Thursday, August 14, 2008

BERLINO





























Uzun bir süre yazma fırsatım olmadı ya da hayatımdaki rutinlikten dolayı yazacak bir şeyler bulamadım. Finallerimle meşguldüm. Sonra olanlar oldu ve tatil başladı. 24 Temmuz’da sınavlarım bittikten bir gün sonra yola çıktım ve 10 ağustosa kadar kah orada, kah burada dolaşıp durdum.
Türkiye’ye Berlin aktarmalı geldim. İtalya’dan arkadaşım Alper’le birlikte ayrıldık. Malpenza hava alanında değişik nedenlerle 1 gün geçirdik. İtalya maceramın ilk kısmının son günleri olması nedeniyle hava alanında bolca kahve,şarap ve pizza tüketerek “acı vatan” İtalya’ya veda ettim.
İndiğim yer Berlin idi. Berlin’i gördükten sonra İtalya’ya asla “acı vatan” dememeye yemin ettim. Berlin’de geçirdiğim 4 günde, dönercilerimizle yaptığım sohbetlerden sonra “acı vatan” ne demek yürekten anladım. Hatta bir ara kendimi o acıların içerisinde buldum. Dönercilerin hikayerlerini dinleyince bir turist değil de sanki ben de 25 yıl önce Berlin’e gelmiş ve hala zorla orada çalışan biriymişim gibi hissedip panikledim. Allah’tan yol arkadaşım Alper vardı da böyle anlarda birbirimizi tokatlayıp “Kendine gel,biz turistiz” diyerek gözyaşlarımızı sildik.
Bu noktada size Berlin günlerimi anlatmak için elimden geleni yapacak olsam da bu güzel şehrin biz Türkler için gerçekten çok farklı anlamları da olduğunu hatırlatmalıyım. İtalya’da geçirdiğim 9 ay içerisinde yan masalardaki sohbetleri, etrafta dönen muhabbetleri anlama olanağımı yitirmiştim. Hava alanından bizi şehre götüren metroda, Almanya topraklarında duyduğum ilk cümlelerin: “Mehmet, biraları dolaba koy, ben tuzlu fıstık aldım,10 dakikaya oradayım” olması gerçekten de beni hayata döndürmüştü. Yabancı bir ülkededeydim ama erafımda çok fazla Türkçe duymaktaydım. Bir süre mal mal bakındım. Ayrıca Berlin’de Türkler arasında İtalya’daki karşılaşmalarda olabileceği gibi:“Abi sen de mi Türksün?” diyaloğu da yoktu. Geçen 30-40 sene burada çok farklı, anlatmakta güçlük çektiğim garip, acıklı bir hayata alıştırmıştı herkesi.
İlk 2 gece Berlin gece hayatıyla geçti. Berlin tüm Avrupa’da DJ’leri,tekno ve trans müziğiyle ve bu kültüre uygun disko ve klüplerle ünlü. Bir de bu kulüplerde bolca lezbiyen var.Tabi biz bu kulüplerde de metrolarda olduğu gibi çok fazla Türk göreceğimizi sanmıştık. Ancak sonradan farkettik ki 30-40 seneyi birlikte geçirmelerine rağmen Türkler ve Almanlar maalesef aynı yerlerde eğlenmeye “henüz” alışamamışlar. Disko ve birahanelerde tanıştığımız insanlar Türk olduğumuzu öğrendiklerinde inanılmaz şaşırdılar çünkü Berlin çoğu Türk için bir zaman makinası adeta. Gittikleri yıllarda takılıp kalarak geçirmeye mahküm oldukları bir hayatı sürdürüyorlar sanki. Onları günümüze bağlayan tek obje ise balkonlarına taktıkları 2 adet çanak anten.Bu nedenle Berlin’deki Türkler hala Türkiye’de döviz taşımak ve yabancı marka sigara içmenin yasak olsuğunu düşünüyorlar.
Disco’da tanıştığımız arkadaşlar bizim İtalya’dan geldiğimizi biliyorlardı fakat nereli olduğumuzu bilmiyolardı. Durumun vehametinin anlaşılması açısından:
Alman: What is your name?
Ben: Övgü
Alman: It sounds Turkish. Is one of your parents Turkish? (Kesinlikle 100% Türk olma şansım yok)
Ben: No, 2 of them are Turkish.
Bu dakikadan sonra arkadaşlar bize kendisini geliştirmeyi başarmış,çalışkan dönerciler olarak baktılar. Ne kadar “Kardeş, ben yiyiciyim, yapmayı bilmem” desem de dinletemedim. Bir başka birahanede de 2 Alman gazeteci ile sohbet ettik. O adamlar da : “ Turist Türk! Ne acayip” dedi. Adamlarla 2 saat muhabbet ettik ama hala bana UFO’ya bakar gibi bakmaktaydılar. Sonunda adam: “Türkler geleli yıllar oluyor ama ilk kez bir Türkle bira içme fırsatım oldu” dedi. Sen misin bunu diyen :”Aslında Türkiye tam bir Avrupa ülkesi, buradaki Türkler’e hiç benzemez Türkiye’deki Türkler” gibi argümanlarla adamın üzerine yürüdük. Sanki turistlere de hiç tecavüz etmez bir havaya büründük.
Böylece Berlin’in seyrek Türk olan gece hayatında 2 gün takıldıktan sonra kendimizi müzelere ve tarihe verdik. Şehirde duvar yıkıldıktan sonra çok fazla alan açılmış ve bu alanlara günümüz inşaat mühendisliğinin tüm hünerlerini sergileyen çok güzel binalar inşa edilmiş. Şehrin bu yönü de çok güzeldi. Bu kocaman şehir (Paris’in 9 katı) özellikle 2. Dünya savaşı ve Berlin duvarı kalıntı ve hikayeleriyle çarpıcı. Ama ben duvar olayına yine muhtemelen 90lardan önce Berlin’e gelmiş ve hala dünyayı 2 kutuplu sanan bir Türk abimizle yolda geçen bir konuşmamızı aktararak değinmek istiyorum:
Alper (Yol arkadaşım): Acaba, Berlin duvarı kalıntıları ne tarafta?
Türk Abi: Böyle yürüyün, parkı geçin, dimdirek devam edin, önünüze çıkar. Ama öbür tarafa geçmeyin.
Alper:Sağol.
Türk Abi: Sakın öbür tarafa geçmeyin! (Arkamızdan bağırarak)
Alper’le çok korktuk. Acaba duvar gerçekten yıkılmadı mı diye çekindik. Yoksa bu da A.B.D.’nin aya ayak basma benzeri oyunlarından mıydı?...Korkularımız yersizdi. Çünkü 300 metre ileride duvarın üzerine gece-konduyu dikmiş olan Karadeniz’li amcanın evini görüp rahatlayacaktık. (Bu amca TRT’de belgesele de çıkmıştı). İnanmazsınız ama amca evin bir cephesini Berlin duvarını kullanarak inşa etmiş, yan tarafta da sebze bahçesi var.


