Saturday, August 12, 2023

Nuri Nurettin Nursu

 

Nuri’yi hatırlarsınız belki; bizim siteden komşumuzun oğlu. Kendisiyle karlı bir kış günü tanışmamızın ardından, çeşitli vesilelerle sohbet etme imkanımız oldu. Zamane çocukları yalnız, esasen şehir insanları olarak hepimiz yalnızız. Gel zaman git zaman bir kaç kez bana yemek getirdi, site bahçesinde lafladık. Babası Nurettin Bey herhalde çok darlandığında ‘’komşu abiye git, bakalım ne yapıyor?’ diye salıyor olmalıydı üzerime. Zamanım oldukça, bana da çok kötü gelmedi Nuri’yle diyaloğumuzun gelişmesi. Yeni jeneasyonun nereye gittiğiyle ilgili epey şey öğrendim kendisinden.

Bir gün çıkageldi, elinde bir davetiye; ‘’Kardeşim Nursu’nun birinci yaş partisi var, seni de görmekten mutluluk duyarız’’ deyip verdi. Parti mevzusunda kimin davetlisi olduğunuz mühimdir, beni Nuri çağırdığı için biraz tereddüt ettim:

‘’Annenin ve babanın haberi var mı?’’

‘’Var abi, olmaz mı? Özel arkadaşlarımı davet etmekte özgürüm’’

Şimdi de Nuri’nin arkadaşı olmak şerefine nail olmuştum, bu ufaklık fena halde sinirlerimi bozsa da ben de yalnızdım sanırım. Hemen atlamayayım diye ‘’ Tamam, bakalım Nuri, müsait olursam gelirim’’ dedim. ‘’Mutlaka bekliyorum abi, sensiz bir kişi eksiğiz’’ dedi. Valla bravo, bu yaşta bir çocuğa göre oldukça cüretkar cümleler kurması bu çocukta hep dikkatimi çekmişti zaten. Vedalaşıp hayatıma döndüm.

 

Doğumgünü, birinci yaş. Ne hediye alınır? Stresli bir konu, mevzu dışından birisi için. Neyse alırım bir ara diye erteledim hediye mevzusunu. Nasılsa daha bir hafta vardı bu uyduruk partiye.

 

Derken iş-güç bir hafta geçivermiş. Zil sesiyle uyandığımı saklamama gerek yok çünkü Cuma gecemi arkadaşlarlarla biraz diye başlayıp, az daha verle ilerleyen, bir şeyler içmekle geçirmiştim. Kapıyı açıp Nuri’yi saçma sapan bir takım elbise içinde görünceye kadar, kardeşi Nursu’nun birinci yaş doğumgünü partisini tamamen unuttuğumu idrak edememiştim bile. ‘’Hala uyuyor musun abi, hadi parti başladı. Seni bekliyorum. Senden başka arkadaşım gelmeyecek’’. O an Nuri’ye acıdığımdan değil de daha çok karnım çılgınca zil çaldığından, partiye gitmek mantıklı geldi. ‘’Tamam, duş alıp geliyorum’’ dedim.

Yirmi dakika sonra dördüncü kat komşumuzun kapısının önündeydim. Nuri’nin zırlamasından partiye az kişi geldiğini düşünmüştüm ama içeriden hiç ses gelmiyordu. Zile bastım, cevap veren olmadı. Daire yanlış desem, olamazdı çünkü kapıda, kapı boyutunun çeyreğini kaplayacak boyutta Nurettin & Nuriye yazıyordu (Nuriye & Nurettin değil). Cebimden davetiyeyi çıkarıp tekrar baktığımda evimizin karşısındaki başka bir dükkanın adresi yazdığını görüp oraya yöneldim. Parti meğer evde değilmiş. Neyse ki mekana varmak çok vaktimi almadı. Mekanı tasvir etmek isterdim ama mekan o kadar minimalistti ki, içeride anlatmaya değecek neredeyse hiç bir eşya yoktu. O kadar ki bir İskandinav gelse, o bile bu yokluğa şapka çıkarırdı. Masa, sandalye, başka masalar ve biraz da başka sandalyeler. Tabi ki balonlar, ‘Nursu’nun birinci yaşı kutlu olsun’’ pankartları ve flamaları ve hatta bayrakları.

Kapıda Nuriye Hanım ve Nurettin Bey’le selamlaşıp, Nursu’nun partisine adım attım. İçeriye girince kesif bir omega, mama, follik asit kokusu burnuma vurdu. Belli ki sert bir parti olacaktı. Çeşitli yaş gruplarından çocuklar, hızlıca tespit edebildiğim 2-3 gruba ayrılmışlardı. En zor gözlemlenebilen grup, tahminen döert-beş yaş civarı, gözün algılayabileceği hızın üzerinde hareket eden ve annelerinin etrafında eliptik hareketler yapan atom grubuydu. Halen daha gövdelerine oranla büyük olan kafaları, vücudumun hassas yerlerine büyük bir hızla çarpacaklar diye oldukça tedirgin olmuştum. Bunlardan biraz daha büyük başka bir grup, ellerinde telefonlarla rehabilite edilmişlerdi. Onların olayla pek ilgisi yoktu. Burada veya başka bir yerde olmalarının idrakında gibi görünmüyorlardı. Bir de dimdik kafalarıyla, kocaman gözleriyle etrafa bakan bir-iki yaş grupları vardı. Bunlar da aşağı yukarı benim jenerasyonumun üç-dört yaş fiziğinde ama konuşuşamayan versiyonlarımız gibiydi. Ben ilkokula başladığımda sınıfımızda bu kadar çocuklar vardı bizim. Sonra yerli malı haftalarında yapılan yüklemelerle geliştirildiler.

