Monday, April 13, 2015

BELGRAD









Vaktiyle Hollanda’da iken Hindistanlı bi arkadaşımı Türkiye’ye yollamıştım. Adam dönünce beni buldu ‘’Türkiye hiç Avrupa’ya benzemiyor’’ diye para iadesi istedi. Ben de dedim ki: ‘’Hangi Avrupa? Sen hiç Balkanlar’ı gördün mü? Aynı Türkiye gibi’’. Bunu dediğimde ben de Balkanlar’ı hiç görmemiştim. Ama hakikaten bize benzediklerini tahmin ederek demiştim.

Batı Avrupa’da çok ülke gördüğüm, çok ülkede yaşadığım ve Luksemburg hariç her ülkeden arkadaş sahibi olduğum için artık o taraf bana ilginç gelmiyor. Bi tek Luksemburg kaldı keşfedilecek. Oradan da bi tren yolculuğunda geçtim aslında ama uyuyakalınca ülkeye girip çıkmışız. Her neyse. Şimdi bi süre canım Batı Avrupa’ya gitmek istemiyor. Dönüşü de zor oluyor hem, bünye medeniyet yapıyor. Dedim ki yönümü ecdat toprağı Doğu Avrupa’ya çevireyim. Bu gezme illeti bünyeye girince acayip bağımlılık yapıyor. Lanet olsun ne güzel alışmıştım ülkemize.

Efendim, uzun lafın kısası soluğu ecdat yadigari Sırbistan’da, daha doğrusu Belgrad’da aldım. Başta da söylediğim gibi benim tek amacım Balkanlar’ın ne kadar bize benzediğini görüp umutlanmaktı. Ama döndükten bir gün sonra, bugün sonuç tamamen tersi oldu. Umutları Romanya veya Bulgaristan!a ertelemek durumunda kaldım.

Ha biraz sokaktaki arabalar bize benziyor ve gelirlerinin Batı Avrupa’ya göre düşük olması. Halk yabancı bankalar aracılığıyla kredi çekmenin çok cazip olduğu bi yere dönüştürülmüş. Herhalde bu tarz ekonomik bilinçsizlik dışında bize benzeyen yönleri çok az.

Bir de taksicileri adeta içimizden tipler. Rahmetli reis Tito’nun mezarına merkezden 480 Dinar’a gitmişiz, dönüşte çevirdiğimiz taksici ‘’1000 Dinar’a götüreyim’’ dedi. 500’e anlaştık ama ben adam rezil olsun istediğim için taksimetreyi açtırdım, sövdü. Doğru yolda olduğumuza işaret. Taksimetre 515 Dinar yazınca adam 515 Dinar istedi. Biz diyoruz ‘’neden 1000 dedin’’ o diyor: ‘’aç dediniz actım, bunu vereceniz’’. Bir kavga bi gürültü. Adam Sırpça sövüyor, biz Türkçe. Küfürden korksak zaten pazarlığa girmeyiz. Bu arada 15 Dinar 1 Lira’dan da az bi para (1 tl yaklaşık 40-50 Dinar) ama bu işler prensip işidir. En sonunda herif bize siktir falan çekti, biz de 500 Dinar’a indik. Gitsin o kazığı Anglosakson’a, Germen’e falan atsın. Ben zaten o taksiye binerken bu it beni kazıklar kafasıyla biniyorum, Avrupalı gibi beyan-güven esasına gore çalışmaz benim kafam. Şu başta yolladım dediğim arkadaşı İstanbul’da taksiciler 5 değişik metodla düdüklemiş bu arada…

Meraklı arkadaşlar için kadınlardan da bahsedeyim. Şöyle bi dünya listelerine baktım zaten milli irade onları 5.-6. Sıraya koymuş. Oldukça güzeller ama daha dikkat çekeni çok dişi olmaları. İtalya’yı zirve alırsam, onun bi tık altında dişilik var. Misal Kuzey Avrupa hatunu da güzeldir ama eşofmanla, taytla gezer. Burada o yok. Makyaj, topuklular, kıyafetler, gözlükler… Erkekler de boylu-poslu, yakışıklı çocuklar gibi ama biraz kabalar. Az bi yontulmaları gerek. Medeniyet göstergesi olarak kadınların sosyal hayata katılımları çok yüksek. Hatta çoğu yerde kadın sayısı erkek sayısından daha fazla ve her zaman her yerde özgürce takılabilmekte oldukları izlenimi veriyorlar.
Bir başka medeniyet göstergesi olarak tuvaletlerine bakalım. 3 kıtada abdest bozmuş bu kardeşiniz şüphesiz ki tuvaletlere bakarak millet karakteri analiz edebilecek seviyeye geldi. Sakın tuvalet deyip geçmeyin, bakmayı bilen gözler için çok ipucu vardır. Öncelikle tuvaletteki sistemlerin kalitesi iş disiplinine dalalet eder. Misal Almanya’da sifonlar hep standart debiyle çalışır. Tuvalet kağıdı, klozet kapağı kağıdı vb lojistiği temsil eder. Yerlerin paspaslanması, taşların silinmesi iş yapma bilincini temsil eder. Çalışanları memnun, iş yükü ve ücreti tatmin edici olan ortamlarda bu ayrıntılar iyidir. Son olarak da insanların sifon çekip çekmediği, kağıtların kovanın içine mi dışında mı kaldığı medeniyettir. Medeniyet sistemdir. Geçen bi şehirlerarası otobüse bindim, hafif bi gecikme üzerine tartışma çıktı. Arkamdaki adam: ‘’Buraları bırakıp Avrupa’ya yerleşmek lazım’’ dedi. Gıcık oldum, ben zaten burada yaşanır mı psikolojisini yeni yeni atıyorum. Muhabbete girmedim. Sonra hareket saati geldi, tüm koltuklar için kemer takma anonsu yapıldı. Baktım kemerler de gayet düzgün vaziyette ama koca otobüste sadece kemeri ben bağladım. Dönüp arkamda ‘’Avrupa’da yasaşamak lazım’’ diyen tipe özellikle baktım, o da takmadı. Yüzüne demedim ama içimden: ‘’Nah yaşarsın’ Avrupa’da’’ demek geldi. Bizde herkesin derdi oradaki kurulu sisteme gidip çökmek. Oysa Batı demek şehirleşmek, beraber yaşama kültürü ve bunun getirdiği kurallara uymak demek. Sen daha kemerini takamıyon be adam… Her neyse efendim, bu örnekten anlaşılacağı gibi toplu kullanılan tuvalete sıçmak da bir şehirlilik bilinci gerektirir. Sen orayı bulmak istediğin gibi bıraktın mı bırakmadın mı? Batılı şehir hayatı tamamen bunun üzerine kuruludur, kendi konforundan toplum hayatını düzenleyen kanunlar-kurallar için vazgeçmeyi öğrenebilecek misin? Her neyse derindir bu konu, demem o ki tuvaletleri de oldukça temizdi Belgrad’ın.


