Güney Amerika, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde olduğu gibi İtalya’da da liman şehirlerinde kurulan takımlar sol eğilimli. Bazıları halkı uyutmak için kurulmş olsa da tribünler afyon yerine doping etkisi yapmıştır.

Ligde özellkle faşist Lazio ve Faşist taraftar gruplarını barındıran İnter’ e karşı ciddi bir düşmanlıkları vardır. Hatta Milan maçlarında, temiz eller operasyonundan sonra pisliğe bulaşmamış tek parti olarak çıkan Kominist partinin iktidar olmasından korktuğu için Forza Italia partisini kuran ve “İtalya’ yı koministlere bırakmam” diyen Berlusconi’ye inat, “Kork Berlusconi, biz geliyoruz” sloganı atarlar. (Zaten İtalya’ da politik görüşü olmayan taraftar grubu çok azdır : link) Sahaya bazen sosyalist enternasyonel marşıyla çıkarlar. Günümüz değerleri düşünüldüğünde insanın tüylerini diken diken yapan, insanlık onurunu hatırlatan, hayran kalınası hadiselerle süslü tarihleri.
Israil’in Maccabi Hafia maçı öncesi klüp sitesinden herkesin staadyuma Filistin bayrağıyla gelmesi istenmiş ve o gün stad Filistin bayraklarıyla dolup taşmıştır. Ayrıca Irak’ta hayatını kaybeden İtalyan askerler için yapılan saygı duruşunu "Bunlar işgalci askerlerdi. italya'da her yıl 1500 kişi iş kazasında ölüyor. onlar için niye devlet töreni düzenlenmiyor?" diyerek protesto etmişlerdir. Kulübün her şeyi olan başarılı forvetleri Cristino Lucarelli normalde teklif edilen paraların çok altında bir paraya Livorno’ya dönmüş ve şöyle demiştir: “Bazı futbolcular yarım milyona bir Ferrari ya da güzel bir tekne alırlar. Ben o paraya sadece bir Livorno forması satın almak isterim. Tüm beklentim ve isteğim bu!” . Babası bir liman işçisi olan Lucarelli kolpa bir forvet değildir. Sert savunmalarıyla ünlü İtalyan liginde gol kırallığı görmüş komple bir forvettir kendisi. İşçi çocuğu olmasının ve şehrin havasından kendisini “Doğuştan kominist” olarak nitelemiştir. Ancak adını duymamamızın nedeni İtalyan ümit milli takımında attığı golden sonra formasının altından çıkan Che t-shirtünü göstermesi ve ceza alarak tekrar çağırılmayışıdır. Lippi’ nin kendisini çağıracağı dedikodularına: “Benim milli formam Livorno’dur” diyerek kendisine yakışan cevabı vermiştir.

Gelelim bizim çocuklara.Adana Demir Spor da demiryolu işçilerinin kurduğu sol eğilimli taraftar grubu olan güzide bir kulübümüzdür. Türkiye’ de çoğu alanda olduğu gibi spora da politika karıştırılması içişleri bakanlığı tarafından yasaklı olsa da Trabzon deplasmanında “Ogünler sizin, yarınlar bizim” sloganı açacak kadar yüreklidir kendileri. Adına ve tarihine yakışacak şekilde bu özel maça Livorno’yu davet edecek cesarettedirler. Böylece bizim 2. Ligimizin bir takımı (3. Seviyeye tekabül eder), İtalya’nın en iyi liginin bir takımıla maç yapma aşamasına gelmiştir. Ne mutludur ki haftaya Milan gibi bir kulüple oynayacak olan Livorno da hiç kapris yapmamış ve ideolojisindeki samimiyeti göstererek Adana’ ya gelmiştir. Tüm baskılara rağmen Türkiye’ den hiç bir TV kanalı maçın yayınlamak istememiştir. Özellikle TRT ve NTV altyapıları nedeniyle e-posta yağmuruna tutulmuş ancak sonuç alınamamıştır. Oysa Avrupa’ nın kıytırık takımlarının maçları bile verilir bizim kanallarda.

Tabi ki nedenleri malumdur. Ben burada saymayayım. Ancak bu olay bize özgü de değildir. Her zaman sol biraz daha az tutuluyor sanırım. İtalya’ da attığı golden sonra kominist selamı yapıp sol yumruğunu kaldıran Lucarelli, faşist selamı çakan Di Canio’nun 3 katı ceza almıştır örneğin.

Bu mutlu futbol maçı bana bütün gün yetti. Adeta sayesinde hemen adapte oldum İtalya’ya. Türkiye için de biraz daha endişelendim açıkçası. Açılım üstüne açılım yapıyoruz ama hala 2 sol takımın kardeşçe mücadelesini göstermekten çok korkuyoruz. Demokratikleşmek için açılım yaparken medyamız "dünya medya özgürlüğü" standartlarında 106. sıraya kadar düşmüş, bir futbol maçını veremez duruma gelmiş.

İşte ben kafamda bunlarla otururken gavur arkadaşlar geldi: “İyi ki geldin, özledik” diye etrafımı sardılar, kahve içtik. Gün bitti.


Livorno tribünleri:
http://www.youtube.com/watch?v=HMH4JsKteWw
http://www.youtube.com/watch?v=pNRC386sXxA&feature=related