Tuesday, April 26, 2011
Neler Oluyor?
Gecen gun surus testi vardi. "Dur" levhasinda durmadigim ve serit degistirirken kor noktalari kontrol etmedigim icin puan kaybettim. Avrupa'da trafik ne kadar hassas. Biz Turkler "dur" levhasinda sadece yavaslariz degil mi? Gelistirmem gerekiyor...
Bugun ilk kez petrol platformuna ciktim. 15-20 metrelik borulari vincle kaldirdilar ben de borulara yon verip delige soktum. Tam olarak benim isim olmasa da heyecanliydi. Etraf agir makinalar, hareket eden parcalarla dolu ve alan cok dar. Isi tamamlayip inince cok rahatlamis hissettim ama orada calisan muhendis ve operatorlere bakilirsa yakinda o makinalarin arasi evim gibi olacak. Tulumun ici cok sicak ve baret biraz kafa acitiyor ama zamanla duzelir her sey.
Egitimde her taraftan adamla beraberiz. Herkes beni facebook olsun, communicater olsun ekleme cabasina girdi. Fransizlar geldi: "cok populersin, kiskandik, neden?" dediler. Hoca durur mu, soktum lafi: "Dogu'yu da Bati'yi da en iyi bilen benim de ondan" dedim. Fransiz got oldu. Amerikali "that was harsh" dedi, Ingiliz: "Bloody mate" cekti, Orta Dogu camiasi da "Masallah, Masallah" dedi. Bir de su kursta bile soykirim sorusu cevapliyorum. Artik birileri bir sey yapsin.
Yakin zamanda Norvec'e gidip offshore egitimi yapacagim (BOSIET offshore training). Batik helikopterden ici su dolduktan sonra 10 saniye bekleyip yuzerek cikma, yuksekten suya atlama ve dumanli ve karanlik bolgede el yordamiyla acil cikis bulma belgelerimi alacagim. Isin kotu yani benim gibi bir Akdeniz cocugunu 5 derecelik soguk suya sokmalari olacak. Orada nefes tutabilir miyim bilmiyorum. Sonrasinda collere geciyorum. 50 derecede pratik egitim ve aksam 8'lere kadar suren teorik egitim alacagim. Her gun sinav edilecegim. Bakalim baski altinda nasil isleyecek bizim vucut. Cok yakinda gorulecek.
Bana sans dileyin, espirilerle burayi costurayim isterdim ama uyumak lazim.
Bir ara Paris, bir ara da Afrikali, Avrupali ve Arap camiasindaki onlenemez sempatim uzerine daha ayrintili yazarim umarim. Spoiler olsun: "Araplar bana Behlul" diyor.
Saglicakla...
Wednesday, March 16, 2011
Tarihe Dokunmak (Aphrodisias/ Afrodisyas)
Geçen haftasonu Afrodisyas' ı bir kez daha gezdim. Bu blogu okuyan herkesin bu ismi duymuş olmasını dilerim ama belki de duymamışsınızdır. Ben bu antik şehre sadece 12 km uzaklıkta doğduğum için çok şanslıyım. Birden fazla defa gezme şansına sahip oldum. Dünyada bu kadar büyüleyici olup da bu kadar az gezilen bir tarihi alana ben henüz rastlamadım. Buranın en önemli özelliği bu. Avrupa'da bize tarihi stadyum adı altında boş tarla gezdirdi puştlar. Kendimi Kemal Sunal gibi hissettim o zaman (Bknz: Circus Maksimus). Bu blog sayesinde Afrodisyas'a ziyaretler patlayabilir ama görmek herkesin hakkı, üzülmem. Zaten alanı ve müzenin gezildiği 5-6 saat içerisinde insan kenisini Avrupa'da hissediyor çünkü etrafta Türk turist sayısı Milan'a kurban bayramında gelen Türk turist sayısından az. Varsa yoksa Japon, Amerikalı, Alman, Fransız, İspanyol ve İtalyan. Oysa o şehir 4800 yıldır orada ve dünyanın en iyi korunan şehirlerinden bir tanesi. Haliyle biraz enteresan olabilir gezmek... Neyse uzatmayalım.