Hem fiyatlar, hem vizesiz seyehat, hem güzel yemekler ve mekanlar, hem tarih, hem gece hayatını birarada bulabileceğiniz hem de bunları yerel rakı kafasıyla değerlendirebileceğiniz gidilesi bir mekandır Belgrad.

Friday, March 20, 2015

Racon Kesiyorum

Geldim geleli bi çok blog görüyorum ‘’Türkiye’yi neden terkettim’’ ve ‘’Turkiye’ye neden geri döndüm?’’ ekseninde. Çoğunu da okudum ve bu konuda racon kesebilecek bir isim olduğumu düşündüğüm için bir şeyler yazayım dedim. Racon kesebilirim çünkü 7 yıl yurt dışında yaşadım. Üstelik de bu tecrübenin hepsini Batı’da değil, Afrika ve Orta Doğu’da da edindim.

Önce şunu bi koyayım ortaya, Türkiye ile Batılı bir ülkeyi kağıt üzerinde karşılaştırdığımızda Türkiye hep kaybeden taraf oluyor, bu aşikar. Ancak unutmamak gerekir ki ben Uganda’da iken bile Türkiye’den daha rahat yaşıyordum. Çünkü bulunduğum ülkenin sorunları beni asla Türkiye kadar ilgilendirmiyor oluyordu. Tabir yerindeyse, tamamen ekmeğimin peşindeydim. Sorunlara duyarsız kalmak daha kolay oluyordu. Yok muydu Norveçli’nin sorunu? Olmaz mı, sapır sapır intihar ediyodu adamlar ama derinlemesine düşünmüyordum. Bu, ülkeden bağımsız yurt dışında yaşamanın bir avantajı. Bu nedenle karşılaştırma Türkiye yerine, doğduğum yere neden döndüm-doğduğum yerden neden gittim ekseninde yapılırsa daha objektif olunacağı kanısındayım. Yoksa benim M.I.T. mezunu olup Tanzanya’ya dönen arkadaşım da var. Bakınca ABD’de kalması daha mantıklı geliyor ama çocuğu dinleyince hak veriyorum. Yurt dışının rahatlığı sizin asıl yaşam alanınız olmamasından, ‘’benim bölgem değil’’ kafasından. Sessiz kalmak çok daha kolay çoğu zaman. Suudi Arabistan’da beni aile günü diye alışveriş merkezine almadıklarında arkamı dönüp başka yere gittim. Ama Türkiye benim asıl yaşam alanım. Bölgeme işerseniz, ben de üzerine işeme ihtiyacı duyarım. 7 yılın ardından doğduğum yere, anadilini konuştuğum yere dönmekte sayısız güzellik de buldum. İnsanın memleketi çocukluğudur. Ben resmen çocukluğuma döndüm. Etrafım bildiğim insanlarla dolu, bu da başlı başına bir konfor.

Hollanda adetiyle Kadıköy’de insanları selamlayıp, gülümseyerek dolaşıyorum. İnsanlar ya gıcık oluyor, ya da korkuyor. Fazla sürdüremiyorum. Koşarak dolmuşa yetişiyorum. Dolmuşçuya 50 TL uzatınca dolmuşçu: ‘’koşarak gelince bozuğun var sandım’’ tribine giriyor. Aynadan beni keserek uzun sure para üstünü bekletiyor. Sonra bozuğum olup olmadığını soruyor. Olmadığını söyleyince aynadan göz hapsini uzatarak beni baskı altına alıyor. O an istediği camı açarak araçtan kendimi dışarıya atmam. Atlamamak için direniyorum.  20 dakika para üstü gelmiyor. Sonra yanımda oturanlar araya giriyor, parayı bozup beni kurtarıyorlar. Bakın ne kadar da çocukluğum kokan bir anı. Resmen özlemişim.

Gelelim zurnanın zırt dediği yere. Bunu da biraz iş ararken, biraz da karar aşamasında Türkiye’de çalışan arkadaşlarla yaptığım muhabbetlerde, biraz da etrafı gözlemlerken buldum. Türk toplumunun çok temel problemlerinden birisinin neredeyse istisnasız her alanda güç savaşı olduğu teşhisini ilk kez açıklıyorum. En acı tarafı da bu rolleri insanların istisnasız kabul ediyor oluşu. Ben de Hollanda gibi bi yerden gelmesem farkedemeyebilirdim ama şu an çok fazla gözüme batıyor. Bu, politikadan iş dünyasına, aile hayatından trafiğe her yere yansımış durumda. İki kişi karşilaştığı, birlikte bir şey yapacağı zaman demokratik bir ortam gelişemiyor, bir taraf diğer tarafı direk altına almaya çalışıyor. Toplumda roller buna göre hazırlanmış zaten. Sadece ezen taraf üsttenci bir pozisyon almıyor, ezilen taraf da çoğu zaman küçülmeye çoktan razı oluyor. Toplumdaki taciz-tecavüz-aile içi şiddet olaylarının da temeli burada, iş yerlerindeki baskı-mobbing şiddetinin de temeli buralarda gibi.