KREUZBERG
Şüphesiz ki Berlin’de mangal yakan insanları, atletli amcaları, “Baba,baba abim beni tokatlıyo” diye bağıran çocukları görebileceğiniz “Küçük İstanbul” takma isimli Kreuzberg semtinde de tek kelimeyle büyülendik. Fotoğraflarla olayın ciddiyetini anlatmaya çalışacağım fakat fotoğraflarla anlatmanın mümkün olmayacağı bir olay var ki neden Berlin’in ziyaret edilesi bir yer olduğunu en iyi açıklayan örnek olduğunu düşünüyorum. Alman arkadaşlardan birisiyle bir dönerciye gittiğimizde, bu arkadaş Almanca konuşmaya başlayınca dönerci ustasına bağıradak şöyle dedi:
“İsmail Abi, gelsene 2 dakka! Turist geldi”
Lütfen dikkat, burada bahsi geçen turist ben veya arkadaşım Alper değil, kendi ülkesinin başkentinde, kendi dilini konuşan bir Alman genci idi. Koyuverdik kahkayı.
Berlin bakış açısına bağlı olarak hem çok eğlenceli, hem de çok hüzünlü bir şehirdi. Son olarak eklemek İsterim ki Türkiye’de bile bulunamayan döner sosları icat edilmiş. Dönerimizin bir Avrupa yiyeceği olma macerası bu sokaklarda başlamış. Ne duvar, ne de 2. Dünya savaşı...Avrupa döner tarihinin temelleri atılan bu şehir bir gün Katolik kilisesinin merkezi Vatikan gibi, rönesansın başladığı Floransa gibi hakettiği yere gelecek ve tüm Avrupa ilk dönercileri, ilk ustayı,ilkel döner cihazlarını görmek için bu şehre gelecek. Evet, yüzeysel olabilir ama benim hayalim bu...Imagine!

Görüşmek üzere...

Tüm fotoları çeken yol arkadaşım Alper Kanyılmaz’a teşekkürler.

Tuesday, June 10, 2008

Mama Li Turchi!!!










Lecco hala yağmurlu.Biraz can sıkmaya başladı.

Yine böyle yağmurlu bir Pazar günü dondurma yemek için dışarıya çıkmıştım. Bir de ne göreyim, etraf tıklım tıklım dolu. Meydanda mancınıklar, ortaçağ kıyafetli insanlar cirit atmakta. Bir anda kendimi film seti gibi bir ortamda buluverdim.Meğer Lecco’nun düşman işgalinden kurtuluş yıldönümüymüş. Kurtuluş yıldönümü ama kıyafetler en az 500 sene önce kurtulduğunu göstermekteydi.Hemen aralardan sıyrıla sıyrıla önlerden bir yere ulaştım. Oldum olası severim “Düşman işgalinden kurtulma” senaryolarını. İzlemeye başladım. Etrafta adrenalin dolu bir müzik, halk galeyana gelmiş durumda. Ben hangi tarafı destekliyoruz acaba düşüncesi içerisindeyim. Bir ara yanımdakine “Yunanlı mı bunlar?” diye sordum. "Karışık" dedi...

İlk senaryoda okçular ve mancınıklar Lecco’ya saldıran düşman birliklerine karşı şehri savunmaya çalışıyorlar. Ancak savunamıyorlar.Temsili saldırıda düşmanın kazanmasına çok şaşırdım. Ne adamsınız ya dedim, düşman şehre girdi, halk olarak biz neden izliyoruz ki...taşla sopayla dalalım.Yok efendim, izlemekle yetindik! İyi aman dedim...O günden bu yana bari medeniyette yol almışsınız.

2. Seneryo oynanmaya başladığında ise olayın vehametini anladım çünkü işgalci güçlerin lideri konumundaki adam “Buraya hristiyanları öldürmeye geldim” diye çığlıklar attı. Dahası kötülerde olan herşey bu adamlarda vardı: oyunu izleyen çocuklara gaddarca bağırma,dövüşte arkadan vurma,kapkara giyinme.Ayrıca bu kötü adamın (Sanırım adı tarihte Omar Sheriff ama internette sadece yonetmen olanı bulabildim) siyahi bir yardımcısı da vardı ve buram buram şark kokuyordu senaryo. Herkes bunları yuhladı. Bağırdım ama sesimi duyan olmadı: “ Müslümanlık bu değil,bu değil!” Ufacık çocukların kanına giriyolar...Sonunda Francesco da Malgrade isimli tarihi bir hristiyan şovalye bu zulme son verdi ve müslümanları öldürüp bol alkış, ıslık arasında oyun sona erdi. Etrafımdaki 3-5 çocuğa işin aslı böyle değil, müslümanlar böyle insanlar olmak zorunda değil falan diye ders anlatıyordum ancak aileler çocuklarına saçma birinin yanlış bilgiler verdiğini sanıp beni azarlayıp çocukları aldılar yanımdan.

Olacak şey değildi ama yapacak bir şey de yoktu. Derdim müslümanların yuhalanması da değildi ama bu çocuklar bu yaşta bu eğitimi alınca günümüz Türkiyesine de pek objektif bakamazlar diye korktum.

Sonradan düşündüm de çırpınmanın faydası yok. Su akar yolunu bulur. Güneyliler normalde Türklere karşı daha önyargılı olma potansiyeline sahip.Nedeni de şu: 1480’de Osmanlı donanması İtalya’nın Güneyindeki Otranto’ya çıkıyor. Şehri pek zorlanmadan ele geçiriyoruz ama Coca-Cola sponsorluğundaki Türk donanması “Hep daha fazlasını iste” mottosuyla yönünü Vatikan’a çeviriyor. Dönemim papası hemen haçlıları topluyor. İçerilere ilerlemek istiyorlar fakat ilerleyen zamanlarda savaşı kaybediyoruz ve donanmamız da eriyip gidiyor. Yüreklere korku saldığımızla kalıyoruz.İşte ” Mamma li turchi” kalıbı da bu yıllardan kalma.Günümüzde hala yaramaz veya uyumayan çocukları tehdit için kullanıyorlar(İğneci teyze tadında). Tabi bu tarz saldırılarda aynı zamanda kültür değişimi de oluyor. Mesela bugün İtalya’nın kültüründe vazgeçilmez olan kahveyi ,bu ve benzer olaylar yoluyla Osmanlı’dan aldıkları neredeyse kesin. Tabi bunu daha hiç bir İtalyan’dan duyamadım. Kahve mevzusunu bir tarafa bırakırsak, güneyliler böyle bir kültürden gelmesine rağmen bütün samimi olduğum insanlar güneyli veya güney kökenli. Bu gariplik çözülmesi zor bir tezat benim kafamda.