Antik şehrin keşif hikayesi de çok ilginç. Ara Güler çevredeki bir barajı fotoğraflamak için geçerken aksilikler nedeniyle geceyi Afrodisyas'ın üzerindeki Geyre köyünde geçirmek zorunda kalıyor. Tabiki alttaki hazinenin boyutlarından bihaber herkes. Bakıyor ki insanlar antik sütün başlarında pişpirik oynuyor. Hemen fotoğraflarını çekiyor ve gerekli mercilere ulaştırıyor. Sonrasında çalışmalar başlıyor.
Sağa solda daha ayrıntılı bilgi bulabilirsiniz. Şu link bir başlangıç olsun...
Gelelim şehrin beni çeken taraflarına. Her şeyen önce şehir 5-6 saat rahatsız edilmeden doğa ile içiçe gezme imkanı veriyor size. Etrafı yemyeşil, verimli bir ova. Gelip-gideni az oluğundan 5-10 dakikada bir gavur kafileler görüyoruz, hepsi bu. Bu çapta ve güzellikte bir alanı dünyanın başka yerinde kimse böyle sessiz bırakmaz. Duyumlarıma göre Aydın'ı Antalya'ya bağlayacak karayolu Afrodisyas yakınınan geçecek. 1-2 yıla kadar belki de bu özelliğini yitirir. Elinizi çabuk tutun.
İkincisi de zamanının büyük şehirlerinden birisinde böylece yapayalnız yürümek insanda garip bir ürperme yaratıyor ve düşünmeye itiyor. Şehrin aşağıda videosunu göreceğiniz stadyumu 30000 kişi kapasiteli. Yunan döneminde güreş, koşu, disk ve Roma döneminde ek olarak gladyatör dövüşlerine ev sahipliği yapmış. Gladyatörlerin sahaya çıktığı tünelden yüzlerce yıl sonra yürürken garip hisler oluşuyor. Üstelik de koca stadyumda yapayalnızsınız.
Üçüncüsü ise kültürler ve dinler arası çizgilerin bulanıklaşması. Lanet olsun bize mitoloji öğretip, sevdirmeyenlere ama bu toprakların bir zamanlar gerçeği buydu. Yapılan pagan tapınaklarını yıkan Romalılar sağa sola haçlar çizdiler. Tapınaklar kilise oldu. Sonra Selçuklular geldi. Elhemdülillah
herkes müslü
Oysa Afrodisyas'ta zamanının ilk heykel okulu var. Bildiğimiz okul. Dünyanın en ünlü heykelcileri burada. Adlarını vereceğim ama anlamı yok, diyelim ki Fedon...Avrupa ve Afrika' daki nüfuzlulara buradan heykel gidiyor. Mesela Roma'da Sezar, heykeli yapılsın istiyor, gönderiyorlar. Bu ciddi bir mevzu. Gidip Avrupa'da hayranlıkla baktığımız o heykellerin bazılarının buradan yollandığı muhakkak. Yalnız güvenlik görevlisi abi ile Socrates heykelinin önüne tartıştık. Abi o zaman foto olmadığına göre siparişlerin nasıl yapılığını merak ediyordu. Bunu orada çalışan arkeologlara da sormuş cevap alamamıştı. Bu durumda sipariş İspanya'dan ya da Mısır'dan gelse ne yapıldığını bulamadık. Koskoca kayserler heykel yaptırmaya gelemeyeceğine göre sanırım heykeltraşlar gidip adama bakıp geliyordu ya da gittiği yerde yapıyordu. Çünkü bugün bi kafa çıkıyor tak altına adamın adını basıyorlar. Demek ki tipi benziyor. Yoksa o taş kafaya nasıl Sokrates dersin ya da nasıl Öklid dersin? Benzemesi lazım illa ki... Adamlar baya bi "celebrity" heykeli de yapmışlar. Pisagor ve Sokrates'ın fotoğraflarını çektirebilmemi buna borçluyum.