Hollanda’ya uçakla giderken yanıma Türk kökenli bir iş adamı oturmuştu. Yıllardır Hollanda’da iş yapıyomuş, anladığım kadarıyla maddi durumu da oldukça iyiydi. Bana demişti ki ‘’Göreceksiniz, Hollanda’yı hiç sevmeyeceksiniz. Ben Mercedes alıyorum, işçimde BMW var. Ben ailemle lüks restorana gidiyorum, bi bakıyorum ustabaşı da orada. İnsan zenginliğini yaşayamıyor’’ Adam bunu yaşamak için Türkiye’ye geliyomuş. Vale onun Mercedes’ini restoranın önünde bırakınca seviniyor. Diğer arabaları otoparkın ücra köşelerine çekiyorlar ya ülkemizde, bu abimizi çok sevindiriyormuş.

Bi de bu lanet Batı’da ‘’iş tanımı’’ diye bi şey var. Kontratınız o olmadan aslında boş kağıda imza gibi ve ben bunun Türkiye’de çok uygulanmadığını da gözlemledim. Yani sen ne iş yapmaya karşılık imza atıyorsun? Bunun baştan imzalanmadığı yerde tabi ki güç oyunu saçma yerlere gidiyor. Şöyle bakalım, Türkiye’de benim Batı’da hiç görmediğim müdür-mühendis ilişkileri var. Müdür mühendise sahip neredeyse. Oysa Batı’da müdürün de iş tanımı belli, mühendisin de, işçinin de…Mühendislerin bazıları bu iş tanımını beğeniyor ve ömür boyu mühendis olmayı seçebiliyor. Ve inanmazsınız ama bazı mühendisler müdürlerinden fazla bile kazanabiliyor. Oysa Türkiye’de belli bir süre sonra terfi etmek anladığım kadarıyla zorunlu. Bir terfi çılgınlığı var. İyi de müdürlük normalde, en tecrübeli mühendisin illa da yapacağı bir iş değil ki. Bambaşka bir sorumluluk alanı. Hal böyle olunca müdür-mühendis ilişkisi Batı’da asla buradaki gibi bir güç oyununa dönüşmüyor. Kim neden müdürünün çantasını taşısın ki? Adam müdür olmayı kendisi seçmiş ve kimsenin iş tanımında çanta taşımak yok.

Aynı örneği politikacılarda düşünün. Politikacı geçmek için trafiği kapatacak? Ne o adam kendisini vatandaştan üstün görebilir ne de vatandaş o elbiseyi giyip eziklenebilir. Suudi Arabistan’dan Hollanda’ya gidince işçilerle diyalogu oturtmakta bu açıdan çok zorlanmıştım. Suudi Arabistan’da Asyalı işçiler vardı. Temel insani haklarına erişimleri bile sorunlu kimseler. Hollanda’da ise iş tanımı dışında tek bir iş yapmayan bireyler. 16:31’de işçi çoktan tulumunu çıkarıyor oluyor.

Tecavüz vakalarının ülkemizdeki çokluğu da aynı temelde. Polisin öğrencilere uyguladığı şiddet de.

Bu kafayla bi kaç görüşmeye gittim ve pek iyi geçmedi sanırım. İş tanımımı falan sordum, yamuldu herkes. Büyük ihtimalle başa bela bir tip imajı çizdim. Aslında bu herkesin durumunu kolaylaştıracak bir hadise ama anlaşılamadım şimdilik. Ha bir de şu var, çok değişik kültürlerden insanlarla çok değişik yerlerde çalıştım. İnsanlar sizinle ilgili kararlarını ilk veya maksimum ikinci kontaklarında veriyorlar. Bir şeye üç kere evet deyip, dördüncüde hayır demektense en baştan tavır koymanın diyaloglarda büyük önemi olduğunu zorlu tecrübelerle öğrendim.

İş maceraları şimdilik bu kadar olsun. Her tecrübe kişiye özel. O nedenle genel olarak Türkiye’den niye gittim-Türkiye’ye niye geldim tatavasını yersiz buluyorum. Aydın’dan Ankara’ya okumaya neden gittiysem benzer nedenlerle yurt dışına gidip gelebilirim. Ne fazlası ne eksiği. Fazla da duygusallaştırmaya karşıyım. Yurt dışı da göründüğü gibi değil çoğu zaman. Yurt dışını öven yazılarda da çokça vicdan masturbasyonu görüyorum. Yeter ki korkak olunmasın, cesaret edilsin. Sizin kültürünüzün hakim olmadığı yerde bir şeyler başarmak için uğraşmak kişisel olarak çok öğretici. Basitleştirmiyorum ama çok da duygusallaştırmıyorum.

Şimdi Londra’da beş-on yıllık sektörel deneyimle merkeze yakın ev tutmak adina üç kişiyle ev paylaşır mısınız? Al işte, bu da yurt dışı. Benzer tecrübede birisi Türkiye’de çok daha fazla konfor satınalabiliyor ama bu toplumun her alanına sirayet etmiş güç dövüşünü maalesef içine sindirmek kaydıyla. Bu bir tercih.

Benim mesela 10 iş falan değiştirmiş arkadaşım var. Şimdi durumu oldukça iyi ama adam zamanında tulum götürüp iş yerinde yatmış. Bi de aylarca maaşını alamamış. Nihayet patron bi gün çağırmış odasına. ‘’Tamam’’ demiş bizimki, birikmiş paralar geliyor. Patronu zaten alamadığı maaşına %100 zam yapmış ve ödememeye devam etmiş. Şu güne kadar hala o iş yerinden maaş alamamış. İnanılmaz değil mi? Ödenmeyen maaşa yapılan zam toplantısı.


