GÜN 1 (Ocak 21)
Hazırlıklar
tamam, yola çıkıyoruz. Şimdiden her yerimiz toz olmuş. Daha kendi merkezimizi
terketmedik, bize eskortluk edecek askerlerin gelmesini bekliyoruz. Asker
dediğime bakmayın, asker dediğin disiplinli olur. Tek tip olur. Bunlara silahlı
adam demek daha doğru. Birazdan keyifleri olur. Biz acele ediyoruz çünkü ertesi
gün müşteriye orada olma sözü verdik. Durmadan çalışıp yetiştirdik, şimdi bu
sebeple beklemek...Ses çıkaramadan beklemek, dayanılmaz.
Yola çıktık.
Her şey bana ne kadar da yabancı. Mars gibi bir yer. Tam tahmin ettiğim gibi
yol yok. Çölde siyah variller var insanlara yön göstersin diye. 20 şeritli bir
otoban gibi. İlk bir saat görece sert bir toprak zeminde gidiyoruz. Sonra bir
mola veriyoruz. Hem bir namaz molası hem de lastikleri indirmenin zamanı.
Toprağa
çömeliyorlar, diyorum ki “teyemmüm geliyor”.
Hayır dostum, yanlış tahmin. Sonra pet şişeler de açılıyor. Karıştı mı
suluyla kuru sana. Ortalık çamur. Bana düşmez yargılamak ama teyemmüm için
uygundu sanki ortam. Bizim camilerdeki su ısrafına gidiyor aklım. Dakikalarca
muhabbet ederek su tüketmek. Adamlar burada bir şişe suyla hallediyor.
Moladan sonra
yola devam. Artık etraf plajdan farksız.
Araçlar dört çekere geçmiş. O kum tepecikleri görünmeye başlıyor. Rüzgar
üzerlerindeki kumun yerini devamlı değiştirdiği için adeta toprak akıyor gibi,
yüzeyde bir bulut var gibi. Bir de garip taşlar var, kum zımparasından ilginç
şekiller almışlar.
Sonunda asfalt
bir yola varıyoruz. Yolun tamamı 180 km. Gördüğüm en kötü asfalt yol, devamında
bizim şirketin başka bir kampına varıyoruz. Kampın hali: trajik, hayatım:
trajedi.
Bu macerada
kendimi zihinel oalrak en kötüye hazırladım. Zaten içinizde en ufak bir umut
olursa, boku yediniz. Yol boyunca işçilerle aynı odada yatacağımıza o kadar
emindim ki, tek kişilik oda verilince sevindim. Ama odaya girince her türlü
hazırlığa rağmen yıkıldım. Klima çalışmıyor, banyo umumi tuvalet seviyesinde,
yatak sadece bir minder...Yatağa çöküyorum nerede hata yaptığımı düşünüyorum.
Burada olmam çok saçma. Suratıma iki şaplak atıyorum, burada oluşumun nedeni
belli.
Yatakta örtü ve
yastık olmadığını farkediyorum. Biliyorum istesem ve bulsalar aşırı pis olacak
ama temizlik-hijyen algısının, ihtiyaçlar karşılandıktan sonra ancak önem
kazandığını ilk o zaman farkediyorum. İnsanların bazı şeyleri nasıl yaptığını
anlamadığımız çok olmuştur. Çünkü biz onların durumuna hiç
düşmemişizdir...Bizim işçilerden birine bana battaniye bulmasını söylüyorum.
“Mafiş battaniye” diye bağırmaya başlıyor, tekrar ediyorum. Hoşlarına gidiyor,
gülüyoruz ve hemen battaniye ve yastık geliyor. İnsanın her durumda gülmesi ne
kadar garip...