Neyse, şöyle kenardan kimseye çarpmadan, yemeklere doğru uzadım. Sıraya geçip asıl amacıma yöneldim. Sonuçta alt tarafı bir şeyler atıştırıp kaçacak, Nuri’nin de gönlünü almış olacaktım. Bir taşla iki kuş hesapçılığı. Sırada beklerken bizim Nuri hemen arkamda peydah oldu ‘’Abi börek baya iyi’’. Nuri’nin tavsiyeleri doğrultusunda tabağımı tamamladım. Masaya geçip oturduk Nuri’yle. Nuri beni durmadan etraftakilere taktim etmeyi sürdürdü. Sınırsız bir tanışma faslı başladı: ‘’Merhaba, Efecan’ın babasıyım, yaşıtlarından ileri. Bakın şurada koşan haylaz’’. Adamın gösterdiği yöne bakınca hareket eden bir karaltı gördüm sadece, çocuk Cern’deki parçacık hızıyla koşuyordu adeta. Sonra başka biri: ‘’Merhaba, Buse’nin ailesiyiz, yaşıtlarından ileri, …..’’, ‘’Merhaba, Sadık Han’ın anne-babasıyız, yaşıtlarından ileri…’’. İyi de herkesin yaşıtlarından ileri olduğu bir ortamda, kimse ileri değildir sonuçta ama neyse ben kekime, pastama bakarım. Einstein’lığın lüzümu yok şu ortamda. Sessizce üçüncü dilim pastamı büyük bir iştahla gömüyordum ki Efecan’ın doktor ebeveynleri şekerin zararları üzerine beni hedef alan konuşmalar yapmaya başladılar. Sonra Buse’nin annesi de konuya girerek, kilo alıp vermenin kırışıklık yaptığı mevzusuna deyindi. Yalnız sayın bayan bunu söylerken, kızgın mı, üzgün mü, mesut mu anlamak imkansızdı. Dolgudan veya botokstandı ama hangisi bilmiyorum. O ara kafamı kaldırıp baktığımda çocuklarının büyümesine duydukları arzuya tezat, bu ebeveynlerinin hiç büyümek istemediklerini ve hatta yaşlanmaktan baya korktuklarını farkettim. Çatalımdaki çikolatayı yüzlerine bakarak yaladım. Tam edebiyle bir iki laf sokmaya hazırlanırken, Nurettin Bey büyük bir gururla çay bardağına, çay kaşığıyla vurarak konuşmak için izin istedi. Yutkunup sustum. Atom çocuklar dahil herkes susmuştu çünkü. Sadece sakinleştirici verilmiş, telefon grubu kafasını kaldıramadı. ‘’Pek değerli konuklar, kızımız Nursu’nun birinci yaş doğumgününe gelmekle bizleri ne kadar mutlu ettiğinizi bilemezsiniz. Aramıza katılışının birinci yılında sizleri de aramızda görmekten keyif aldık. Pasta seromonisi ardından hediye seremonisine geçeceğiz, herkese afiyet olsun’’. Hediye mi? Unuttum ben onu ya. Seromoniden seromoniye geçilen şu Vatikan ambiansında, rezil bir şekilde, adeta yaşıtlarından geri bir bebe gibi kalakalacaktım. Ben bu düşüncelerle pastamı kaşıklarken, Nurettin Bey geldi:   

-Komşu, ne iyi ettin de geldin ya. Nuri’nin senin gibi kaliteli arkadaşlar edinmesi bizi çok gururlandırıyor. Sonuçta yaşıtlarıyla anlaşamıyor, kendi grubundan epey ileride

-Nuri on yaşından hallice desek, bana da otuz desek, yirmi yıl mı ileri bu çocuk Nurettin Bey?

-Aşağı yukarı o kadar var

Baktım Nuri de sırıtıyor hakikaten yirmi yıl ileri olduğuna inanır bir ifadeyle. O an hediye almayı unutmamın çok iyi olduğunun idrakına varışımın birinci saniye seremonisine giriş yaptım duygusal dünyamda ve hatta bu partide bir takım rezillikler çıkarmak istediğime kanaat getirdim. Ama ne yapabilirdim ki?

Hediye seremonisi başladı. Herkes gidip Nurettin Bey ve Nuriye Hanım’ın nezaretinde, Nursu’yu tebrik ediyor, Nursu’nun hayatındaki yeri kitleye tarif ediliyor, ardından hediyesini taktim ediyor ve konuşmasını yapıyordu.

Sıra bana geldiğinde, tabi ki Nurettin-Nuriye çiftinin oğulları Nuri’nin arkadaşı olarak taktim edildim. Bu rezilliğe zaten mental olarak hazır olduğum için yıkılmadım. Kitleye şöyle seslendim:

‘’Pek sevgili Nursu sevenleri, Nursu’ya herhangi bir hediye almadım. Bunun için özür dilenmeli mi çok da emin olamıyorum. Burada geçirdiğim bir saat içerisinde düşündüm ki biz aslında bir bebeğin bir sene hayatta kalabilmiş olmasını kutluyoruz. Görüyorum ki bir çoğunuz bu konuda dürüst değilsiniz. Bir yıl daha hayatta kalmış olmak sebebiyle, yani yaşlanmayla hiç barışık olmadığınız halde çocuklardan bu olgunluğu bekliyorsunuz; onları bir, iki, beş, hatta yirmi yıl daha ileride görmekte bir beis görmezken, kendiniz bir sene daha hayatta kalışınızı kutlamak fikrinden epey uzaksınız. Ağız tadıyla pasta bile yedirtmediniz. Haydi bakalım, hepimiz yaşlanıyoruz, tebrikler Nursu, bir seneyi atlattın. Nasip olursa seneye yine buradayız’’

Konuşmam bittiğinde çocuklarının kulağını kapayan anneler gördüm. Bazı çiftler birbirlerine kalkalım kaş-gözü yaptı. Partinin tüm tadı, tam istediğim şekilde kaçtı. Gerçekliğin ağır tokadıyla. Bir tek Nuri beni alkışladı. Bu bebe benden hiç vazgeçmeyecek anlaşılan. Yerime değil de kapıya doğru yürüyüp, doğum gününden çıktım. Çıkarken, Nurettin Bey, sıradaki konuşmacıyı sahneye alıyordu. The show must go on.

Manifestomu vermiş, herkesin kınayan bakışları altında üç dilim pastamı yemiş ve böylelikle hunharca yaşlanmak yoluyla gençlere yer açma misyonumu layıkıyla yerine getirmiştim. Her yaş, o yılın tüm zorluklarını atlatmış olma başarısı bilinciyle kutlanmalıydı sonuçta. Hayatta kalmaya bu kadar uğraşıyorsak, bunu başarıp yaşlandığımıza bunca üzülmek neden...Nasılsa zaman akacaksa, yaşıtlardan ileri olma acelesi neden? Daha bir de zamanın lineerliğinin kesinliği konusu var ama onu da artık davet edilirsem Nursu’nun ikinci yaş günü seramonilerinde ele alacağım.