Haydi kalın sağlıcakla. Demem o ki her yerin artısı eksisi var. Daha öte bir tespitim de yok. Hayat dediğin raslantılar eninde sonunda...

Sunday, December 14, 2014

KISA ve ACISIZ

Daha Amerika gezisinin California kısmını yazacaktım ki 2 gün önce tulumum içinde emekçi emekçi çalışırken telefonum çaldı. Müdürüm nasıl kibar beni toplantı odasına çağırdı. 'Corporate' kültürü bilenler bilir, müdürünüz kibar konuşuyorsa bi gariplik vardır. Milyonluk projeyi tek başınıza kotarırsınız da bi teşekkür eden olmaz, 20 dolarlık parçayı harcarsınız, üzerinize çökerler. Velhasılkelam, durumu sezerekten toplantı odasına çıktım. Vay vay vay, kimler de buradaymış. Yıllardır yüzüne hasret kaldığımız HR da gelmiş. Ben dünyanın 4 bir tarafında hayat kurarken neredeydin canım? Ha bi de müdürün müdürü. Ben sizi sadece CC'lerden tanırdım, gerçekmişsiniz. İşte başlıyoruz, performansım çok iyiymiş, referans mektubu yazmak istiyorlarmış, karar yukarıdan gelmiş. Yukarısı dediğimiz tanrısal bir mertebe, hepimiz abdestliyiz çok şükür. Sanki ben bilmiyorum iyi olduğunu, sırıtıyorum. Niye sırıttığımı soruyorlar. Sanki bir cesedi bir daha öldürebileceklermiş gibi. Müdürlük refleksi sanırsam. 'Yıl sonu değerlendirmemde düşük not verirsiniz bu sırıtış için' diyorum. Kimse gülmüyor.

İşten atılmak için başka ne gerekir ki...Petrol fiyatları yerlerde, 3 kişi zaten atılmış. Dünyanın değişik yerlerinden çokça atılma haberleri de duymakta olduğumuz şu günlerde hem de. Üzgün yüzlerle bi şeyler söylediler. Bi kağıt verdiler elime. Her şeyin bi ilki var. İşten atıldım. Son 4 yıl film gibi geçti gözümün önünden...Çöller, ekvator savanları, helikopterler, gece yarısı telefon almalar...Yolun sonu.

Hepsini unutup, bağları koparmak sadece 2 gün sürdü. Emek verdiğiniz şeye bağlanıyorsunuz sonuçta. Ama oilfield bütün sektörler içinde zaten en agresif olanı. Kafamda bi yerlerde bunu hep tutmaya çalıştım. Nihayetinde ben de 2009'da atılan birinin yerine girmiştim. Başkasının mutsuzluğu üzerine mutluluk inşaa edilmiyor azizim. 2016'da benim yerime giren de 2020'de atılacak. Share holder'lar tedirgin olursa, borsada değerler düşerse kafalar kesilir agalar.

Ha bi de lanet olası sosyal devlet var. Eger vatandaşını korumaktan aciz bi ülkede olsaydım neredeyse kesinlikle benim yerime bir Hollandalı işçi atılacaktı. Ama Hollanda'da Hollandalı'yı işten adamadıkları için beni seçtiler. Her neyse, herkese ders olsun. Kendi aileniz sizi korumazsa el oğlu hiç korumaz.

Teselli armağanı beraber çalıştığım insanların içten vedası oldu. İstisnasız bütün işçiler gelip elimi sıktı. Bu başka bi kültürde olsa pek anlamı olmayabilirdi ama duygusallığı minimumda yaşayan Hollandalılar'ın gelip sarılmasının anlamı var. Eğer içlerinden gelmese, tek adım bile atmazlar. Başlarda beni çok zorlayan bu dobralık, bugün lehime işledi.

Her neyse, gördüklerim yanıma kar, yeni mecralara yelken açacağım artık. Ne yöne olacağı konusunda en ufak bir fikrim yok henüz. Beklenmedik, hızlı oldu.

Ekte CV'mi bulabilirsiniz (Şaka). Bana uygun bi işiniz vardır belki. O CV neyi anlatacaksa. Yıllardır yazdığım bu blog bile gördüklerimi anlatmakta yetersiz. Şimdi ben Afrika'da açlığı, Suudi Arabistan'da köleliği, Batı Avrupa'da sosyal devletin gücünü, Libya'da iç savaşı görmüşüm. Adam bana kullandığım bilgisayar programlarını soracak. Mülakatlarda ne anlatayım. En zayıf 3 özelliğimden ilki 'Afrika'da su taşıyan çocuklara yasak olmasına rağmen çay vermem' mi diyeyim?

Her şeyi geçtim de insan çeşitliliğinin getirdiği zenginliği çok özleyeceğim. Veda yemeğimde 3 Hollandalı, bir Brezilyalı, iki Libyalı, bir Polonyalı, Bir Hindistanlı, Bir İskoç ve bır Rus'un arasında otururken düşündüğüm şey bu oldu. Belki de son defa bu derece çok milletli bir sofrada oturuyor olacağım. Dünyanın renkleri, elveda.

Her neyse, bu kadar. Kısa ve acısız.