Çareler
düşünüyorum. Tulumla yatarım diyorum, bere ve kapşon takarım diyorum. Amaç kamp
malzemesiyle teması minimuma indirmek. Ama sonra tulum zor geliyor. Kapşondan
ve bereden ödün vermiyorum. Hem sıcak tutuyor, hem hijyenik. Tuvalet konusunda
da ilk bulabildiğim çözüm de yapmamak. “İstersen sıçmazsın Rocky, her şey
beyinde” dememiş miydi filmler bize. Yemek için de bizi buraya getiren
müşterinin kampına gidiyoruz. Oraya gittikçe ekmekler, muzlar alıyorum. Cepleri
de dolduruyorum. Benim yaşadığım hayat tarzında bir şeyden depolama imkanı
varsa muhakkak depolayacaksın. Bu Norveç ve Almanya’da bile böyleydi. Burada
haydi haydi böyle. Bir sonraki yemek ve uyku ne zaman gelir, bilemeyeceğin
zamanlar oluyor.
Sabah erken iş
başı. Kamuflaşımı giyip yatağa sokuluyorum. Bu odada ne işim var diyorum
tekrardan...Uyuyorum.
GÜN 2 (Ocak 22)
Uyanıyorum. Bu duşa girecek halim olmadığına göre, pet
şişemle kapının önüne çıkıyorum. Yüzü yıka, diş fırşala, tulumu giy ve yallah.
Yolda öğreniyoruz ki bu sabah bize katılması gereken vinç daha 4 saatlik
mesafedeymiş. Sİyah bidonu mu kaçırdı artık ne yaptıysa. Tabi mesela siz bi
adama Aydın’dan İzmir’e git derseniz, %99 kişi aynı güzergahı kullanır (Otoban
veya değil). Ama burada adam 180 kilometreyi neredeyse sınırsız kombinasyonla
alabiliyor. Ne yol var, ne nehir, ne de ağaçlık. Bi tek dağ var yeryüzü şekli
oalrak ve bizim mal o dağın arkasından dolaşmış yanlışlıkla. Adam öğleden sonra
geldi. Başladık çalışmalara, akşam oldu, çöl ayazı başladı. Işık yok. Bırakmak
zorunda kaldık. Güneş batarken biraz yürüdüm etrafta. En ufak bir ses yok.
Sınırsızlık…Bu boşlukta zaman bile anlamsızlaşıyor. Erebilir insan burada. Ama
ben ermesem daha iyi. O değil amacımız. Hatta inşallah ermem. Toparlanıp kampa
döbüyoruz. Bütün gün “mafiş battaniye” şakaları. Odama giriyorum. Uydudan
dandik internetimize bağlanıyoruz. Ayranım yok içmeye tahterevanla giderim
sıçmaya. İnternet neyimeyse. Gerçi o da olmasa bariz ererim burada.
Derken akşam yemeğini yiyoruz, ben
de bir tuvalet arzusu. Çöl de öyle bir yer ki arkadaş, 1 km gitsen yine tuvalet
ihtiyacı karşılayamazsın. Her yer kabak gibi meydanda. O beyaz kıyafetin
kerametini anlamaya başladım. Neyse, odadaki tuvaleti kullandım. Bu da
ihtiyaçların hijyenden çok daha önemli olduğunu gözterdi bir kez daha.
Akşam yemeğindne sonra kendimi şöyle
bir ortamda buluyorum. Kampın TV odasındayız. Elimizde yeşil Libya çayları,
TV’de dans eden kadınlara bakıyoruz. Dansöz falan da değil. Şöyle düğün
videosunu andırır gibi ama bu bi TV kanalı. Ortamın aşırı saçmalığı hoşuma
gider mi diye zorluyorum, olmuyor. “Esselamualykum” çekip kalkıyorum. Çıkarken
farkediyorum. Ben en son kadını 10 Ocak’ta görmüşüm. Bu adamlardan bazılarının
kesin 2-3 ayı vardır. Kadın başka bi tür burda, başka bir cinsiyet değil. Tilki
gibi, çakal gibi bi şey. İnsan alışık olmadığı bir tür görürse ya kaçar, ya
saldırır…
Odama gidiyorum, pet şişem diş
fırçam…Bireysel temizlik on numara. Bereyi takıyorum, kapşonu geçiriyorum,
hijyen de tamam. Uyuyorum.
GÜN 3 (Ocak 23)
Uyandığımda burada olduğuma
inanamıyorum. Uyku ne güzel bir şey. Kopup gidiyorsun dertlerden. Uyanınca,
yüzleşiyorsun. Pet şişemle yine güne başlıyorum. Pikapa doluşup kuyubaşına
gidiyoruz. Dün cebime doldurduğum ekmeklere peynirleri döşeyip kahvaltımı
yapıyorum. Basınç ekipmanının kurulumunu bitiriyoruz. 5 kişi bizim şirketten
bir tane tır şöförü, bir tane de kaybolup bulunan vinç operatörü 7 kişiyiz.