Geçen gece rakı içtik göl kenarında. Çoğu Türktü ekibin ama bir ara İtalyan (Sicilyalı) bir çocuğun “Viva la Turchia” (Yaşa Türkiye) diye bağırdığını duydum. Ne oluyo dedim, kızlardan birisine yaklaşmak için her yolu deneyen İtalyanlar’ın bir numarası olduğunu sandım önce.Rakının yapıverdiğine bak diye düşünüyordum. Ne de olsa nice yiğitleri yamultan bu aslan sütü, alışık olmayan bünyeyi Türkiye sempatizani yaptı sanırım diye düşündüm. Sonra çocukla muhabbet ederken dedi ki: “Kuzeylilerle samimi olmak ne de zor, sizle ne güzel uzun zamandır tanışıyomuş kıvamına geliverdik”. Ben de : “Sen bi de sucuğu yesen, daha da kuvvetli bağırırsın” dedim. Eleman “Sucuk ne?” diye sorunca da az gelişmiş İtalyancamla tarif etmeye başladım elimle de göstererek. Çocuk küsüp gitti. Bende jeton sonradan düştü. Sucuğu tarif ederken yaptığım betimleme cinsel çağrışım yaptığı için çocuk alınmış. Gittim bi de bu durumu düzelttim akşam akşam...

Bu çocuk kendi şehrinde belki düşman işgali törenlerinde Osmanlı kuvvetlerinin atılışını da izlemişti defalarca. Demek ki, yüzyüze gelip konuşma fırsatı olunca çok da önemli değildi. Tabi ki burada en büyük kültür elçimiz, en güzel arkadaşlık bağlarının mimarı Yeni Rakımızın hakkını da teslim etmemiz gerekiyor.

Türk insanı ve rakı bir araya gelince açılamayacak kapı yok kanaatideyim özellikle de sucuk tasvirinde dikkatli olunursa.

Salute...

Friday, May 16, 2008

Alaturka Hela

İtalya'ya adım attığım 1 Ekimden itibaren ilk kez bir alaturka tuvalet gördüm. Temsili olarak üzerinde pozisyon aldım. Daha da ilginci tuvaleti gördüğüm yerdi. Dün bir eğlence için "Centro di libero pensiore"ye (Serbest düşünce merkezine) gitmiştim, orada gördüm.

"Türk'ün aklı helada çalışır"ın ötesinde sanırım Alaturka tuvaletler insanı serbest düşünmeye yönelten, entellektüeller için vazgeçilmez bir araç. Çünkü bu merkezler İtalya'da eskiden işçilerin,emekçilerin,sanatçıların toplandığı merkezlermiş.

Şaşkınım...

Thursday, May 15, 2008

RİMİNİ



Soluğum kesiliyor adeta koşmaktan. Ben hızlandıkça o uzaklaşıyor. Dümdüz uzanan asfalt bir yol, etraf dümdüz ve bozkır. Bir şişe düşüyor, turşu suyu, içtikçe susuyorum. Umudumu yitiriyorum...

Bu rüyayla uyandım mart ayı sonunda...Seyyar kokoreç satıcısını rüyamda kovalarken. O mutlu rüyaları bilirsiniz, hemen uyumaya kaldığım yerden devam etmeye çalıştım. Ama yok, kalkıp su içtim. Saat sabahın 4’ü...Bu rüyalar hiç iyi değildi. Tatile çıkmalıydım...

İşçi Bayramını da içine alan 4 günlük bir tatilimiz vardı mayıs başında. Buradaki arkadaşım Alper’le (Her ne kadar o artık kendisini Alberto sansa da) İtalya’nın Bodrum’u diye tabir edebileceğimiz Rimini’ye gitmeye karar verdik. Rimini’ye Erasmus öğrencilerinin gezisi vardı. Her ne kadar Erasmus öğrencisi olmasak da Erasmus etkinliklerine yabancı öğrenci olduğumuz için katılmamızda bir engel yoktu. Gidip kayıt yaptırdık ve 2 Mayıs Cuma sabahı otobüsümüzde buluştuk. Yerleşip yola koyulduk bu 2 gece 3 günlük yolculuk için. 4 saat sonra Rimini’de idik.

Otobüste etraftakilerle muhabbet etmeye başladık. Geziye Milano’daki 5 farklı üniversiteden erasmus öğrencileri ağırlıklı bir kadroyla gitmekteydik ve 60 kişi kadardık. Şu coğrafyalardan insanlarla tanıştım bu gezimizde: İspanyol, İtalyan, ABD, Doğu Avrupa, Latin Amerika, Kanada, Fransa,Almanya,Hindistan...Hostele vardık. Geziyi İtalyanlar tertiplediği için yine gezi bir organizasyon şaheserine dönüştü. Organizasyonu yapan çocuğa sordum:

Ben: Ne zaman çıkıyoruz plaja?”

Francesco: Planlarımıza göre yarım saat önce çıktık bile. Nerelisin?

Ben:Türkiye.

Francesco: He, iyi o zaman, sen fazla sinirlenmezsin...Çinli’ler sessiz olyo ama geç kalınca çok sinirleniyolar.

Kaldım böyle put gibi. Heralde beni Çin’li sanmadın Francesco...

Vardığımızda odalarımız henüz belli değildi. Bir oda gösterdiler ve orada giyinmemizi istediler. Geçen halı saha tecrübemden yola çıkarak içerideki manzaraya kendimi hazırladım,kapattım gözümü daldım odaya. Gözümü bir türlü açamadım, arkadaşım uyardı: “Tuvalet var abi, orda giyiniyor herkes”. Bu sözler üzerine açtım gözlerimi. Herkes giyinikti. Çok şaşırtıcı. Giyindik ve plaja gittik. Plajda bi baktım ki içime kapanmışım. Konuşamıyorum kimseyle. Küçüklükten beri Türkiye’de plajlarda turistler olur, onlar bağırır, çağırır, eğlenir, biralarını içerler, biz de arkadaşlarla yüzer eve dönerdik. Kendimi yine o ruh hali içinde buldum bir anda plajda yabancılarla kalınca. Yabancı bir ülkede değilmişim de Türkiye’de bol turistli bir sahilde gibi. Çıkardım çantamdaki ton balıklı sandviçimi yemeye başladım. Sınavda bildiğin sorudan başlamak en iyisir, en iyi bildiğim yerden başladım. Bu hareketim bir anda beni plajın göz bebeği yaptı. Millet terafıma toplanıp sandviçi nerden aldığımı sormaya başladı. Gözünü sevdiğimin ÖSS’si...Sonunda bir işe yaradı taktikleri. Başladık muhabbete.

Sonradan ortamda ben ve arkadaşımdan başka 2 Türk daha olduğunu o noktada anladım. Birisi Doğan görünümlü Şahin modunda geziye gelen (Gayet Avrupai) bir eleman, diğeri ise Almanya doğumlu 3. Jenerasyon bir arkadaş. Oturduk konuştuk biraz.