 

 

 

Sunday, December 11, 2022

CURCUNA DUSSELDORF

Kandırılmışım, kanmışım. İnsanın illüzyon tuzağına ne kadar da kolay düşen bir varlık olduğu aklımdan çıkıyor olmalı. Oysa ben kendimi bu konuda eğitmek için epey çaba gösterdiğimi düşünürüm. Olan şu ki; bu araçlar bizi propagandalardan, online çöplükten kısmen koruyabilse de, kendimizden korumakta kifayetsiz. Her zamanki gibi en büyük yalanlar, kendimize söylediklerimiz.


Uzun zamandır özlediğim sessizliği yıllar sonra Ren Nehri kıyısında buluyorum, yine o keskin soğuk ve ıslak hava eşliğinde. İçe bakış için her şey müsait. Düsseldorf sokaklarında Alt Bier içtiğim pubların birinden çıkıp diğerine yürürken, öfkeliyim de; ‘’Hani covid’de bitmişti lan burası? Hani fakirdiler? Hani raflar bomboştu?’’ Sizi temin ederim ki 10 yıl önce Almanya’yı nasıl bıraktıysam hala öyle kopek gibi iyiler. 90 yaşında dedeler bile publarda kahkahalar atarak hayatın tadını çıkarmakta. Öyle bir an geliyor ki sanki o kalabalık ve uğultulu pub’da herkes benimle taşak geçiyor gibi hissediyorum… ‘’Aptal, gerçekten inandın mı covid’de ekonomimizin bozulduğuna?’’ jawohl jawohl kahkalar... Böyle dediklerine emin gibiyim. Gençleri zaten vurgulamama gerek yok çünkü onlar nehir kenarındaki club’larda dans ediyorlar ve hiç bizim çocuklar gibi mallamış durmuyorlar. Hayır, dersin ki Münih mesela, sanayinin merkezi tamam orada Nişantaşı ortamı bulunabilir. Ama Dusseldorf ya, nüfusu 619 bin. Bütün tasarımcı markaları dükkan açmış, apple store orada, kardeşim bu nasıl bir kriz, nasıl bir yokluk? Bizim 600 bin nüfuslu şehirlerimize bakalım: Tokat, Batman, Adıyaman. Tokat ve Adıyaman’ı bilmem ama Batman’a gittim ve Düsseldorf’a benzetemedim. Tokat ve Adıyaman belki benziyordur, ona henüz bir şey diyemem. Ama bizim şehirlerimizde insanı maslov basamaklarının dibine iten bir hal var. Çünkü Türkiye’de onca şehir gezmeme rağmen üzerine yazasım hiç gelmedi. Sabahtan akşama Maslov’un alt basamaklarında nerede-ne yiyeceğiz mücadelesindeyiz. Oysa Avrupa’da dışarıda biraz yürüyorum ve Maslov’da yukarıya tımanmaya başlıyorum hemen, yaratıcı aktivite arzusu geliveriyor. Neyse ki sabahlar aynı, Dusseldorf’da da kahvaltıda sodayla ayılma, Adana’da da sodayla ayılma. Sebepleri başka olsa da, ağır gecelerin sabahları hep sodayla oluyor.






Publar’ın dışında UFO ısıtıcılar cayır cayır yanıyor hala. ‘’Hani krizdeydiniz, hani enerji sorundu?’’ diye sorunca Alman mahçup, yere bakıyor. Devlet ödüyor tabi gazını, yüzüme bakamazsın öyle olunca. Böyle kriz olmaz kardeşim, böyle dandik krizin varsa bunun show’unu yapmayacaksın. İşte tam bu duygu, hatta bu cümle bana zaten tanıdık olduğu için kızıyorum kendime. Beynimde dönüyor ‘’böyle kriz olmaz kardeşim’’. Nasıl tekrar Almanya’nın krizinin bizimkiyle aynı olacağını düşünecek kadar körleştim… 2009 yılında ben yine Avrupa’daydım. Şöyle kriz böyle kriz laflar. Biz tabi kriz deyince başka şeyler anlıyoruz, Avrupalı başka şeyler. O zaman da ben Avrupa’da ne krizi olduğunu anlamadan geçip gitmişti. Bu da öyle bir şeymiş meğer, aydınlandım.


Pub’dayız, Diriliş ülkeleri ofislerinden de arkadaşlar gelmiş. Romanyalı Radu, Bulgar Dimitri, Yunan Vasilis, Sırp Ivan ve adlarını hatırlayamadığım Hırvat ve Macar. Eskiden dara düştük mü bu Balkan tayfayla Batı Avrupalılara karşı bir birlik şansımız olur ve geriliğimizi eğlenceli hallerimizle telafi ederdik. Ama görünen o ki artık bu imkan da azalmış çünkü onlar bile ilerlemişler. Aynı biz, aynı biz penceresi epey daralmış…Onlarla bile aynılıklar hızla azalıyor, tren hızla peronu terk ediyor.


Yine de bu grupla bizi bağlayan detaylar da yok değil. Üç gece, şehirdeki farklı bira fabrikaları ve yerel restoranlara gidiyoruz. Her seferinde Almanlar’dan iyi muamele görmeyi başarıyoruz çünkü ilk gece garson Rumen, ikinci gece Yunan ve son gece de Türk. Ortaya karışık sosisli başka masalara servis edilmeyen ayrıcalığımız. Diriliş masasında her şey mümkün…Son gece Türk garson ‘’kardeş kardeş’’ diye Yunan’a fazla dokununca Vasilis ‘’kesin elinin yağını siliyor bana’’ dese de keyfimiz yerinde…


Bu on yılda Almanya değişmediyse, değişen ne dostlar? Kendimle baş başa, Ren Nehri kıyısında, ıslak havada yürüyüşüm devam ederken kulaklığımdan Gulyabani –Curcuna şarkısını açıyorum. Bu şarkıyı ilk kez bundan 15 yıl kadar önce Ankara soğuğunda dinlemiştim. Beyin bazen böyle geçişleri sever, soğuk bir zaman yolculuğunu tetiklemiş olmalı. Şarkıyı açıyorum ve sesi yükseltiyorum, şarkı şöyle diyor:


CURCUNA 


Geçiyordun oysa geçiyordun önümden 

Korkaktı gözlerim göremedim seni 

Yalancı kalabalıklar kuşatırken beni 

Yalnızdım oysa sen de yalnızdın ama 


Nasıl bulayım seni bu curcunada 


İtmeyin ulan basmayın üstüme 

Anlaşılan bu yollar dar geliyor bizlere 

Karanlıkta senin izini sürerken 

Yolumu kaybettim bir yol göster bana 


Nasıl bulayım seni bu curcunada



Bu şarkıyı 10 yıl önce veya 15 yıl önce dinlediğimde hep bir kadına yazıldığını düşünmüş olduğumu farkettim. Başka ne olabilirdi ki? Sonra yıllarca şarkıyı dinlemedim…Ama çok ilginç bir şekilde o gece vakti birahaneden birahaneye yaptığım Düsseldorf yürüyüşünde, insanın aradığının bir sevgili değil de kendisi olduğunu görüverdim. İnsanın yıllar geçse de bulamadığı, aradığı, hayat gailesi içinde kovaladığı kendisi...Bazen önünden geçen ama curcunada göremediği, yalnız kalmış, ezilmiş bir kendisi…


İşte böyle dostlar, geçen 10 yılda Almanya yine Almanya, kriz orada yine aynı hissedilmez ölçekte, bira hala iyi, hava yine kafa açacak kadar soğuk, sessizlik içe bakışa müsait, hayat hala curcuna. Değişen sadece biziz bu curcunada.





Sunday, November 14, 2021

Mardin (Kilit Taşı)

   





 
Yıllarca Avrupa'nın türlü kentinde fink attıktan sonra önce pandemi gezme umutlarını tüketti, sonra da kurlar yüzümüzü mecburen Doğu'ya dönmeye itti. Eşsiz Anadolu coğrafyası, insana uzun yıllar yetecek kaynaklara sahip, yeter ki bir yerde tarih olsun. Yeni dönem şehircilik sorunlu, bunda hemfikiriz sanıyorum. Yunan-Roma heykelciliğini biraz bilen birisinin gözünün Anadolu meydanlarındaki plastik aparatlar karşısında kanamaması mümkün değil. 29 Ekim bayramının sunduğu uzun hafta sonunu fırsata çevirerek, evde geçen yılların ardından ilk kez tatil kararı aldım. Bu aradan sonra, ilk uçağa binişim olarak da tarihe geçti. 

    Pazartesi ve Salı günleri iş günü olması nedeniyle sakindi ama Çarşamba'dan itibaren kavimler göçü başladı. Bu göç bana Batı Anadolu yazlarından tanıdıktı. O aynı kalabalık şimdi de Mardin'e akıyordu. Biraz dikkatli baksam, Bodrum'dan tanıdık yüzler göreceğime emindim. Tabi çevre illerden de sürekli bir araç akını, otel otoparkını doldurmaya başlamıştı bile. Henüz Çarşamba gecesiydi ve gelmekte olan görülmekteydi. Kaldığımız otel Perşembe-Cuma günleri fiyatı üç katına çıkardığı için sinirlenip rezervasyon yaptırmamıştım. Dış güçlerin oyunu Airbnb'den Çarşamba ve Perşembe için eski Mardin'de bir yer bulmuş olsak da Cuma bu kadim coğrafyanın tanrılarının insafına kalmış gibiydim. Airbnb'deki arkadaş o çok korktuğum lafla beni sakinleştirmeye çalışırken iyice ürküttüğünün farkında bile değildi: ''Benim handa yer yok ama ayarlayacağım, o iş bende''. Nitekim, biz de yılların turistiyiz, sezgilerimiz çok şükür pandemide bitmemiş.

    Ufak tefek sorunlarla Çarşamba güzel geçti. Eski Mardin'de yürüdük. Burası hakkında internetten kendi araştırmanızı yapabilirsiniz. Özellikle aslına uygun yenileme çalışmalarıyla Türkiye'de bu kadar geniş alanların vandallıktan kurtarılması pek görülen bir şey değil. Önümüzeki yıllarda proje tamamlanmaya yaklaştıkça ve tamamlandıkça da belli ki adını epey duyacağız Mardin'in. Böyle küçük ölçekli Roma gibi, ama renkler biraz daha Orta Doğu. Net söylüyorum, Mardin Doğu'nun Roması'dır. Üstelik bunu sadece mimari açıdan da söylemiyorum. Uzun yıllar Süryani Kilisesi'nin merkezliğini yapmış Deyrulzafaran Manastırı da Mardin'de. Latin harfli ilk matbaa bu manastırda kitap basmış. Sonra Suriye'ye taşınmış merkez. Ama ne olursa olsun, biraz dünya bilenlerimiz için burasının Vatikan muadili bir mabet olmuş olması bile heyecan uyandırıcıdır. 

    Manastır şehrin 4-5 km dışında olduğu için bize bir araç lazımdı ve turist istilası nedeniyle şehirde kiralık tek bir araç bile yoktu. Tur şirketleri otobüsleri ağzına kadar doldurmuşlardı ki Mardin Covid'de top 5 yaptığı için bu seçenek tedirgin ediciydi. Yine de Tanrı yoluna bunu da göze almıştık. Maalesef yer ayarlanamadı. Taksicilerse Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e aynı. Hele ki turist akını olan bir haftada inanılmaz argümanlar geliştirmişler. Taksimetrenin iki katının standard olduğunu anlatmaya çalışanına bile rastladım. O zaman çaresiz bizim dahi Airbnb ev-taş konak sahibine sormak durumunda kaldık. O da buldum size araba diye geldi.