Monday, October 20, 2014

OKLAHOMA-TEKSAS


Buralar ayni Arabistan'a benziyor diyerek son yazacagimi ilk yazmis olayim. Kapali mekanlarda kadinlari gorene kadar ben buranin Bati medeniyeti oldugunu bile anlayamadim. Yeni, dev alis-veris merkezleri ve Arabistankilerle ayni markalar. Dev suv'ler, kimsenin yurumedigi 4'erden 8 seritli caddeler, petrol bagimliligi...Bati deyince ben daha bi Bati Avrupa dusunmustum.
Benim eskiden tanidigim Latin arkadaslar da buradaymis, genelde beraber takildik. Yine disaridayiz ekiple bir gece; bir Meksikali, bir Kolombiyali ve bir de Brezilyali. Bar cikisi bi turlu taksi bulamadik. Sokaklarda yuruyoruz taksi arayaraktan. Bizden baska kimse arabasiz cikmamis. Alkollu araba kullanmak da serbest adeta. Bi taraftan da polis durdurur diye korkuyoruz cunku bu kadroyu ben olsam direk tutuklarim. Tombis ABD'liler yanimizdan gecerken bize bakip evsiz muamelesi cekiyorlar. Meksikali'nin agirinina gidiyor ve bagiriyor onlara: "i am rich in my country". Adam buranin Almancisi, benim Avrupa'daki ruh halim. Derken buluyoruz bir taksici, gunu kotariyoruz.
Fiziksel olarak Arabistan'a benzemesinin otesinde kafamdaki Amerikan imajiyla celisen bir sey yok Oklahoma'da. President Bush aksanli kovboylarin diyari. Kocaman araziler. Adamlar savasiyor, isgal ediyor ama calisiyor da. Yoksa 5'erden 10 seritli otobanlarin baska bir izahati var mi?
Oklahoma yeterince bayinca yani alisveris merkezlerine doyunca-ki ben zaten doygunum- Dallas'a gitmeye karar veriyoruz. Dallas merkez de goktelenlerin hakim oldugu bi yer cikiyor. Koskoca Dallas merkezde 10-15 tane mekan var-yok gece cikmak icin. Isleri gucleri arabaya atlayip bi yere gitmek veya alis-veris yapmak olmus. Ne bir bisikletli var ne de yuruyen insanlar. Ben gittigim sehirlerde yurumeyi severim oysa...
Her neyse, Amerikali'nin da Araplarin da en azindan petrolu var ki bu yasami dayatiyorlar, biz Turkiye'de ne bok yemeye bu yolun yolcusu olduk bilinmez. 5 liralik benzinle kovboyculuk oynanir mi hic?
Guzel tarafi egitim sirasinda uzun suredir gormedigim arkadaslarimi gormem oldu. Oturduk zamanin ne de hizli gectigini konustuk. Kimini en son yillar once Diyarbakir'da gormusum, kimini Bavyera'da kimini Abu Dhabi'de. Dunya sahiden cok kucuk ama ses etmeyin, buranin Amerikalisi bizi baska gezegenden saniyor...

Saturday, September 27, 2014

AYIP

Eger ki bi kaç aydır giymediğim poları giymeseydim bu yazıyı yazmayacaktım. Her gün çalışmak zor bir şeymiş, rotasyonda unutmuşum. 6 hafta her boktanlığa katlanabiliyor insan 3 hafta tatilin hayaliyle. Her gün çalışmak hayalleri bitiriyor. Sonsuz bir döngüde hissine kapılıyorsun. Ondan sonra zaten işini sevme temalı safsatalar başlıyor. Erken kalkmak, koşuşturmak, telefonlar, e-postalar derken akşama turşu oluyor insan hele de fiziksel işlerde. Bırak yazmayı iki satır zor okuyor.

Her neyse, cebimden Suuidi Arabistan'da kaybettiğim saatimin pini çıkınca yaşadığım tezat aklıma geldi. Şubat-Mart aylarını Suudi'de ve Mart-Nisan aylarını Uganda'da geçirdikten sonra Haziran başından beri Hollanda'dayım. Beynimin hala yanmamış olması büyük bir hadise bana kalırsa. Ahlak ve özgürlüğün iki farklı kutbu gibi bu iki ülke. Orada mars gibi çöllerde yasağın her türlüsünü gördükten sonra, burada her gün yağan yağmurlar altında özgürlüğün her türlüsü. Türkiye için söylenen ve doğu toplumlarının ahlaksızlığa bakışını anlatan bir laf vardır: "Her şey olabilirsin, rezil olamazsın" denir. Örneklerin bin türlüsü gözümüzün önünde. Hollanda dünya kupasında yarı final oynarken turuncu transparan lateksli bi adam gördüm. Her yerleri ortadaydı. Dedim ki: "Hollanda'da her şey olabilirsin ama rezil olamazsın". Ahlak kurgusu bambaşka.

Çok zor benim gibi bi şark kurnazının bunca kural içinde varlığını sürdürebilmesi. Bütün yaratıcılığımı öldürdü Hollanda 4 ayda. Misal mahallede kimsenin arabasını sokmadığı bi boşluk vardı. Orayi hemen keşfetti benim dedektörler. Günlerce orayı kestim. Malların nasıl olup da arabalarını oraya sokuşturmadığını düşündüm durdum.

O deliğe ben park yeri bulamadığım bi gece arabayı diklemesine koydum. Mahallenin en akıllsı benim gibi hissetmedim de değil. Zaten trafikte içimdeki Türk ile devamlı mücadele ediyorum. Dönüşüm geçirecek Hulk gibiyim. Korna yok, sürat yok, makas yok, sollama yok, bisikleti bekle, yayaları bekle...Böyle iki babanın arasına dikine soktum arabayı, bi de ilerden çakal gibi bakıp bakıp sırıttım yaratıclılığıma. Ertesi gün de sabah arabayı alıp gittim. Gördüğünüz gibi gururlanmamak için hiç bir neden yok. Sonra bir kere daha park yeri bulamadım. Yine gittim oraya. Ertesi sabah Allah yarattı dememişler 80 Euro cezayı geçirmişler, Sanki transparan lateksimle vücut hatlarımı sergileyerek sokaklarda koştum...80 Euro ne ya! İnsan bi ilk seferinde silgeci kaldırır.