Yalnız müzede gezerken bir noktada çok kıllandım. Bana çok benzeyen bir Yunan heykeli gördüm. Yeminle baltayı alıp kırasım geldi. Düşünsenize ben kendimi bunca zaman bir aygır atın üzerinde sırtımda okum, belimde kılıcım Osta Asya bozkırlarından
Şehrin 50 yıldır New York üniversitesi tarafından sürürülen kazılarına yalnızca %27'si çıkarılabilmiş. Sanırım bütçe yetersizliği de sözkonusu. 90 yıl içerisinde tamamının çıkmış olacağı tahmin ediliyor. O zaman Efes'ten daha büyük bir şehirle karşılaşmamız çok büyük ihtimal. Gerçi İtalyanlar Pompei'yi 1764'ten beri kazıyorlarmış. Kolay değil tabi, çıkarmakla bitmiyor. Yazıtlar okunacak. Kim neden yapmış, kiminmiş vb bulunacak, tasnif edilecek...
Neyse efendim, bu toprakların geçmişinin en nadide eserleriyle yüzleşmek, doğayla tarihle içiçe, bir zaman yolculuğu yapmak isteyenlere şiddetle tavsiye ederim. Hayran kalmayan görmedim. Aşağıda videolar...
Ara GÜLER’, Aphrodisias'ı Anlatıyor... ibexes
Tuesday, February 1, 2011
Saturday, January 29, 2011
Adım Adım Anadolu...
Gelişen olaylar neticesinde hızlı kararlar alıp İtalya macerasına son vermem gerekti. Tekrar gitme hakkımı saklı tutup Türkiye’ye döndüm. Ankara ve İstanbul’da biraz zaman geçirdikten sonra Aydın’a geldim.
Aydın’a geçmeden önce de blogumu takip eden arkadaşların ısrarı üzerine Denizli’de bir hafta geçirdim. Denizli esnafının hatrı sayılır simaları tarafından “yılın en iyi blogu” ödülümü almak için Denizli'deydim. Bu süre zarfında Denizli esnafının dertlerini de dinledim. Esnaf genellikle bitmeyen altyapı çalışmalarından, siftahsız geçen günlere rağmen yazar kisvesi altında dükkanlara saatlerce çöken işsizlerden şikayetçiydi. Allah sizi inandırsın, insanın da yapacak işi-gücü olmayınca saatlerce oturabiliyor esnaf mekanlarında. “Ayağım çok uğurludur” safsatasıyla 2-3 gün takıldıktan sonra, işlerde bir açılma olmayınca arkadaşları biraz gerdiğimi hissedip, şehri terkettim. Umarım durum gidişimden sonra iyileşmiştir.
Denizli’yi Türkiye’de enteresan kılan bir diğer hadise de sembol olarak kendilerine Horoz hayvanını seçmeleridir. Türkiye’de çoğu şehir meyve-sebzesi ile ünlüyken pek az şehrimiz bir hayvanı ile ünlüdür. Denizli esnafınfa bunu da devamlı olarak öne çıkarma, halıya, kilime, beze basma isteği sezdim. Hatta bir horoz figürünün baş kısmındaki deliğe suratınız koyup, horoz kılığında Denizli hatırası çektirmeniz bile mümkün. Yalnız horoz namını sonuna kadar hakediyor, o ayrı...
Esnaf arkadaşlar beni Denizli’nin lezzet duraklarından Kebapçı Halil ve Helvacı Şerif’e de götürmeyi ihmal etmediler. Hakikaten efsane ürünler tattık bu mekanlarda. Tabi ki blogda bir Denizli bölümü yazma sözü karşılığında gerçekleşti tüm etkinlikler. Esnafa kendimi kısa sürede sevdirmemde Aydın’dan alışık olduğumuz şivenin çok benzerinin konuşulmasının rolü yadsınamaz. “k” sesini çıkaran bir adamın buralarda tutunması çok zordur (bazı tek heceliler hariç). Misal vitrin bakarken yanınınıza gelen adam: “Ne baktıydıngız?*” dediğinde “Bu kaç para?" derseniz kesin kazıklanırsınız. Doğru cevap “İndeki gaça?” tarzı bir şey olmalıdır. Bir de ara ara ismin hallerini karıştırmalısınız. Örneğin maç izlediğimiz mekanda takımına deliren bir amca: “Topu bas, topu” diye ayaklanıp bağırırken, siz bu amcaya “Oturur musunuz, göremiyoruz” diyemezsiniz. Doğrusu: “Beni bak baken, göremepdurum” olmalıdır. Yoksa harcatırsınız kendinizi. Siz siz olun, her şeyin sonuna “gari” ekler yırtarım diye düşünmeyin.