    Ertesi gün Mardin şehir merkezinde hiç de güven vermeyen bir araç kiralama dükkanında aldık soluğu. Özdeş bıyıkları kardeş olduklarını söyleyen üç kişi sigaralarından fırtlarını çekerek karşıladılar bizi. Yan odada kalan Amerikalı'yı da getirmiş bizim dahi Airbnb ev sahibi. Karikatür tam olsun diye gelen bir karakter olduğunu düşündüm önce ama o da baya turistmiş. Abiler ağlarına düşmüş mal turistleri görünce heyecanlarını belli etmek istemediler elbette. İki marka birbirinden dandik araba seçkisinden rastgele birisini seçtik. Hazır olun: kasko yok, doğru düzgün belge yok. Amerika'lıya sordum ''Are you in?'', ''Yeah man, let's do it'' dedi. ''O zaman ortaksın masrafa, dolar kazanan adamsın'' dedim. İtiraz etmedi. Arabanın her yeri ezik büzük, bir kayıt tutalım dedim ama bölgede kayıt pek sevilen bir olgu değil, o anda kıpırdayan bıyıklardan net bir ses duymayınca farkettim. Sürmeye çalıştığım en dandik arabayı alıp gittik. Araba birinci vitese epey zor geçiyor, her yeri dökülüyor. İçimde deli sorular. Endişemi, macera budur diyerek telkinliyorum.  Neyse yokuşa bir sardık ki araba bembeyaz dumanlar çıkarıyor arkadan. Yanıyoruz korkusuyla sağa çektik Mardin kırsalında. Az sonra bir araba durdu. Sorunun ne olduğunu sordular, anlattım. ''Bin, bi de ben bakayım'' dedi abi. Bu sefer hep beraber atladık araca, yakındaki bir su fabrikasının mekanikçisiymiş. Gazladı, vites değiştirdi. ''İyi, bir şey yok'' dedi. Ama ben tükendim stresten. ''Dönelim'' dedim. Amerika'lı da biraz tırsmış olacak ki dumanlardan, arabaya inip-binen yabancılardan falan kabul etti. ''Daha bu dandik arabayla Nusaybin'e gidecektik'' falan demedi. Arabayı tüm gün kiralamamıza rağmen 2 saat sonra geri götürdük. Bıyıklı abiler olayı hoş karşılamadılar. Neyse paramızın bir kısmını aldık. Zemin negotiation'a müsait değildi. Amerikalı'ya Nasreddin Hoca'nın doğurduğuna inanıyorsun da öldüğüne neden inanmıyorsun fıkrasının İngilizcesini anlatmak zorunda kaldım. Bu fıkranın İngilizcesini bilin, hep işe yarar. Çok rasyonel bir akıl yürütmeyle ikna ettiği için değil. Ne saçmalıyor lan bu verelim parasını dedirttiği için etkili bir silahtır.

    Neyse, kaldık Mardin'de arabasız. Taksiyle otele döndük ama haliyle o da bir tur kazıkladı. Artık peşine düşmedim. Mücadele gücüm tükenmişti. O gün bir mucize oldu. Mardin'de bir arkadaşımızın yaşadığını farkettik. Orada göçmen organizasyonlarında çalışıyor. Yerel bağlantıları falan da var. Aradık buluştuk. Yemek yemeye restoranlar bile dolu, hatta restoranlarda ünlüler falan dev masalar ayırtmışlar. Öyle ortamlarda yerel bağlantıları sayesinde bize de masa ayarlandı. Yerel bağlantı aşırı güzel bir şey. Gece Mardin sokaklarında her yere girdik çıktık, bizi restore edilmiş etkileyici mekanlara soktular. Venedik gibi dar, taş sokakalrda saatlerce yürüdük. Ertesi gün de bize kendi arabasını verdi sağ olsun. O da yetmedi Cuma da evinde kalıp Airbnb'cinin başımıza açması muhtemel başka bir tatsızlıktan kurtardı. Onsuz, Mardin'i böyle güzel anımsayamazdım. 

    İşte araba olunca Deyrulzafaran, Dara (Doğu'nun Efes'i), Kasımiye Medresesi , Zinciriye Medresesi gibi her biri büyüleyici mekanları gördüğüm için mutlu oldum. Zinciriye medresesinde de Timur yine birisine işkence etmiş. Bu Timur ne pis adammış ya, Anadolu'da nereye gitsek bir rezilliği çıkıyor. Bu da gözümden kaçmıyor elbette.

    Bu mekanların her biri yılın en kalabalık günlerini geçiriyor. Nereye gitsek instacılar ağızlarını büzüştürerek yüzlerce yıllık mabedlerden like kasıyorlar. Hatta bir yerde foto çektirecekken bir teyze üzerimize yürüdü ''bizim sıramızdı, çekilin, insta adabı da kalmamış'' falan dedi. Epey korktum. Mesela rehber anlatıyor bu odalarda şeyhler yaşardı, hemen birisi dudağını büzüştürüyor, kafasını 45 derece çeviriyor ve laps yapıştırıyor pozunu. Şeyhin odasında kendisini ölümsüzleştiriyor. Burada duvarların ardında odalar ve birisi öldüğünde oda açılarak içeriye konuluyor beden deniyor, laps dudak ve foto. Sarsıcı bir an oluyor dışarıdan bakınca. 

    Deyrulzafaran'ın odalarında dolaşıyoruz, gezi otobüsleriyle gelen grupların sohbetleri kulağıma çalınıyor: kilit taşı, kilit taşı. Bunu çeksen kubbe çöker. Dara'da sarnıca giriyoruz, yine tombalak teyzeler: kilit taşı kilit taşı. Bunu çeksen yapı çöker. Yerli çocuklar rehberlik yapıp bahşiş topluyor: kilit taşı çekersen çöker. Bir bitmeyen mevzu, dillerde solmayan bir kelam: kilit taşı. Gezen Anadolu halkından edindiğim intiba halkımız henüz geçmiş uygarlıklara çok hakim olmasa da bir mevzuya aşırı hakim: kubbe statiği işi tamamdır. Bu millet bu taş, inşaat işini seviyor ya. Boş boş işlere, heykele, nekropolise ve hatta derviş odasına o kadar da pirim vermiyor da işte kilit taşı dedin mi akan sular duruyor.

    Gidin de bakın o taşlara, Mardin büyüleyici....