İlerleyen zamanlarda ve günlerde İspanyol,İtalyan ve Latin Amerika tayfası geziye damgasını vurdu. Erasmus ruhuyla bu adamlar ateşle barut gibiydi. Hiç durmayan ve sizi eğlenmeye zorlayan bu ruh hali inanılmazdı. Ellerde biralarla futbol,voleybol ve frizbi etkinlikleri başladı. Bunlar bize yakın branşlar olduğu için hemen aralarına sızdık. Başladık topa vurmayı bilmeyen Kanadalılarla, çok iyi sörfçü olduğunu iddea eden ama frizbi oynayamayan Amerikalılarla gırgıra. Yalnız biraz arkadaşlığı ilerletince anladım ki bu İspanyolların çoğu basit seviyede bile İngilizce konuşamıyor. Latin tayfa fena halde İtalyanca konuşmakta ve hatta İngilizce’nin esamesi okunmamakta. Amerika,Kanada tayfasına da gülmüş bulundum bi kere, mecbur başladım İtalyanca zorlamalara. Koşarak denize girmeden tutun da denize gireni ıslatmaya, güzel kızlara doğru top atmaktan tutun da maçta sigara içmeye kadar şu yaşıma kadar alışageldiğim aktivitelerle plaj faslını kapattık. Plaj anlamında Türkiye’nin kesinlikle bir Latin ülkesi olduğunu düşünmeye başladım bu günden sonra.

Hostelde Alman,Polonyalı,Hindistanlı ve Türkler’den oluşan bir sentezin içinde buldum kendimi. Alman arkadaş hızla duşunu aldı, dolabını yerleştirdi,yatağını hazırladı,örtüleri katladı ve koydu tam bir Alman disiplini içerisinde. Dışarıya çıktık. Almanlarla bara gidince bize süper biralar önerdiler, hayatımda adını duymadığım güzel biralar içtim. Sabaha doğru hostele döndük. Balkonun önündeki ranzanın üst katını Polonyalı’ya alt kadını Hindistanlı’ya vermişler. Balkon kapısı açık kalsın dediler. Biz çekimser kaldık ama Hindistanlı arkadaşa biraz üzüldüm. Alman ve Polonya üstleri çıkarıp yattılar da bu arkadaş Hindistan’da 20 derecenin altını görmemiş. Çocuk donacak diye korktum.

Ama ne mümkün, uyuyamadık ki donalım. İspanyollar odaya girip durdular. Yatmanın sırası mı? Parti yapalım diye geldiler sabah 5te. Alman elemana “Allahım sarışın var burda, ne güzel” gibi düzeysiz ama eğlenceli şakalar yaptılar. Sabah 3-4 saat uyuyup kahvaltıya uyandık.

En sevmediğim kısım da bu Avrupa kahvaltıları. Mısır gevreği ve kahveden başka bişey yok. Bi de ekmek ve reçel koymuşlar. Mısır gevreğini hiç sevmediğim için, 6 dilim ekmek ve reçel aldım. Bu da erasmus camiasında bir milat olarak tarihe geçti. 6 dilim ekmeği görenler “Bravo Turco” dediler. Aldırmadan yedim. Canım biz o süte bisküvi banma işini anaokulunda bıraktık!

Kahvaltıdan sonra masa tenisinde meydan okumalar geldi. Masa tenisinde İspanyolların canına okudum. 6 dilim reçelli ekmek yiyince oyun esnasında kendimi bile tanıyamadım. Bu kadar enerjik olmamıştım uzun süredir. Şampiyon oldum masa tenisi turnuvasında. Sonra bilardoda Arjantin,Brezilya karmasına karşı Türkler olarak mücadele verdik. Çekişmeli giden maçı da kazanmasını bildik. Sanırım bu milli tarihimizde güreş ve halter dışındaki ilk kıtalararası başarımız olarak tarihe geçti. Sonra bilardoda İspanyol-Fransız ittifakından maç teklifi geldi. Sabah birbirine selam vermeyen adamlar biz başarı kazanmaya başlayınca nasıl da ittifak yaptılar. Sıkıldığım için ıstakayı devrettim.

Bu noktada bir Kolombiyalı (Sezar), bir Türk (Övgü), bir İtalyan ( Andrea) ve bir Fransız (William) arasında geçen kısa ama komik, bir o kadar da anlamlı sohbeti aktarmak istiyorum. Bir ara şakadan sinirlenen Sezar bana şöyle dedi:

-Hey, bir Kolombiyalıyla kavga etmek istemezsin,değil mi?
Övgü: Neden istemeyeyim, sen beni İtalyan mı sandın?
Andrea: Durun gençler, İtalyanlar'ı yumuşak Fransızlar gibi sanmayın.
Willy: Evet, ben Fransızım!

Herkesin rolüni dört dörtlük oynadığu bu fıkramsı diyaloğun sonunda baya güldük.


Sonraki günlerde parti, plaj derken su gibi aktı geçti. Avrupa’da erasmus yapmanın güzellğini birkaç gün de olsa tatmış oldum. Resmen partiye adanmış hayatlar gördüm orda. Bu adamların bütün dönemi böyle geçirdiğini düşünmek çok kıskandırıcı. Neyse ki bazılarıyla görüşmeye devam ediyorum. Gıcık olduğum bir kaç elemana da benzer bir organizasyon olan BEST’in “ The heart of mediterranean: Adana” kampını önerdim. Serseriler. Gitsinlerde biraz yön yöntem öğrensinler!

Friday, May 2, 2008

MİLANO'DA TOP KOŞTURMAK

16 Nisan günü okulda kahve makinasında sıra beklerken bir İtalyan arkadaşım :”Akşam maç var,oynamak ister misin?” diye sordu. Tereddütsüz kabul ettim. Bu arkadaşların özellikle 2-3 tanesiyle aram oldukça iyi, hergün okulda muhabbet ettiğim insanlar. Maçı kabul ettikten sonra Milli Futbol takımımızın İsviçre ile oynadığı maçtaki hal ve hareketlerimize ithafen : “Kaybedersek rakibe saldırmak yok” diye şaka yaptılar. Ben de Zidane’a dünya kupasında küfür eden Materazzi’yi hatırlatarak : “Küfür de yok o halde” hatırlatmasını yaptım. Sözleşip ayrıldık.

Dikkat! Maç İtalyan gelinin ölü bulunmasından ve İtalya’daki seçimlerin sonuçlanmasından 2 gün sonra oynandı. Maç öncesinde ve sonrasında benim yaşlarımda 10 kadar İtalyan ile uzun uzun sohbet etme fırsatım oldu. Arabada maç alanına giderken bir elemanın Türkiye’ye yerleşmek istediğini öğrendim. Sebebini sorunca 4 kadınla evlenmek istemesi olduğunu söyledi. Hemen başkası da konuşmaya katıldı ve alfabemizin Arapça gibi olup olmadığını sordu. Bu soruları yanıtlayıp, bazı yanlışları düzelttim ama aklıma hızla Berlusconi seçimleri kazanınca “İşte Türkiye aşığı seçimleri kazandı, Başbakanın yakın dostu yeniden iktidarda, İtalya Türkiye’yle ilişkileri güçlendirmeye hazır” gibi manşetler gelmeye başladı. Burada, bazıları Berlusconi’ye oy atmış insanlarla konuşuyordum ve aslında Türkiye hakkında hiç bir fikirleri yoktu. Nasıl oluyordu da biz bu seçim sonuçlarını İtalyan’ların Türkiye’ye bakış açısı olarak yorumlayabiliyorduk, hayret.Bu çocukların bence bu konuda fazla suçu da yoktu. Avrupa şehirlerindeki otobüs duraklarına “Türkiye sizi bekler” tarzı reklamlar asmaktan daha öteye gidemeyen tanıtım anlayışımızın çok etkisi var. Ben hayatım boyunca Türkiye’de “İtalya seni bekliyor” gibi bir davet görmemiştim ama en basitinden katolik olduklarını, pizza ve makarnanın bu mutfağın ürünü olduğunu, kahve sevdiklerini, pizza kulesini ve futbola düşkünlüklerini biliyordum. Oysa burada, Türkiye denince akla gelen olaylar İsviçre maçında çıkan kavga, papaz cinayetleri, tecavüz,4 eş,döner... Hatta Türkiye’de çok intihar bombacısı olduğunu duyduğunu söyleyenle bile karşılaştım. Bu nedenle gelmek istediğini ama korktuğunu söyledi. Bir de ters örnek vereyim. Bankada Roberto adında İsviçre’li bir memur var. 4 dil konuşan bu adam öğrencilere yardımcı olan, şeker bir insan. Bir arkadaşım bir gün Roberto’ya oturma izniyle ilgili bir şey sormaya gittiğinde:

Roberto: Neden izin almaya çalışıyosun?

Arkadaş: Çünkü Türk’üm,izin gerekiyor.

Roberto: Türkiye A.B’de değil mi?

Diyaloğunun içinde bulmuş kendisini .Bu da var. Özetle Avrupa bizi neredeyse hiç tanımazken bizim devamlı şu ülke bizi istedi, bu ülke bizi sevmiyor gibi mantık yürütmek yerine bir an önce kendimizi olduğumuz gibi tanıtmaya ihtiyacımız var.

Allahtan ne benim ne de arkadaşlarımın bu son tecavüz ve cinayet talihsizliğini konuşacak yüreğimiz yok. Aslında Kuzey İtalya’nın özerkliğini isteyen Lega Nord’un ve Neofaşist Ulusal İttifakın seçimlerde koalisonda yer bulacak kadar oy almasından sonra belki de birisinin bana bu soruları sorabileceğini düşünmüştüm ama hiç bahsetmemek daha kolay sanırım. Bu iki parti de İtalya’da ekonomik sıkıntının yabancılardan kaynaklandığını düşünmekte. Hatta Lega Nord (Kuzey Ligi) sadece yabancıları değil, güneylileri de suçlamakta. Sokaklarda gördüğümüz çarpıcı bir seçim afişi : “Milano çalışıyor, Roma yiyor”. Yorum sizin.

İşte bu duygular ve düşüncelerle sahaya çıktım. İlk kalecilik bana kaldı çünkü aralarında hızla “Son kaleci benim”, “Sondan bir”...diye uzayan kaleci belirleme sistemini uygulamışlar ve ben ne oluyor anlamadan kendimi kalede bulmuştum. Çok sert şutlar çektiler. Türkiye’de çok kullandığım: “Gavura mı vuruyon?” sorusunu yine sordum ama evet, gavura vuruyorlardı. .. Zamanım dolunca kaleden çıktım. Artık şov yapma vakti gelmişti. Bir Hasan Şaş, bir Tuncay, bir Yıldıray’dım ben artık. (Burada Hakan Şükür ya da Fatih Terim olmaya niyetim yoktu) Bugün bu çocuklara futbolu öğretmeye niyetliydim. Halı sahada da İtalyan futbolunun klasik emarelerini rahatlıkla gözlemledim. Her zaman en az 2 kişi defansta bekliyordu ve bundan zevk alıyordu defans oyuncuları da. Oysa bizim halı saha geleneğimizde defanstaki adam orada zorunluluktan durur ve mutsuzluktan çürür. Dahası gol olması küçücük sahada bile epey uzun sürmüştü. Biraz fiyakalı bir hareket yapınca birisi sizi gözüne kestirip, sertçe tekmelemeye geliyordu. Zaten oyunun İtalyanca ismi “Calcio” da “tekme” demek. Ama hakikaten zor oldu, bir taraftan Türk’ün şanını temsil eden bir oyun oynamaya çalışırken, bir taraftan bizim halı sahalarımızda görülmeyen bir defans ve sertlikle mücadele ettim. Buna bir de bana seslendiklerinde pas mı istiyorlar, arkamdan birisi geldiği için uyarıda mı bulunuyolar gibi hususları anlamak için dil nedenli çabalarımı da ekleyin. İlerleyen dakikalarda biz biraz farkı arttırdık (Farkı arttırdık dediysem burada maç 3-1 falan olunca halı sahada bile fark atılmış olunuyo ). Ben hemen cıvıma emareleri göstermeye başladım ama baktım ki bu cıvıma bana mahsus hemen toparlandım. Bu gavurlar vurdukça vuruyo rakibe! Fark artsın istiyolar devamlı. Oysa bizim Türk halı saha topçusu asildir. Bu nedenle maçlarda öne geçen takım illa ki cıvır, otokontrolle maç dengeye gelir. Baktım İtalyanlar aynı disiplinle devam, ben de yüklendim. Sanki benim arkadaşlarım! Ben de ezmeye başladım, “Ohh be! Yaşasın batılı mantığı” Ezileni desteklemekten bıkmışım. En sonunda ben de ezen taraftaydım. Hatta o an anladım ki Fransa’da,İspanya’da, İngltere’de, Birleşik Devletler’de çok daha güzel olurdu bu rakibi ezme işi, buralarda da oynamak istiyordum artık. Bir saatin sonunda maç bitti, maçtan sonra tebrikleri kabul ettim. Görevimi fazlasıyla yapmıştım. Bu bir saatlik oyun süresince diğer oyuncular her hareketimi gözlemlemiş ve gerçekten de sadece bir birey olarak Övgü ile değil, bir Türk ile futbol oynamışlardı.

Daha sonra hayatım boyunca bir daha yaşamak istemediğim ama burada kaldığım sürece kaçınılmaz olan soyunma odası dakikaları başladı. Çıplak duş almalar, böyle oturmalar, şakalaşmalar... Arkadaşım duşunu aldın, giyin artık, ne gerek var? Yok, illa ki biraz da muhabbet. Çok şükür bu da geçti, evlere dağıldık. Ya okumaya Finlandiya’ya gitseydim? Oradaki saunalar çok daha zor olurdu.

Bir sonraki karşılaşmada daha iyi oynayacağımdan ve bu arkadaşlarla daha samimi oldukça, daha çok soru cevaplamak zorunda kalacağımdan emin bir şekilde bu futbol dolu günü tamamladım. Gördüm ki Simon Kuper’in dediği gibi “Futbol asla sadece futbol” değilmiş.

Arrivederci!