Şehrin iddialı olduğu bir diğer husus da moda. İnanın, Milan seviyesinde bir moda şehri Denizli. Özellikle Bayramyeri vitrinleri Milan'ın Duomo meydanı çevresini andırmakta insana. Tek farkı çarşıda-pazarda çok az hatun olması. Denizli modası erkeklerin tekelinde adeta. Bir de havluya öyle çok yatırım yapılmış ki sanırsınız sokaklarda da havluyla gezilecek. Ama yine de ben Denizli'yi "Anadolu'nun Milan'ı" ilan etmekte bir sakınca görmüyorum.
Bir de merkeze ilçelerden göç etmiş insanlar vardır bu şehirde. Ancak artık her yerdelerdir ve topluma karışmışlardır. Şimdi adını vereceğim 2 ilçeye çok dikkat edin: Çal ve Tavas. Buradan insanlarla karşılaşırsanız gözünüzü dört açın. (Yanlış anlamayın benim de çok Çal’lı arkadaşım var, çok mert olurlar). Hikaye şu: Yılanla Çallı’yı aynı çuvala koymuşlar, Çallı yılanı ısırmış. Yılan: “alın beni burdan” demiş. Yılanı alıp Tavaslı’yı koymuşlar, Çallı: “yılanı geri koyun” demiş...
Bu şehirden çok iyi arkadaşlarım olduğunu tekrardan belirteyim. Özellikle Ankara ve İstanbul'da Denizli diasporasıyla çok vakit geçirdim ama yerinde görmek ayrı bir lezzet. Bana bu ödülü layık gördükleri ve misafirperverlikleri için hepsine çok teşekkür ederim. Özellikle de Excel Fırat ve aynısını ben evde kullanıyorum Erdem’e sonsuz teşekkürü borç bilirim...
Bir diğer ilimizde görüşmek dileğiyle....
*ng: bu ses n harfinin daha genizden söylenmesi yoluyla çıkarılır ve şivenin yapay mı gerçek mi olduğunu ortaya çıkaran bir turnusoldur adeta...Konsept olarak benzeri için İngilizce'deki th sesi düşünülebilir. Hiç "three" diyenle "tree" diyen bir olur mu?
Tuesday, January 25, 2011
Son dönemlerime dair...

Kaç Kere Sever İnsan?
Bittiği yer mi güzel hatırlanır yoksa güzel yerinde mi biter hep bu işler? İlk başından beri hissetmiştim bir gün biteceğini ama keşfetmek de güzel geldi, duramadım, bağlandım, alıştım. Çok farklıydın, daha önce tanıdıklarıma benzemiyordun. Her şey 3 sene önce başladı, kader ağlarını ördü ve bir ekim günü karşılaştık. Eskiden alışık olduklarımı bırakıp sana gelmiştim, bütün konforumu terketmiştim senin için. Bilir misin ne kadar zordur rutini terkedip yeni alışkanlıklara yelken açmak? Nereden bileceksin, hep sana gelmişlerdir, acaba sen hiç gittin mi? Tanıştık, gezdik, tozduk, badireler atlattık, güldük, ağladık ve inanması zor olsa da bitiyor şimdi.
Senden önce iki tane daha tanımıştım. İlkinde toydum. En güzeli o sanmıştım, saftım. Bütün ilk gençliğim onunla geçti. En çok sahillerde takıldığımız günleri ve zeytin ağaçlarıyla dolu caddelerde yürüdüğümüz anları özlüyorum. Hiç bir karşılık beklemediğim, hesapsız sevdiğim, sorgulamadan olanıyla yetindiğim sadece oydu. Sonra büyüdüm, bana yetmez oldu, gittim. Arkamdan ağladığını sanmıyorum. Hep güneşli bir günde ardımdan el sallarken anımsayacağım onu. Ne zaman dönsem beni bekleyen olarak...