Monday, February 22, 2021

Karl & Jeff


    

Polis, kelepçelerini söküp Jeff’i parmaklıkların ardına koyduğunda gün neredeyse ağarmak üzereydi. Jeff göz ucuyla içeride oturan garip adamı gördüğünde, kendisinin burada tutulmasına son bir kez daha umutsuzca itiraz etmek istedi. Korkmuştu. Ancak onu getiren memur, aldırmadan arkasını dönüp uzun koridorda ilerledi. Hayatında ilk kez bir nezarethanede bulunmanın verdiği yabancılaşma hissiyle yüzleşmiş, çaresizce ayakta kalakalmıştı. Memur uzaklaşıp dış kapıyı da kilitlediğinde, durumu kabullenmekten başka bir seçeneğinin kalmadığına nihayet inandı. Yorgundu, para kazanmak ne kadar da zordu. Yavaşça arkasını dönüp, içerideki garip adamı mecburiyet hissiyle selamladı. Amacı korkusunu karşısındakine hissettirmeden barışçıl mesajlar verebilmekti. Avukatları çoktan konuyla ilgilenmeye başlamıştı ve kısa sürede serbest kalacağına da emindi. Şimdi tek yapması gereken bu adamın kendisine zarar vermesini engellemekti. 

    Sandalyesinde kitap okumakta olan gizemli adam sakince bir baş hareketiyle selamını yanıtladı. Bir ihtimal bu garip adamın gülümsediğini bile düşündü Jeff, çünkü adamın yüzünden bir kıpırtı da geçmişti sanki. Fakat bundan çok da emin olamadı keza yabancının ağzını gizleyen dev bir sakalı vardı. 

    İçerisi filmlerde gördüğü nezarethanelere göre oldukça iyi durumdaydı ve bu kendisini teselli etmeye başlaması için iyi bir fırsat sunmaktaydı. Adilce vergi toplanan bir ülkede tutuklandığı için şanslı olduğunu düşündü. Etrafa hızlıca göz gezdirdi, adamı tedirgin etmek istemiyordu. İçeride iki koltuk ve iki yataktan başka, elli kadar da kitap ihtiva eden bir kitaplık olduğunu gördü. Kariyerine bir kitap satıcısı olarak başlamış olan Jeff için bu da iyiye işaretti. O etrafı incelerken, garip adamın kendisine baktığını sezdi ve daha da gerildi. Herkes tarafından tanınan bir kişi olarak bunun normal olduğunu düşünmeye çalışsa da bir başka suçluyla yan yanayken insan karşısındakinin olabilecek en kötü suçu işlediğini düşünmeye meylediyordu. Yabancı, sessiz beklemeden doğan gerilimi daha fazla uzatmadan sordu:

    
‘’İlk mi?’’

    ‘’İlk kez nezarethanedeyim, evet’’

    ‘’Buraya nezarethane demekte zorlanıyorum, her ne halt yediysen onu Norveç’te yediğin için şanslısın’’

    ‘’Öyle görünüyor, siz tecrübeli olmalısınız?’’

    ‘’Oldukça…’’ dedi sakallı adam. O anda, karşısındaki adamın toyluk kokan heyecanından, verdiği cevabın ürkütücü bir etki bırakmış olduğunu anladı ve telafi edebilmek için devam etti:

    ‘’Genelde sormak pek yakışık almaz. O nedenle sen sormadan ben anlatayım; siyasi nedenlerle burdayım. Norveç’in kutup dairesinde yürüttüğü petrol projelerini durdurmak için bir örgüt kurdum ve yazılar yazdım. Kutup dairesinenin korunmasının dünyanın tümünü ilgilendiren bir konu olması sebebiyle olaya dahil oldum. Proje son derece az sayıda insana çıkar sağlarken, geniş kitleleri yoksullaştıracak. Kaynakların adil kullanılmasına adanmış bir hayat benimkisi, ama pürüzler çıkabiliyor derdimi anlatırken.’’

    Jeff bu yanıttan sonra rahatlayacağına daha da gerilmişti. Dünya servetinin hatrı sayılır bir bölümünü elinde tutan birisi olarak, toplumsal konulara duyarlı tiplerden hoşlanmazdı. Öte yandan, kendisinin de burada bulunma sebebi olarak bir şeyler söylemesi gerektiğini hissediyordu. 

    ‘’Beni tanıyor musunuz?’’ diye sordu Jeff.

    ‘’Hayır, Norveç’te tanıdıklarım sınırlıdır.’’

    ‘’Amerikan vatandaşıyım’’

    ‘’Hiç bilmem’’ diyerek bakmayı sürdürdü yabancı adam. Bu durum Jeff’in avantajınaydı. Biraz içki içip sokakta taşkınlık yaparken yakalandığı yalanını söyledi. Vergi kaçırma suçuyla tutulduğunu itiraf etmek zor gelmişti. Hem henüz suç da kesinleşmiş değildi. Hakkında böyle söylentiler zaman zaman duyulsa da avukatları kendisini bu durumlara düşürmeden olayları çözmenin bir yolunu bulurdu. Bu sefer soruşturmaya pireyi deve yapan bir ülkede yakalanmıştı, hepsi bu.

    ‘’Demek anarşist faliyetlerin var, sokakta taşkın hareketler…’’ diyerek gülümsedi adam. Bu sefer ağzı net bir şekilde görünmüştü. Jeff de elinde olmadan sırıttı ve konuyu değiştirmek üzere kitaplığa doğru yürüdü. 

    ‘’Benden tecrübeli olduğunuza göre, sizden bir kitap tavsiyesi duymak isterim’’ dedi Jeff.

    Adam ağır adımlarla kitaplığın önüne yürüdü ve raftan bir kitap seçti. Kitabı Jeff’in elleri üzerine bırakırken ‘’ben yazdım’’ diye ekledi. Başka da bir şey söylemeden sandalyesine dönüp okumakta olduğu kitaba doğru eğildi.


    O anda Jeff’in saçsız başında ter damlaları belirdi ve büyük bir gerginlikle bir kez daha elindeki kitaba, sonra da adama baktı. Sakallı adamın okumakta olduğu kitabın ‘’Jeff Bezos ve Amazon Çağı’’ olduğunu fark etti. Bu nezarethaneye dair hatırladığı son görüntüydü… 

    Görevli memurlar Jeff’in elinde Komunist Manifesto’yla yere düşüşünü ekranlarından görüp onu baygın halde ambulansa koydular. Yol boyunca ‘’Avrupa’nın nezarethanelerinde bir hayalet dolaşıyor’’ diyerek sayıklamaları devam etti.


    Ertesi gün Norveç gazetelerinin tümünde ve hatta dünya gazetelerinin ekonomi bölümlerinde: Jeff Bezos’un göz altında tutulduğu hücrede elinde Komunist Manifesto’yla baygın bulunduğu ve hastaneye kaldırıldığı haberi yer aldı. Haberi alan borsalar derinden sarsıldı. 