Monday, April 14, 2008

DANİMARKA


İsveç’den temiz,pak bir trenle Kopenhag’a yola çıktık. Tabiki bir gün önce okuduğum ve beni üzen “Irkçı Danimarka’lılar Türk gencini öldürdü” haberi nedeniyle Danimarka’ya biraz önyargılı gitmekte idim. Önyargımı bir gün önce hazırladığımız kek ve börekleri yiyerek bastırma yoluna gittim bu lüks trende. McDonalds hamburgerinde mutluluğu arayan diğer yolcularla hiç bir yiyeceği paylaşmayarak da mutluluğuma mutluluk kattım. İsveç ile Danimarka’yı birbirine bağlayan ve bazı inşaat mühendisliği kitaplarının da kapaklarını süsleyen Oresund köprüsünü görmek de benim için heyecan vericiydi. Fakat Danimarka’ya varışımız geç saatleri bulduğu için bu harika köprüyü gündüz gözüyle göremedim. Açıkçası hiç bir şey göremedim.

Daha önce couchsurfing sitesinden tanıştığımız Emil adlı soluk benizli ve beyaz-sarı saçlı (Bu çocuk Türkiye'de doğsa ailesi üzülür ama orda normal)Danimarka’lı arkadaşım tren garına karşılamaya gelmişti hem de Asya’lı kız arkadaşıyla birlikte! “Aman tanrım, kültürler arası diyolog” dedim içimden. Hep beraber Emil’in evine gittik. Emil daha önce Kopenhag’da erasmus yapan bir Türk arkadaşıyla Türkiye’yi gezmiş ama Danimarka’ya göre çok sıcak bir ülke olduğu için ve devamlı kebap yediği için çok uykusu gelmiş. Türkiye’yi böyle hatırlıyodu. Kendisini kar altında beyaz t-shirt üzerine spor bir mont geçirip, ayağında spor ayakkabılarla gezerken görünce durumun vehametini anladım. Hemen bize “Türk insanı Avrupa’daki Türk imajından çok farklı. Buradakileri tanıyınca yanlış intiba oluşuyor” gibisinden laflar ederek klasik Türk-Avrupa’lı muhabbetimizi de tamamlayıp,rahatladık. Yalnız bu Emil evde çay içip bizim börekleri yedikten sonra hafiften bizi Avrupa birliği olsun,Kopenhag kriterleri olsun,Kürt sorunu olsun, seçim barajı olsun, Türkiye darbeleri ve AKP’nin kapatılma davasıyla ilgili yoklamaya başladı. Ben tabi İtalya’dan gelince her şeyden önce bi Galatasaray’ın Kopenhag’da UEFA kupasını kaldırışını konuşuruz sanmıştım. Bu konuşmalardan sonra kendimizi dışarı attık. Ne pis biliyomuş adam be! Madem saldırcan, böreği yeme. Bunun adı da tartışma kültürüymüş.

Kopenhag tahmin ettiğimden daha güzel ve tarihi bir şehir çıktı. Soğuğa aldırmayıp şehri bir güzel gezdik. Aldırmadık dediğime bakmayın 4 günün 2’sinde başım ağrıdı. Danimarka günleri paskalyaya denk geldiği için şehir daha çok göçmen ağılıklıydı. Zaten Avrupa büyük şehirlerinde durum sanırım hep böyle. Tabi çok göçmen olunca milliyetçilik de yükseliyor haliyle. İnsanlar yolda, metroda bize çok iyi davrandılar ama bu turist olduğumuz içindi büyük olasılıkla. Orada yaşayanlar için durum aynı olmayabilir. Hatta metroda adamın teki biz haritaya bakarken arkadaşıma “Size yardım edebilir miyim?” diye sordu. Ben biraz uzakta durduğum için konuşmayı tam yakalıyamadım ve herhalde bu da bizden yardım istiyo sandım. Meğer adam yardım etmeye çalışmış. Şükretsin, para istiyo da sanabilirdim.

Kopenhag tam bir bisiklet şehri. İklimi çok müsait olmasa da 2006 yılının en bisiklet canlısı (Bike friendly) şehri seçilmiş. Gerçekten burada sokaklar bisikletlerle dolu, sabahları bisiklet trafiği oluyo,kendi ışıkları, yolları...Mesela anneler bizim tatlıcıların kullandığı bisikletlerin benzerlerine biniyolar. O önde tatlı koyulan camekanda bebek uyuyo (Teşbihte hata olmaz).

İsveç’lileri çok sevmedikleri hissine kapıldım nedense. Sanırım 2. Dünya savaşında İsveç’in zenginleşmek uğruna bu neredeyse aynı dili konuşan, su sızmaz dostunu para için satışının biraz etkisi var bunda. Hatta bunu savaş müzesinde daha da derinlemesine gördüm. Danimarka Almanlar’a direnmeye çalışırken, “tarafsız” İsveç, Almanya’ya çelik satıp savaşın uzamasına yardım etmiş. Kolay zengin olunmuyo tabi.

Ekonomileri çok iyi durumda. İşsizlik 1%. Alım gücü yüksek bu şehirde fiyatlar biraz iddialı. Kilosu 14 ytl’ye yeşil biber satıldığını gördüm. O fiyata biber alınca insan yiyemez zaten onu! Bunların da yiyecek kültürüne geçer not veremedim açıkçası. Allahtan dönerci kardeşlerimiz Danimarka’yı da beslemekteler de biraz düzgün yiyecek görebilmekteler. Ayrıca Danimarkalı’lar arasında da Türkiye’den ev almak moda olmaya başlamış. Biz bu adamlara 1926’da uçak ihraç etmişiz. Şimdi bu farkı görünce kızdım biraz batının ahlakını değil de teknolojisini almaya çalıştığımız şu günleri düşündükçe.

Emil’in evinden sonra 2 gün de yine couchsurfingden tanıdığım Ale adlı bir Arjantinli’nin evinde kaldım. Ale bir Danimarkalı ile evliymiş, boşanmışlar. 9 yıldır Kopenhag’da yaşıyor. Ondan da Danimarka insanına dışarıdan bir bakış dinleme fırsatı buldum. Pek pozitif şeyler söylemedi ama duygusal nedenler de olabileceği için objektif olmamalarından kuşkulanıyorum.

Danimarka’da da İsveç gibi herkes İngilizce konuşuyor. Şehir merkezinde gezerken bir umimi tuvalet buldum. Önünde bira içen serseriler vardı. Ben kapıyı zorlayınca “içeride bizim arkadaş ot içiyo, şu ilerdeki bara işeyebilirsin” dediler. Şok geçirdim. Adamın dişleri dökülmüş, belli ki sokakların çocuğu bunlar ama çatır çatır İngilizce konuştu. Serserisi bile böyleyse gerisini varın siz düşünün.

Christianshavn

Danimarka gibi düzenli bir şehirde çok alternatif, hatta inanılmaz kaçabilecek bir bölge. İçeride kamerayla çekim yapılması yasak çünkü içeride çok fazla uyuşturucu satıcısı var. Girişinde “Christianshavn’a hoşgeldiniz” çıkışında ise “A.B’ye hoşgeldiniz” yazan bu yerleşim bölgesi özerk bir bölge. Devlete vergi ödemiyorlar. Isınma ve enerjilerini kendileri elde ediyolar veya satın alıyorlarmış. Önceleri sanat yapan, bohem yaşam tarzının hakim olduğu bu bölge daha sonraları uyuşturucuyla da anılmaya başlamış fakat son yıllarda kendi aldıkları kararla “hard drugs”dan vazgeçip sadece doğaya dönmüşler. Bahçelerine soğan biber eker gibi marijuana ekmişler. Ahşap evlerde ikamet ediyorlar ama evlerini de kendileri yapmışlar. Çok uçuk ahşap evler vardı. Belli ki dumanlı kafayla yapılmış. Ama insan burada gezerken kendini bir anda 1970’lerin hayali içerisinde buluveriyor. Etraf hippilerle, sanatçılarla dolu. Tabi son zamanlarda burayı satın almak için baskılar yapılamaya başlamış. Çünkü etrafı gölle çevrili ve zenginlerden iyi vergiler almak varken buranın böyle “işe yaramazlara” bırakılması sorun oluşturmaya başlamış. Çok güzel bir gezinti yaptıktan sonra burada, yeniden sorunlarla dolu A.B. sınırları içerisine geri döndük. Alın işte, adamlar inadına A.B’ye girmiyolar. Bu duruş bir Türk’den taktir görür elbette.

ITALYA’YA DÖNÜŞ

2 haftaya yakın İsveç ve Danimarka gezimden sonra sıra geri dönüşe gelmişti. Çok güzel bir havaalanından karlar arasında havalanıp, güneşli bir İtalya gününde yere indim. Uçaktan inince tatile gelmiş gibi hissettim güneş yüzünden. Çok sevindim. İşin ilginç yanı İtalya’ya inince kendimi eve gelmiş gibi hissetmemdi. Buraya bu kadar alıştığımı daha önce görme fırsatım olmamıştı. Hemen hava alanında pizzamı yedim, kahvemi içtim. Etrafta bağırarak konuşanlara, deli gibi gülen İtalyanları dinledim. İskandinavya kesinlikle çok uzak bir kültürdü bana, evin yolunu tuttum.


NOT: 1) Blogu okuyunca lütfen yorum yazar mısınız? Sadece kimlerin okuduğunu bilmek istedim
2) Resimleri henüz alamadım, alınca ekleyeceğim.

Friday, March 28, 2008

İSVEÇ












İLK İZLENİMLER

Güneşli bir İtalya gününde havalandık bir çok sarışın insanla İsveç’e doğru. Uçakta çok sayıda İsveçli, az sayıda ama kesinlikle daha çok gürültü çıkaran İtalyan’lar vardı. Uçakta gördüğüm kontrast belki de beni İskandinavya’ da nelerin beklediğinin ipuçlarını vermekteydi. Aslına bakarsanız uçakta İsveçliler’in hemen ayakkabılarını çıkarmaları beni çok şaşırtmış,gıcık olmuştum. İtalyanlar’ın çenesine inat İsveçli'ler mecbur kalmadıkça konuşmuyorlardı. Pek de mecbur kalmayacaklardı belki de ama İsveçli hatunların yanına düşen İtalyanlar’ı susturmak çok zordu. Hatunlar da yol boyunca sorulara cevap vermek zorunda kaldılar. Göteborg’a inişimiz biraz sert ve stresli olduğu için hemen pilotun hakkı verildi, alkış koptu. Ben de İtalya’nın ekmeğini yiyen insanım, bastım alkışı. İstanbul- Berlin uçağındaki banko alkış kadar garanti veremesem de sert inişlerden sonra İtalyanlar da alkışa meyilli.

İlk kez iki Şengen ülkesi arasında yolculuk yaptığımdan kapıda beni kimsenin durdurmaması ağırıma gitti. İsveç polisi önümde 2 İtalya’nı durdurup pasaport sordu, bana sormayınca garipsedim. Alışık değilim tabi bu muameleye. Polise teslim olur triplerde gittim. “Ben Türk’üm, şengen vizam var,bir şey yapmam gerekir mi?” dedim. Biraz incelediler pasaportumu, “Her şey tamam” dediler. Hem onlar rahat etti, hem ben. Polis kontrolsüz giremem, işim rastgitmez.

Uçaktan indim, otobüse gittim. Otobüs şöförü ve matrak 4 İtalyan arasında geçen,

Şöför: “Do you want one ticket?”

Çocuk:” Si”

Şöför:” Do you want two tickets?”

Çocuk:” Si”

Şöför: “Do you want three tickets?”

Çocuk: “Si, oh! capito! Two tickets”

Diyaloğundan sonra İsveç’deki yaygın İngilizce konuşma oranından ve sabırlarından değil de İtalyanlar’ın İngilizce’sinden bir kez daha etkiendim.

Otobüs beni garajda indirdi. Aldım bavulu, arkadaşımla buluşacağımız noktaya yürümeye başladım. Meğer otobüs garajına yaya girilmiyomuş, düdük çala çala görevli geldi. “Tamam arkadaşım yaygara yapma” gibisinden baktım.Bana tabelayı gösterdi. İnsan girmeyen açık bi alan olabilir mi? Orada sırf “Yaya giremez” levhası var diye kimsenin sorgulamadan alana girmemesi çok saçma geldi.Tekrar girecek gibi yapıp kendimce polisi korkuttum. Adam kızdı ama kibarlığı elden bırakmadı. İsveç’de çeşit çeşit garip kuralların sorgulanmadığını anladım o an, düzen manyakları! Dahası,şansa bakın ki o gün İsveç tarihinin ender bomba ihbarlarından biri yapıldığı için alanı polis bandıyla çevirmişlerdi. Hiç korkmadım ama İsveçliler’in yüzündeki korkuyu gördüm. “ Bizde çok oluyo abi, rahat olun” dedim, “Kesin bişey çıkmaz” Aslında bir şey çıkmayacağını düşünmem dünyaya Türk filozoflarının hediyesi “Benim başıma gelmez, ben burdayken olmaz” felsefesi değildi. Bunu düşünmemin sebebi İsveç’in şu an komşusu Norveç’le yaşadığı komik tartışmayı bilmemdi. Norveç’li arıcılar sınırı geçip bal almak için kovanları bozan sonra da geri kaçan İsveç ayılarını bu kadar büyütüp bombalı eylem yapmazlardı. Komşularıyla en büyük sorunları bu şu anda.(Haber gerçektir, Hürriyet Avrupa).

Arkadaşımı beklerken otobüs terminalini temizleyen İsveç’li kadınları görünce içim ezildi. Çok güzellerdi. Bizim mankenleri düşününce falan biraz garipsedim durumu. Şu haliyle Türkiye’de doğsa ister şarkıcı,ister manken,ister milletvekili,ister televezyoncu olurdu.Burada paspas işi! Güneş görmediğineden bacakları yamuk herhalde diye düşündüm.

GECE HAYATI

Alkol devlet politikası gereği çok yüksek fiyatlara özel mağazalarda satılmakta. Her yıl ortalama 1500 kişinin intihar ettiği bir ülkede (Trafik kazalarında ölenlerin 2.5 katı) mantıksız sayılmaz. Ama yine de Cumartesi geceleri etraf sarhoş insanlarla dolup taşıyor. Üstelik benim bere, kazak,mont giydiğim şu iklimde gömlek,tshirt geziyolar. Yerlere yatıyolar,sızıyolar...Biz tabi maddi nedenlerle sanırım bu hale gelmekten çok uzaktık. “Rezalet,rezalet” demekle yetindik bütün gece. Sabahtan aldığımız sucukları akşam evde yemenin hayaliyle biraz bira içtik. Sucukla barda çektirdiğim fotoğrafı da buraya koyuyorum. İsveçli’ler sucuğu tam algılayamadı. Bazıları beni sapık sanıp panik yaptı hatta. İyi insanlar ama çok çabuk korkuyolar, öyle garip işte! Güzel gece hayatı var kısaca.

KUZEY İNSANI (HAL,HAREKET,DAVRANIŞ)

Biz tabi küçüklüğümüzden beri İsveç’le ilgili hikayeler dinleyerek büyüdük. Şöyle insanlar,şöyle medeniyet,şöyle güzeller, şöyle terbiyeli,şöyle metalci....İlk çıktığım gece tramvayda para ödemeyen İsveç’li bir çocuk özel güvenlik tarafından zor kullanılarak indirildi ve ceza kesildi. Arbede yaşandı.“Bu mu medeniyet, bu mu İsveç?” diyerekten arkadaşlarıma sanki olayın suçlusu onlarmış gibi haykırdım, adeta ağlamaklı oldum. Gerçek çok acıydı. Bu olaylar her yerde olurdu ama hayır, İsveç’te olmamalıydı. O soğuk İsveç gecesinde hıçkıra hıçkıra ağladım. İlk kurşunu benim atmamı bekliyormuş İsveçli’ler, bazıları çığlıklarımı duydu sanırım ve tramvaydan inip; "Buna hakkınız yok, insan hakları" falan diye bağırmaya başladılar. Bense hayal kırıklıklarımı alıp oradan uzaklaştım. (En sevdiğim yazar: Tuna Kiremitçi)

Eresi gün yine tramvayda bu defa 2 İsveçli kavga etmeye başladı. “Nereye geldim ben?” dedim içimden. 4 aydır İtalyada’yım allah var daha kavga görmedim.Burda 2 gecede 2 arbede. Alkolün ettiğine bakın, kilise yaka yaka bu hale gelmişler.

Bu olaylar dışında çok nazik insanlar olarak tanıdım İsveçli’leri hakikaten. Yalnız bizim bildiğimiz insana hiç benzemiyolar, en azından benim. Ne aşırıya kaçan şakalaşma var, ne aşırıya kaçan gülmece. En komik anlarda bile ufak bir gülümseme. Ben de kendimi şaka yapıp, bir kaç insanı intihardan caydırmaya adamıştım ama güzelim espirilerime gülümseyip geçince bunlara kızdım. “Ne haliniz varsa görün” dedim.

Sonra da böyle düşündüğüm için kendimi suçladım. Onların da zor be işi. Tek meyveleri elma,armut. Etleri lastik gibi. Adamlar bir ıspanağı,bir enginarı,bir kerevizi tanımamış hayatlarında. Ondan sonra Temel Reis espirilerine falan gülemediler tabi. Adam “Ispanak ne?” diye soruyo bana. Ne diyeyim, “Armut gibi bir şey” dedim. Kötü de davranmak istemiyorum,gider atlar bir yerden diye.

ŞAŞAKALDIĞIM OLAYLAR

İlk şaşakaldığım olay botla adalara gittiğimiz gün yaşandı. Beni ağırlayan arkadaşlarım Zeynep ve Onur’la adalara giderken çok güzel bir kadın gördük. Yorum yapmaya başladık. Bizimle aynı iskelede indi. Hatunu almaya sevgilisi geldi ama böyle bir kızın BMW, Mercedes ya da Volvo’ya bineceğine şartlandığımız için erkek arkadaşının mobiletin (Motorsiklet değil) önüne monte edilmiş tahta arabaya kızı oturtup götürmesiyle üçümüz birden donakaldık. Gerçek sarışın nerede, mobilet nerede! Az daha kalsam İsveç’te el arabasıyla gidenini de görürüm diye korktum. Yazık...

Yaşı,cinsiyeti, eğitim durumu ne olursa olsun etrafa bolca tükürüyolar ve hatta fazlasını yapabiliyolar. Sebebi sigara içmemek için burunlarına taktıkları nikotinli materyelmiş. Alın size batı.

“Yazın adalarda yüzmeye gidiyoruz ama devamlı hareket etmemiz gerekiyor suda, yoksa donma tehlikesi var” dediler. Kafa mı buluyolar, gerçek mi anlamadım. Hakkaten zor be! Kamyon lastiğine oturup, deniz yatağına yatmadıktan sonra, çıkıp ömründe bir sefer de olsa karpuz yiyemedikten sonra plajda...Karpuz iyi soğur o ayrı.

Kitapçılardaki Orhan Pamuk fırtınasını gördüm. Nobeli vermekle kalmayıp takipçisi ve okuyucusu oluyolar sanırım. Kitapçılarda bolca Orhan Pamuk çevirisi vardı.

İSVEÇ’TE TÜRK OLMAK

İsveç, en azından Göteborg bir çok büyük Avrupa kentine göre az Türk barındırmakta gibi geldi bana. Tabi yine dönerciler vardı ama dönerin artık bir Avrupa yemeği olduğu kabul edilmeli. Ancak Türk olmak çok eğlenceli, çünkü hep bir maceraya atılmak genlerimizde var. Şehir içi ulaşım pahalı olduğu için tramvayda kart basmadık çoğu zaman. İsveç’li vatandaşlar artık nasıl bilinçlilerse biner binmez kart okutuyolardı. Kart okutmazsanız risk almış oluyosunuz ve kontrol olursa çok fena (Ödenmesi zor miktar) cezası var. Ama arkadaşlarım oranın çakalı olmuşlar. Makinanın başında seyahat ediyoduk. Kontrol olursa basarız mantığıyla. Acayip heyecanlı oluyor. Çok üşüdüğüm günlerde bile, o kart makinasının başında terledim. Bu heyecan bana yettiği için İskandinavya’nın en büyük eğlence parkına gitme gereği duymadım. Zaten her tramvay bize eğlence parkı, adenalin oldu. 1 hafta boyunca % 50 bedava yolculuk yaptım. İsveç beni affet! Bunun dışında çok fazla müze gezdik ama bir Türk olarak teferruat olduğunu düşünüyorum müzelerin.

Sonuç olarak, alt yapı, hizmet her şey iyi de cennet vatan gibisi yok...Kutupta yaz gibi özledim seni Türkiye!

Bir dahaki sefere Danimarka.

Hoşçakalın.

Special thanks: Beni evlerinde ağırlayan ve benden hiç sıkılmamış gibi yapan sevgili arkadaşlarım Onur ve Zeynep’e ve “Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım” diyerek bizi İsveç insanına ısındıran sayın Zülfü Livaneli’ye ve Nazım Hikmet’e.