Diğeri ise daha soğuktu, anlaması zor. Ama o kadar heyecanlı başlamıştım ki hiç aldırmadım. Garip, sevmeyeni çoktu ama tanısan bence sen de severdin. Ama yollarınız asla kesişmez, farklı dünyaların insanlarısınız. O ne kadar doğuluysa sen o kadar batılısın. Çok şey yaşadık onunla, çok şey öğrendim ondan. Ama vefasızdım. Senin için ayrıldım ondan. Ayrılığımız sessiz oldu ama acısız değil. Yeni bir maceraya ihtiyacım vardı, gençtim, heyecan aradım. Öyle alışmıştım ki ona ayrılmayı kafaya koyduğumda endişelenmedim desem yalan olur. Kafam karışıktı ama arkadaşlar: “gençken olur bunlar” dediler. Bindim otobüse gittim, arkama bile bakmadım. Vedalaşmaya bile vaktimiz olmadı. Belki de cesaretim olmadığından böylece kaçtım ve sonra da ne aradım ne sordum. Kim bilir belki de düşündüğüm kadar ilginç değildi, kendimi kandırmıştım. Terkettiğim günden beri bir kez olsun görmedim ama deli gibi özledim. Belki de sigarayı bırakan bir tiryakinin sigarasını ömür boyu özleyişi gibi özleyeceğim onu. Canım isteyecek, direneceğim ve özlemeye alışacağım ama unutamayacağım...
İtiraf etmeliyim ki ikisi de beni, senden daha iyi anlardı. Benim de seni anlamam aylar sürdü. Seni belki bu çekici yaptı. Şimdi bakıyorum da sana çok emek harcamışım. Hiç yüz vermediğin günlerde yılmamışım, koşmuşum peşinden. Değdi mi acaba? Bana ilk kez birisi “git” demişti ama gidememiştim. Sen, benden diğer ikisinin intikamını alandın. Belli ki huyun böyle. Güzelliğinle ve çok beğenilmenle ilgili sanırım bu. Ben olmasam da yerime koyacak birisini bulursun. Yazmak kolay değil, gitmeme günler kaldı. Merak ediyorum, benim için üzülecek misin? Korkuyorum ki, hiç umursamayacaksın...
Niye yaptığımı bile anlayamayacaksın çünkü sen hiç gitmedin oysa ben iyi bilirim gitmenin zorluğunu, alıştıklarını bırakmanın yorgunluğunu. Ama unutma bu beni genç yapıyor seni ise içi geçmiş bir yaşlı...Ben mecburum keşfetmeye, sense mecbursun seni gelip keşfetmelerine. Ne kadar zor gelse de yollarımız ayrılıyor seninle, hem de kısa bir süre içerisinde.
Gitmeye karar verdiğim andan itibaren gelecek için bir heyecan kaplasa da içimi, senden ayrılmanın hüznü de belirginleşti. Sana bakamaz oldum, güzelliklerin içimi yakmasın, anılar canlanmasın, aklım karışmasın diye. Bir şeyi son kez yaptığını bilmek acı veriyor. Öte yandan hala fırsatım varken çok da ölçüp biçmeden tadını çıkarmak da istiyorum. Açıkçası arada kaldım, ne yapacağımı bilemez durumdayım. Üzerine fazla da kafa yormak istemiyorum bu gidişlerin, zorlaştırıyor her şeyi. Bazen insan derinliğini bilmediği suya da atlamak istiyor her gün aynı yerde yüzmektense. Hem kalsam da senin yüzünden gitmedim diye başının etini de yerim bundan böyle. Lütfen beni anlamaya çalış, ben buyum işte.
Ne acıdır ama belki de bir daha veda mektubu yazdığımda sen de diğerleri gibi bir paragraftan ibaret olacaksın sadece. Dürüst olayım, insana her tecrübesi farklı ve güzel geliyor. Bugün için diğerlerinden farklısın ama zaman geçtikçe onlar gibi olacaksın zihnimde. Biliyorum şimdi diğerlerinin isimlerini daha da fazla merak ettin. O zaman söyleyeyim; ilk sevdiğim Aydın ise, gençlik aşkım Ankara ve sen de Milan’sın...Haftaya ayrılıyorum senden. “Ağlama” desem faydası olmaz, bilirim çok kolay ağlarsın. Ama ben seni güneş gibi gülümseyişlerinle anımsamak isterim. Kendini de fazla suçlama, mecbur olmasam gitmezdim ya da istemesem direnirdim. Zaman her şeyin ilacıdır, unutursun.