He ben bundan ders aldım mı şark kurnazı olarak, almam. Daha da pisleştım. Park abonman kağıdımı alıp cezayı kesen daireye gittim. Otur işte değil mi, yerin yabancısısın. Yok, bize ne öğretmişler?Ağlamayana meme vermezler. Kanun-kitap olayın ana hatlarını belirler. Yeterince goy goy-atar yapabilirsen her şeyi değiştirebilirsin, çok bağırırsan haklı olursun. Hepimiz kural bükücüyüz adeta. Bakın benim bu sokağa park abonmanım var cezayı geri alın diye çemkirmeye gittim. Vay dinine yandımının Hollandası 'şark kurnazı proof' sistem yapmış ya. Arabayı sokuşturduğum o deliğin olduğu köşenin bi adı varmış ve o da ceza kağıdında yazılıymış. Google haritaya yazdı memur, sokağı görüntüledi, laps diye yediğim boku önüme dayadı. Nereye koydun arabayı dedi? Arabayı koyduğum yer resimde o kadar iğreti duruyordu ki, "Şu babaların arasından geri geri kaldırıma çıkarttım arabayı" derken çok utandım lan. Lateksle koşsam ancak bu kadar utanırdım. Adam bi de iyice idiotmuşum gibi kaldırıma park edilmez falan dedi, engellilerden falan bahsetti, yeni yeni kağıtlara trafiğin A-B-C'sini anlatan broşürler bastı, verdi. Doyamadı beni itin g.tüne sokmaya. Yüzüme vurdukça vurdu. "Vurma memur, öldüm" dedim, dinletemedim. Belki de düşündü lanet göçmen diye ama sabırla ve güler yüzle saygıyla anlattı. Bu en pisidir. Vardır bunların böyle ben insan ayırmam duruşu, tam da ondan bi suratla. Eğitimli toplumların ayrımcılık tarzı. Aşırı tanıdık. Norveç'de, Almanya'da, İtalya'da falan hep gördüm bunu. Bizimki gibi çiğ bi tavır değil, daha profesyonel bi tarz-yemezler.

Tabi ben konuşamadım bunun üzerine daha fazla. Diyemedim ben Türkiye'de doğdum ve 24 yıl yaşadım. Araba sürmeden ehliyet aldım. Babamdan ne gördüysem onu kural belledim falan diyemedim. Hele Suudi kısmını falan hiç anlatamadım. Kafam karışık diyemedim. Ayıp ne, günah ne,? Birisi bana anlatsın nolur, yakacam devreleri o olacak.

Meme mi ayıp, yaya kaldırımına araba parketmek mi ayıp? Seks mi ayıp başkalarını aptal yerine koyup mahallenin çakalı olmak mı? Bi söyleyin arkadaş, beynim meme yaptı da.


Sunday, April 27, 2014

Farkındalıksızlık Mutluluktur

Tekrar Bugungu’dayım (Uganda). Daha önce 12 hafta geçirdiğim kampta. Burada bir daha olmayacağıma o kadar emindim ki adeta yaşadığım her saniye hayal kırıklığı. “Geçmişin bizim için neler hazırladığını” bilemiyoruz sonuçta. İş dışında gidip oturduğum çardaktayım. Çay ve kitap gece bastırıp sinekler çıkana kadar. İşte geliyor, küçük dostum Noah. Daha 10 yaşında ama bir çok Afrikalı gibi o da güneş doğmadan su doldurmaya gidiyor, güneş batmadan yine bunu tekrarlıyor. Çocuk 40 kilo var mı bilmiyorum ama taşıdığı yosunlu bidon en az 10 kiloluk gibi, Noah’ ın kafasının üzerinde ise 20 kilogram görünüyor. Her Afrikalı gibi o da kafasının üzerinde her şeyi bir akrobat rahatlığıyla taşıyabiliyor. Beni görünce gülümsüyor. Önce para istiyor pazarlığı yukarıdan açıp. Sonra şeker, çay, kalem...Daha önce kalem vemiştim, şimdi bi tane poşet çay verebiliyorum. Aramızda 1 metre yok ama dikenli teller var. Çok başka hayatlarımız var. “Mutlu musun?” diye soruyorum. İki keçileri yavrulamış, “Çok mutluyum” diyor süper bir sırıtışla. Çoğu muzunguda bu mutluluğu göremiyorum. O yoluna gidiyor, ben yoluma. “Görüşürüz” diyoruz ama görüşmeyeceğiz. Hatta ben başka işlerimden dolayı Noah’ı bir seneye unutacağım. Yani unutmak istiyorum...

64 saattir sahadayım. Gündüz shiftleri bende. Geceleri her herhangi bir yerde uyuyorum. Pickup’ın arka koltuğu, Mercedes kamyonun iki katlı uyuma kısmının alt katı favorilerim. Uyanınca nerede olduğumu algılamam saniyeler sürüyor. Suudi Arabistan burası. Pakistan ağırlıklı bir işçi tayfası. Tahir crew chief. Devamlı gülüyor. 12 yıldır Suudi Arabistan’da. Geldiğinde iş bulma kurumu pasaportuna el koyup bize yollamış. Yılda 1 ay eve gitmesine izin veriyorlar. Ama canı istediğinde değil, aracı kurumun canı istediğinde. Her zamanki gibi pilav ve tavuktan oluşan yemeğimiz gelmiş. Bana plastik kaşık bile almışlar. Herkes eliyle dalıyor, ben de kaşığımla. Yemek bitiyor, soruyorum: “Mutlu musunuz?” Çok mutlular...