Basınç testi yarım saat sürecek. Kuma çember şeklinde oturup Nescafelerimizi
yudumluyoruz. Nescafe ve Pepsi’nin popüleritesi şaşılacak derecede. Belki
80’lerdeki Türkiye’yi anımsatıyor insana. Amerikan konsolosu olayının üzerinden
daha 2 ay geçti sanırım. Madem bunlar böyle içilecekti, adamın suçu neydi?
Allahtan herkes Türkleri ve Türkiye’yi çok seviyor. Kimi vize olmadığı için
seviyor, kimi dedesi zamanında buralardaki Osmanlı yönetimindne memnun olduğu
için seviyor, kimi kadınlar çok güzel diye seviyor, kimi devrimde destek verdik
diye seviyor, kimi müslüman diye seviyor, kimi Kanuni yüzünden seviyor ama
seviyor işte…Burada adeta Avrupa’lı gibiyim. Hemen başlıyorlar ben şuralarını
gezdim Türkiye’nin, şusu çok güzel diye. Savaş sırasından Türkiye’ye kaçanlara
da buradan maaş yatıyormuş zaten. Kebap hayat. Burası zaten durulacak gibi
değil. Gerçi aşırı zengin bir ülke Libya, bütçe fazlası muazzam. Biraz organize
olabilseler, Norveç tadında hayat yaşarlar ama öyle bi hedef yok.
Bir de bugün beni bir kişi daha
Kanuni’ye benzetti biri de Rusa. Diziler sağolsun. Şirkete ilk girdiğimde de
Cezayirliler Behlül'e benzetiyordu.
Neyse, bu muhabbet orada bitti.
Kamyonda arızalar çıktı. Müşteri bize azar kaydı. Onu tamir etmek için akşam
6ya kadar uğraştık. Sanırım sorun çözüldü. Yarın ne olduğu anlaşılır artık.
Sabah 7de işi başlatamazsak şutu yiyeceğiz.
Tamiratla uğraşırken yemeği kaçırmışız. Kampa geldik, makarna yapmışlar.
Ortada leğenimsi bir şeyin içinde. Allahtan bize ayrı bir kapta verdiler ama
yine de 3 kişi paylaştık. Leğene dalamayabilirdim ama bir yandan da çok açtım.
Ben ki en samimi arkadaşlarla yemek yerken her şeyi tabağıma aldığım için
eleştirilmiş adamdım. İşte sana Alman ekolüyle Libya ekolünün farkı. O eski
halimden, eser yok şimdi. Vurdum kaşığı makarnaya. Başta herkes kendi önünden
yerken yedim, sonra makarna sınırları muğlaklaşmaya başlayınca kaçtım. Bi tane
de hacı amca var, beni çok seviyor. O da iyilik olsun diye kendi önünden bana
doğru kürüyor makarnayı. Dayı yapma ya…Bütün iştahı bitirdin. En son makarnanın
içindeki tavuğu hala canlıymışçasına parçalıyorlardı ki kalktım.
Şimdi diyor olabilirsiniz
"çocuk o sofradan nasıl yedi, ben yemezdim" ama açıkladım. Önce
ihtiyaçlar, sonra hijyen. İçine düşerseniz anlarsınız. Zaten biraz kabalayınca
mideyi, ben de kalktım sofradan. Bu iş sayesinde Libya'nın post savaş
kamplarında mad-max hayatını da gördüm, Paris'in lüks otellerini de...Daha
kötüsü varsa ki var diyorlar, Allah göstermesin artık.
Şu anda da bu blogu yazmayı bitirip
duşa girmeyi planlıyorum. Çünkü kafam iyice kaşınmaya başladı. İlk gün umumi
tuvalete benzetmiştim ama yuvama alışmaya başladım. Bahçesinde fareler koşan,
şirin bir kamp konteynırını kim sevmez?
No comments:
Post a Comment