13.12.2010
Thursday, December 9, 2010
Geldim-Gördüm-Yenildim
Efsane Efes'ten eser kalmamış, takım sanki hiç beraber antreman yapmamış gibi sahada. Rakip de çok kuvvetli değil, belki yeneriz diye gittik. Olmadı. Nerede o eski Efes?
Az sayıdaki taraftar da bu oyunla 4 çeyreği çıkaramadı. Yine de bir ara salonu inlettik:
Paramız mı var, Gucci alalım;
Vespa'mız mı var, kız tavlayalım;
Efesliyiz biz;
Sürünüyoruz...
Başka sefere...
Monday, December 6, 2010
Memleket
İnsanı şu dünyada kaç kişi şartsız, koşulsuz sever? Şanslı olanlarımızı ailesi... Zengin ve nüfuzlu ailesi olanlar için bazı şeyler hep daha kolay olur, yalnız ve emekçi ailesi olanlar içinse hep biraz daha zordur hayat. Ancak durum ne olursa olsun değişmeyenleri de vardır bir ailenin, yuvanın. Başına dışarıda ne gelirse gelsin, başarsan da başaramasan da istediğin zaman gidip kapısını çalabileceğin, koşulsuz sana kapısını açacak olan, seninle aynı dili konuşan, genlerine şekil vermiş olanlar vardır orada. İsmini, sıfatını edindiğin, davranışlarını şekillendirdiğin yerdir orası. Saçın, başın, tipin, huyun, boyun hep bu insanlara benzer. Aralarında gezerken kimse seni yadırgamaz. Onların arasında büyürsün, gün gelir anlarsın ki davranışların onlara benzemekte, gülüşün, sinirin, konuşman onları andırmakta.
Ardından sana bir yatırım yapılır, imkanlar dahilinde adam olmana uğraş verilir. Kimi zaman iyi bir diploma edinmene yardımcı olurlar, kimi zaman da bir zanaat ve bazen de bir şey vermezler öylece kalakalırsın ortada. Çok zaman beğenmezsin durumu, daha iyisine tamah edersin. Gün gelir kızabilirsin bile koşulları daha iyi olmadığı için onlara. Ya atlatırsın bu durumu, fazla düşünmez olursun ya da elbet öğrenirsin bu uhde ile yaşamayı.
Büyürsün, kendi hayallerin olur. Büyük hayallerle çekip kapıyı çıkmış olabilirsin. O anda bile bilirsin, istersen bir gün dönebileceğini. Denersin, muhakkak ki o hayallerin önüne bu hayat setler çekmiş olacaktır, sonunda kendini bambaşka yerlerde bulacaksındır, tasarladığın noktanın ötesinde veya gerisinde ama daha çok sağında veya solunda, bambaşka bir rotada. Hatta bütün bu uğraşı, koşuşturma içerisinde onları ara sıra unutmuş olduğunu da fark edeceksindir ama yine de tamamen kopamayacağını da. Çoğu zaman kulağın onlardan gelecek haberlerde olacaktır. Onları her gün gördüğün zamankinden daha hassassındır artık, onları daha çok düşünüyor olduğunu fark edeceksindir zamanla. Başlarda kocaman bir hevesle kaçtığın o ortamı çok zaman aradığını ama özellikle de yalnızlığında ihtiyaç duyduğunu anlayacaksındır. Fark edeceksin ki uzakta olsalar bile onlar mutsuzken sana mutluluk olmadığını. Bu yolculukta onlarla aynı gemide olduğunu hissedeceksindir sıkça.
Yolculuğunda seni anlamayanlar olacak, dilini çok rahat konuşamadığın insanlarla muhatap olacaksın. O zaman keşke ailem burada olsa diyeceksin, arkamda dursa, bana destek çıksa. Yine de elindekiyle yetinmeyi bileceksin, fazla şikayet etmeyeceksin, çünkü bu hayatı sen seçtin. Her şey daha güzel olsun diye uçtun gittin aralarından. Şimdi bütün hepsini göğüsleyeceksin. Seni imkanları bu kadar olduğu için maceranda yalnız bırakmışlarsa, diğer ailelerin çocuklarının arkasında nasıl da durduğuna bakıp iç geçireceksin veya daha da kötü durumdakileri görüp haline şükredeceksin. Ama ne olursa olsun, işler çok kötü giderse, yenilmek demiyelim ama akıntıya karşı yüzmek sana zor gelirse, kendini akıntıya bırakıverecek lüksün olduğunu bilmek seni hep rahatlatacak. Birgün elinde bavulun, doğduğun yere, yuvana dönme lüksün hep elinin altında nasılsa. İçeride seni karşılayacak, soru sormayacak insanlar seni bekliyor olacak.
Oysa işin matematiğine bakarsak bütün bu hislerin kaynağı sadece ve sadece o yuvada, o ailede doğmuş olman. Aynı ihtimalle, bambaşka bir yerde de doğmuş olabilirdin ve bu durumda başka insanların karşılıksız sevgisini ve desteğini alacaktın. Bugün sırf o yuvada dünyaya gelmedin diye, sırf tipin değişik diye seni sorgulayanlar, başka koşullarda sana karşılıksız destek verenler olacaktı. Ama kim düşünür ki duygular varken matematiği. Başka ailenin evladıysan, gerisi teferruat. Belki çok zorlarsan, kapılarında yatsan birileri seni evlatlık almayı kabul edebilir ama bu da karşılıksız olmayacak. Baştan bir çok yükümlülüğü yerine getireceğini garanti etmen gerekecek.
Gurbet elde oturma iznimi almak için sabahın onundan beri beklediğim ve öğleden sonra iki olmasına rağmen sıranın gelmediği, dünyanın dörtbir yanından gelmiş göçmenlerle dolu bir kuyrukta düşündüm bu yazdıklarımı, bambaşka ailelerin çocuklarıyla tam dört saat geçirdikten sonra. Bazılarının aileleri bile yoktu ve belki içlerinden “memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?” diye geçiriyorlardı, bazılarınınsa aileleri ya çok fakirdi ya da zengin-nüfuzlu aileler tarafından dağıtılmıştı. Onlara bakınca kendimi iyi hissettiğim için moralim bile bozuldu, şikayeti kestim. Zaten bizim bu sıraya nüfuzlu ailelerin çocukları uğramıyor. Kapılarını çaldıkları çoğu diğer aileler de içeriye buyur ediyorlar onları sorgusuz... Çıkıp oradaki memurlara anlatmak istedim olan-bitenin saçmalığını ama komik duruma düşmekten korktum. İşte böyle “sussam gönül razı değil, söylesem tesiri yok”...
Demem o ki, aileleri gibidir memleketleri insanlara. Kimimizi daha yolun başında kendi ailesi hor görür, kimimizi başkalarının aileleri. Kimilerimizin arkasında çok güçlü aile desteği olur, başkaları asla bizi ezemez. Kimilerimiz hep yalnız olmuşuzdur, gelen geçen şamarlar. Ne de olsa ailen sana sahip çıkmazsa, başka ailelerden merhamet bekleyemezsin bu gaddar dünyada. Bir de hepsi rastlantısal olmasına rağmen renginden, saçından, dininden dolayı seni kabul etmeyen aileler vardır ki neye isyan edeceğini şaşırırsın bu durumda. Güzeldir başın sıkıştığında, başaramadığında dönüp gideceğin, seni yüzde yüz anlayan, sorgusuz içeriye buyur edecek bir memleketin olması. Şikayet de etsen, darılsan da, kızsan da başarısına sevindiğin, derdine yandığın, seni sen yapan bir memleket. Gönül rahatlığıyla “memleketim” dediğin bir yuva. Dileriz hep sevgi görelim ama maalesef bazen döver-bazen söver ama dönünce hep kabul eder.
İşte bu sayede sabırla bekledim sıramı, bu sayede iki çift laf söyledim işini safsaklayan ve beni değersiz gören memura, bu sayede gülümsedim gri Milano gökyüzünün ardındaki güneşe dışarıya çıktığımda. Biraz da özlem hissettim. Ne yalan söyleyeyim, bazen yalnız hissediyor insan...