Mohammed ile daha önce daha liberal bir ortamda tanışmıştık. Barda bir Suudi’den beklenmeyecek şekilde 4 kişi için 24 tekila siparişi vermişti. Şimdi Suudi çölünün ortasındayız. O 24 tekila bizim masaya hiç uğramamış gibi yapıyoruz. Akşam beni Yemen Restoranı’da davet ediyor. Gidiyoruz. Baya boktan bi yer ama buranın en ünlüsü. Yere oturarak yemek aşırı zor. Yemekten sonra çaylar geliyor, takılıyoruz. Mohammed ABD’de yapmış lisansını. Kolombiyalı birisine aşık olmuş. Ama okul bitince imzaladığı senet gereği Arabistan’a dönmüş. Üstelik aynı senete göre bir yabancıyla evlenmesi de yasak. Oruç tutmuyor, gizlice odasında yemek yiyerek yaşıyor. Hem de yıllardır. Empatide zorlanmıyorum. Libya’daki halim ama bir ömür sürmesi? Şu anda annesi Mohammed’e eş arıyor. Tabi ki annesi de Mohammed’i tanımıyor. Aradığı kızlar dindar. Mohammed ise tersini istiyor. Ve işin açmazı şu, Mohammed’in kendisine uygun birisini kendisinin bulma ihtimali yok. Evlenmeden önce, hayatını geçireceği kişinin yüzünü bile göremeyecek büyük olasılıkla, annesi seçecek. Üzülüyorum, çok iyi adam bu Mohammed ama talihe bak. Umarım Bahreyn’e gidenlerden olmaz. “Mutlu musun?” diyorum, “Elhemdulillah” diyor, kampa dönüyoruz.

Böyle onlarcasını tanıyorum. Hepsi mutlu ama ben onları hatırladıkça mutsuz oluyorum. İnsan yaşadığı esnada içinde bulunduğu durumun kötülüğünü sezemiyor. Dışarıdan gelenler her şeyin farkında oluyor. Bazen çok şaşırıyorum biz Türkiye’de nasıl mutlu olabiliyoruz diye. Büyük olasılıkla dışarıdan bakan bi göz bizim 23 Nisan’ı fütursuzca kutlayabilmemize bile şaşırıyordur.

Eskiden gittiğim yerler kafamdan silmek istemediğim anılarla dolardı, şimdi gittiğim yerler silmek istediklerimle. Uçak kalkar şehre son bir bakış atarsın. Ya unutmak istersin ya hep aklında tutmak. Maalesef vicdanlılar için pek seçim şansı yok...


Friday, February 7, 2014

Öldürmeyen Şey...







Suudi Arabistan'da daha az sıkıntı çekmemin tek nedeni Libya'yı bilmem. Beklentim yok, sıfır. Havaalanında pasaporttan geçmem 3 saat sürüyor. Kuyruk, dünyanın her tarafından gelmiş -ama çoğu Asyalı- kölelerle dolu. Hemen Libya'dakinin benzeri bir kirlilik göze çarpıyor. Bilmeyene zor gelecek cinsten. Geçip rezıdansa gidiyorum, saat sabahın 4ü olmuş. Tabi ki odam hazır değil. Hiç sinirlenmiyorum, her şey beklenti dahilinde. Odanın hazırlanması ve yatmam sabah 5i buluyor.

Ertesi gün işyerine gittim, biraz da şehri gezdim. Eksikleri gidermek için alışveriş merkezine gittik Nijeryalı dostumla. Afrika görmüşlük olunca serde, arkadaşlık kolay gelişti. Alışveriş merkezinin bazı yerlerine alınmadık. Aile günüymüş. Ardından da beni çöldeki kampa göndermeye karar verdiler. Zaten şehirde dursam ne olacak...

Şehirden çöle giderken, yolda radyo Aramco dinliyoruz. Dünya müziklerinden örneklerin çalındığı hoş bir frekans. Sertap Erener çıkıyor "Buda" diyor. Fena değil, mutlu oluyorum. Şöförüm Pakistan'dan. Bilmeyenler için daha önce burada yazmış olmama rağmen söyleyeyim, Araplar işgüçlerini Asya'dan sağlıyorlar ve iyi şartlar sunmuyorlar. Katar'ın dünya kupasına hazırlanırken işçilere yaptığının benzeri yarımadanın her tarafında devam ediyor. Buranın favori milleti de Pakistan. Sanırım müslüman olmaları nedeniyle. Yolda bir benzinlikte duruyoruz. Her yer çöp dolu, çöpler kokuşmuş. Kış ortası sinekler uçuşuyor. Sonradan anlayacağım üzre bu sadece bir benzin istasyonunun durumu değil, hepsi böyle. Şöför süper restoran adı altında beni bi Pakistan restoranına götürüyor istasyonda. İçeri giriyorum, dünyanın en pis restoranında, yere oturmuş elleriyle yemek yiyen bi çok kişiyi görünce arkamı dönüp çıkıyorum: "ben başka bi şey yicem". Lafı ettik de ne yicem ki? Biraz dolaşıp yine pis bi hamburgerci buluyorum. İştahsızca yiyip şöförle buluşup lokasyona varıyoruz.
Kamp odama yerleşiyorum. Uganda'dan falan iyi gibi sanki. Kampların saçma zorluklarına değinmeyeceğim. Uyuyakaldığında yemeği kaçırmak en kötü tarafı heralde...

Derken işe başlıyoruz. Suudiler, Libyalılar'ın aksine çöle asfalt yol yapmışlar. Küçük şehircikler var. Devasa Aramco tesisleri falan. Açıkçası Libya'dan daha iyi çölleri. Tabi daha güneyde "dead quarter-ölü alan" var. Orada henüz petrol aramadıkları için Libya gibi Mars'a benziyor olmalı.
Altımızda 400km'den daha uzun bi alana yayılmış bir petrol denizi var. Böyle bir rezerv heralde dünyada başka yerde yok. İkinci dünya savaşından sonra petrol aramaya gelen Amerikalılar'ın kazdığı ilk kuyular boş çıkıyor. Bahreyn'de petrol daha yüzeyde ve burada da öyle olduğunu sandıkları için daha derine inilmiyor sondajda. Alanı terketme kararı için şirket yöneticilerene başvuruyorlar. Yöneticiler, karar kesinleşene kadar kazmaya devam edin diyorlar. 400 feet daha kazıyorlar ve baaaaam...Dünyayı değiştiren o denize ulaşıyorlar.
İşte o denizin üzerinde bugün binlerce kuyu var. Bu kadar kuyuyu daha önce hiç görmemiştim. Topu topu 10 mühendisis. Kuyudan kuyuya geçtiğimiz için canımız çıkıyor. Genelde sabah 6da yola çıkıyoruz. Hazırlıklar öğleden sonra 14-15i buluyor. Operasyon ertesı gün sabaha 3-4e kadar. 7'ye kadar kamyonlarda falan uyuyup kampa dönüyoruz. Duş al, yemek ye ve ertesi gün yeni kuyu. Ekipler de genelde Saudi, Pakistan, Srilanka, Bangladesh....