Thursday, May 28, 2020

KORONA GÜNLÜKLERİ-9

The SpaceX Dragon 

ROKETLİYORUM

Akşam yemeklerinden sonra ''hanım ben hava almaya çıkıyorum'' diyerek gidilen kahveler hayatlarımızdan çıkıp giderken, online oyun kahvehaneleri hayatımıza giriverdi. Eskiden kahvelerde mesela sekizde buluşuşurdu. Şimdiyse Türkiye saatiyle sekizde buluşuluyor. Avrupa'dan gelip oynayan dostlar var, Amerika'dan bağlananlar var. Tam yirmi yıl önce John Wick misali gömdüğümüz silahlarımızı çıkardık, bilgisayar oyunlarına tekrar daldık. Bir zamanın çocukları, şimdi çocuklarını yatırıp atari başına koşturuyor. Şu muazzam teknolojiye bakar mısınız?

İlk COVID yazımın üzerinden iki aydan fazla zaman geçti bile. Henüz bir aşımız veya ilacımız yok ve hatta olacağı zaman halen meçhul. Ama bilim öyle ya da böyle gündem olmayı başardı. Esasen faydalı da oldu, bazı kavramlar üzerine düşünme fırsatı bulduk bu sayede.

Öncelikle, bilimin sadece sonuçları itibariyle değil, bizzat metodları ve sunduğu bakışla da oldukça önemli olduğunu hatırladık. Bilimin yararları deyince uzun süredir onun sadece günlük hayatımıza getirdiği kolaylıkları anlıyorduk. Misal dedik ki; ''bilimin gözünü seveyim, 20 eski arkadaş evlerde oturup kahvedeymişçesine oyun oynuyoruz, bağıra çağıra muhabbet ediyoruz''. Öylesine bir heyecana kapılmıştık ki insanlık olarak, teknoloji sayesinde doğa dahil her şeye hükmedeceğimizi sanmaktaydık. Tutmasalar uçacaktık ama şimdi ancak evlerde hapislik... 

Teknolojinin getirdiği yararı-zararı hep beraber yakınen yaşıyoruz, bunu bir kenara bırakalım. Süreçte hatırlamış olduğumuzu umduğum bilimin ahlaki değeri üzerinde durmamız ve onu farketmemiz faydalı olacaktır. İnsanın bilme aşkı ve merakı şüphesiz insan olma yolunda çok değerlidir. Ayrıca bilimsellik olaylara dışarıdan bakabilmeyi, nesnel bakış açısını barındırdığı için en az sonuçsal faydaları (teknoloji) kadar anlamlıdır. Dahası, düzgün akıl yürütmeyi, boş-beleş konuşmamayı, dünyanın her yerinden insanlarla oturup belli referanslar içerisinde sohbet etmeyi sağlayan da yine temelde bu bilimsel ahlaktır. Bilimsel bir çıpa olmayınca, konuların ne kadar saçma noktalara ne kadar hızlı kaydığını hep beraber gördük, görüyoruz.

Demem o ki bilim güzellemesi yapacaksak illa ki, sadece onun sonuçlarıyla alakalı olmayalım. Metodları ve ahlakı da en az teknoloji kadar önemlidir ve kaybolmaya yüz tutmuş nadide değerlerimizdendir. Virüsün başlangıcında, bugününde ve geleceğinde bu ahlaka aşıdan da çok ihtiyaç duyduk, duymaya da devam edeceğiz.

Hiçbir şey bilmediğini deklere ederek, içinde yaşadığı toplum ve kendisi dahil her şeyi sorgulayabilen  ahlakın kıymetinin yaygınlaşmasına vesile olur belki virüs. Teknolojinin ötesinde bir bilimsel ahlak, roketle marsa gitmenin ötesinde bir insanlık var.








Tuesday, April 21, 2020

KORONA GÜNLÜKLERİ-8

KONAK 

Görsel*

Hayir diyelim, hayır olsun; rüyamda Adele ölmüş. Belçika’da bir otel odasında; beyaz bir gecelik, beyaz yatak örtüsü ve açık pencereden giren rüzgarla uçuşan beyaz tül perdeler…Odaya giriyorum, hemen solumda banyo var. Kısa bir koridordan sonra yatağın olduğu, klasik ucuz bir otel odası mimarisiyle karşılaşıyorum. Adele yatağının üzerinde. Halbuki Adale bu yani, lüks bir oda da düşleyebilirdim. Belki vizyonum bu kadar, belki şu sıralar lüksten korkar durumdayım hesabı Adele ödeyecek olsa bile. Bu durumu ilk gören-duyanlardanım. Halka yarım saat sonra açıklanacakmış, kapıyı açan otel görevlisi böyle söylüyor. Whatsapp’tan arkadaş gruplarına hemen yumurtluyorum durumu.

Uyandım. Bu mundar virüs şimdi de pandemi rüyaları gördürmeye başladı. Size de oluyordur herhalde. Zaten bizi konak gibi basit bir şeye indirgedin, yeter bari kabuslarımızdan çık. Biz eşref-i mahlukatız, ne alaka şimdi bu konak olma durumu? Herhangi bir organizma gibi, kedi gibi, domuz gibi, fare gibi bizi konak etmiş. Kişiliğimizi ezdin, vicdansız virüs. Bizden faydalanıyorsun resmen ahlaksız. Ama dur sen, insanlık onuru, seni de yenecek Covid.

Geçen yazımı bitirirken bu işin beklenenden uzun sürebileceğini ve sağlık, ekonomi boyutunun ardından, asıl sınavın etik-ahlak arenasında olacağını yazmıştım. İnsanlık onurumuz bu ileri aşamada devreye girdi, girdi. Yoksa virüs kazanır, rezillik hakim olabilir. 

Örneğin petrol fiyatlarında bu düşük seviyeler devam ederse (ki seyahatlere bakarsak edecektir) ulusal gelirlerinin büyük bölümü petrol gelirlerine dayanan ülkeler büyük krizler yaşayacaktır. İş bu noktalara gelmeye başladığında, bu ülkelerde neler olacak merak ediyorum. Her koyun kendi bacağından mı asılacak yine? Koyunlukla insanlığın mücadelesinde, insanlık bir kez daha koyun taklidi mi yapacak yoksa?

Peki öyleyse bu ekonomi ne için var? Son 40 yıldır gördüğümüz kadarıyla ekonminin en temel fonksiyonu; takas değeri yaratması. Buradaki değerin etikle pek bir alakası yok, maddi şeyler. Yol gösterici olarak pazarı ve takas değerini maksimize etmeyi koyduğumuz sürece bu işten makul bir çıkış bulamayacağız anlaşılan. Belki de öncelememiz gereken değerler değişecektir. Artık sağlık çalışanlarına alkış ve moralden fazlasını vermemiz gerektiğini ve bazı işleri hür teşebbüse terkedemeyeceğimizi anlarız bu süreçte.

Yoksa ne mi olur? Bilmek zor. Çok fazla değişken olsa da insani değerlerle piyasa değerlerinin kapışmasına şahit olacağız gibi görünüyor. Bu sefer piyasa, ilk defa yıllar sonra, çok da kolay bu kapışmadan yürüyüp çıkamayabilir. Hele ki krizin etkilerinin uzun sürmesi durumunda, takas değerini mi yoksa insan ve hayatı mı önceleyeceğimize göre yolumuzu çizeceğiz.

Adele’in otelde bana bıraktığı mektupta yazılı olduğu gibi:

Let the sky fall
          When it crumbles
         We will stand tall
         Face it all together




Wednesday, April 15, 2020

KORONA GÜNLÜKLERİ-7

15-Nisan-2020

VURDURMA EKONOMİSİ
Artık evlerde sıkılmaya başladık, yapılabilecek şeylere hücüm ettik, hepsi bitti. Diziler, kitaplar, İspanyolca, daha ne yapalım? Her gün birbirinin aynısı... Neresinde olduğunu bilmediğimiz bir süreçteyiz. Hayata ne kadar da benziyor bu yönüyle; zaman ekseninde bir bilinmezlik. 

Belirsizliği kabullenmek zor. Bu işin bitmesi yönündeki temennimiz her güneşli günde biraz daha artıyor. Aksini düşünmenin ve kabullenmenin ciddi bir yükü var. Ya bu hal daha aylarca sürerse? Oysa İspanyolca’nın bir kur gidileni, piyanonun bir şarkıda bırakılanı, sporun six pack çıkmadan salınanı karardır. Bu kişisel gelişim, sağlıklı beslenme, eğlence kampında kalacağımız düşüncesi iyi de, ekonomi ne olacak? Bu sorunun cevabını da tam anlamıyla bilen yok haliyle. Ama endişleniyoruz.

Bugün Sayın Macron yıl sonuna kadar Avrupa ve Fransa sınırlarının kapalı kalabileceğini açıkladı*. Yani evde plaja yönelik spor yapan arkadaşlarımın biraz daha temkinli olmasında yarar olduğunu düşünüyorum. Sonuçta realiteye hazırlanmış bir zihnin, hayal kırıklığına uğraması daha zordur. Bu virüs ülkemize gelmeyecekmişçesine ilk vakayı beklemiş insanlarız biz, şimdi de dünyaya yaptığını yapmadan şereflice çekip gitmesini istiyoruz. Üstelik de çekip giderken getirdiklerinin hepsini de alıp gitmesini arzuluyoruz. Yani işte; bir 2020 baharı vardı, ne dizi izlemiştik, ne çok İspanyolca öğrenmiş, bilgisayar oynamıştık deyip geçmek istiyoruz. Şu dip dibe yaşadığımız aşırı kalabalık şehrimizde yine üst üste restoranlara gidemeyecek miyiz acaba? Yine milyonlarca insan arabalara doluşup günün yarısını trafikte harcayamayacak mıyız? Bayram tatillerinde çekirgeler gibi yolların etrafını yağmalayarak tatil beldelerini tüketemeyecek miyiz? Herhalde çok yakın zamanda virüs defolup gidecek ve bu süper şeyler hayatımıza geri gelecektir diye arzulamaktayız. 

Peki her şey aslında yeni başlıyor olabilir mi? Bu evde kalan bizler için olduğu kadar, global ölçekte bütün insanlık için de düşünmesi bile zor olan seçenek. Sağlık ve çevre politikalarımızı test eden virüsle sıradaki sınavımız ekonomide olacak, burası zaten aşikar. Ancak insanlık etik değerlerinin bazılarıyla da ciddi anlamda test edilecek bu süreçlerin içerisinden geçerken ve de sonrasında. Bu testin zorluğunu elbette ekonomik yarılmaların derinliği etkiyecek. Yıllardır içerisinde olduğumuz paradigmaların dışında düşünmek bir çoğumuz için henüz imkansız. Her zamanki kısa kriz dönemleri sonucu, piyasanın bir süre sonra normale döneceği varsayımıyla gidiyoruz. Hatta bunu virüsün ilk yayılmaya başladığı süreçte, ABD ve İngitere’nin geçiştirmeye çalışan, kısa olacağını uman tavırlarında net olarak gördük. Ama umut, bir kez daha gerçeği değiştirmeye yetmedi maalesef.   Post-truth'cular lafla gemiyi bu sefer yüzdüremedi. Şimdi devletler, bu durumun kısa süreceği varsayımıyla para basarak, kredi vererek, vatandaşlarına direk ödemeler yaparak süreci atlatmaya çalışıyor. Bu aküsü bitmiş arabayı yokuş aşağı vurdurmaya benziyor. Bir çalışsa, her şey normale dönecek, yine akacağız. Ama ya akü artık yerinde değilse? Ya yokuş biter de araba hala çalışmazsa? Vurdurma ekonomisi çözüm olmazsa?

İnsanlar gerçekten yaptığı seçimler sonucu mu insan oluyor, yoksa insan atalardan doğmak insan olmak için yeterli mi bu süreçte göreceğiz. Hatta belki de görmeye başladık bile. Sürecin, umulandan daha sancılı ve uzun soluklu olacağı yönünde bir his var içimde…Yetiş ya aşı, yetiş ya ilaç!

*     https://www.tesadernegi.org/john-maynard-keynes.html
** https://www.schengenvisainfo.com/news/macron-warns-eu-external-borders-may-remain-closed-until-september-due-to-covid-19/