Yol üzerinde o iğrenç benzinliklerde yiyoruz yemekleri. İlk gün arkamı dönüp çıkmıştım ama sonra "belki alışmam lazım" dedim. Yere oturuyorum ve elimle dalıyorum. Hala pilavı elle yiyemiyorum. Etrafımdakiler "nasıl olur ya, öğretelim" diyorlar. Ulen öğrenecek ne var. Sanıyorlar ki tekniğim yetmiyor. Teselli ediyorlar arada: "ok, no problem". Allahtan yemekler bizimkinin aşırı baharatlısı. Düşün ki ben baharatı çok severim yine de baharatlı geliyor. Pislik konusu ise...Hijyen beyinde biter arkadaş. Hijyeni düşünmeden yaşıyorum. Bu kadar söyleyeyim, başka seçeneğim yok.

Bir sabah bi yemek söylemişler. Bana bakıp güldüler. "Bak şef, bu çok güzel ama sen yiyemezsin" dediler. "Ne o?" dedim, adam daha paçanın pa'sını söylediğinde paça benim ağzımdaydı. Elimi adamın tasına daldırdığım gibi kaptım paçayı. Araplar ve Pakistanlılar mal gibi bakakaldı şaşkınlıktan. Araplar yiyemiyor paça, Pakistanlılar da paça yiyen yabancı görmemiş. İşkembeyi tarif ettim, varsa söyle dedim. Adamlar onu biz yemiyoz reis deyip saygı duydular. Sonra nohut falan geldi. Bizim yemeklere çok benziyor. Kebap var aynı adana kebap. Her şeyi yiyişim karşisinda Pakistan camiası şokta...Ah bi de elleriyle o yiyecekleri bana ikram etmeseler.

Bir de Sri Lanka'lı bi vinç operatorü vardı. Ben zaten bilgisayarın başında yeri geliyor 20 saat oturuyorum. Devamlı çay. Bilenler bilir çayda sınırım yoktur. Adam hayret etti. "Bunca yıllık Srilankalıyım, böyle çay içen görmedim" dedi. Benim içtiğim sütsüz ve şekersiz çaya da süleymani çay deniyor...

Bazen etrafıma toplanıyorlar, bana Türkiye'yi, Afrika'yı ve Avrupa'yı soruyorlar, anlatıyorum. Bi tanesi bana ibn Battuta diyor.


Etrafın pisliğine gelirsek. Maalesef bu coğrafyalarda çevre ve temizlik bilinci çok sınırlı. Mesela ben çöpleri arabada tutup, camdan fırlatmadığım için pis olduğumu düşünüyorlar. Ben onlara bir-iki atmayın diyecek oldum. Vazgeçtim. Stresin kaynağı, değiştirmeye kudretimizin yetmeyeceği şeyleri değiştirmeye çalışmamız. Benim hayatımda bu şekilde yaşamak sadece beni bozar. Mücadele etmiyorum artık. Bu bahsettiğim arkadaşlar bazen iş için gittiğimiz kuyuları 2-3 gecede öyle kirletiyorlar ki Araplar bile Asyalılar'dan şikayetçi oluyor. Torbalar, bardaklar, muz kabukları, gofret ambalaşları. 3 gece kaldığımız bi iş vardı. Uyudukları yerin önünü belediye çöplüğü yapmışlar. Şimdi biraz bağırdığım için torbaya doldurup 100 metre ileri atıyolar. Daha da bi şey yapamam, yapmayacağım, yapmak istemiyorum. Dünyanın alması gereken çok yol var daha ama o kadar zaman var mı bilmiyorum.

Bi ara da Arabistan'da kadının durumunu yazmak isterdim ama kadın görmediğim için gözlem sınırlı. Havaalanı, uçak ve benzin istasyonları dışında görmedim. Libya ve diğer Arap coğrafyalarında kadının çok değersiz bir insan şekli olduğunu gözlemlemekle birlikte, Arabistan'da bunun da altında olduğunu düşünüyorum. Belki bi kedi gibi bi şey. Arabadan çıkmıyorlar eşleri alışverişteyken, pasaportlarını sınır polisine kendileri değil, eşleri uzatıyor falan...Hep arkada bekliyorlar ve sanki konuşamıyorlar. Avrupa ile ilgili en çok "gerçekten kedilerin konuşabilmesine" şaşırıyorlar. Bir keresinde benzinlikte arkamıza bir araç parkedip alışverişe gitmiş. Arabanın yolcu koltuğunda bir kadın var. Boğulmasın diye camı aralık bırakmışlar. Parktan çıkamıyoruz ama ilginç olan kadına arabanın ne zaman gideceğini, şöförün nerede olduğunu veya anahtar varsa bizim çekip çekemeyeceğimizi bile soramıyoruz.

Bedevi bir işçimin deve aşkı ve bana bi tane satmaya çalışması, ikinci bir kadınla evlenebilmek için canla başla para biriktiren bir diğer operator, Abu Dhabi'de çılgın gecelere aktığımız arkadaşım Muhammed ile çölde yeniden karşılaşmamız, gezi eylemlerine katılan tip, Arabistan ve Bahreyn'de işlenebilen günahlar
...Herhalde daha yazacak çok hikayem olacak.

Şimdilik benden bu kadar. İnsanı öldürmeyen her şey güçlendiri mi bilmiyorum. Bazıları cidden ağır yaralıyor...Özellikle videoda değinilen mevzu: